30 Haziran 2024 Pazar

“Beş, on yılda kalkınırız” ve Osmanlı’da maliye’nin durumu / We can develop in five to ten years” and the state of finance in the Ottoman State

Mehmet Özay                                                                                                                            29.06.2024

19. yüzyılın Osmanlısı’nda hiç kuşku yok ki, birbirinden bağımsız ele alınamayacak ve o ölçüde gayet önemli pek çok hadisesi vardır. Bunları, kurumsal gelişmeler bağlamında zikretmek gerektiğinde, karşımıza ‘Tanzimat-ı Hayriyye’nin çıkması gayet doğaldır.

Tanzimat’ın bütüncül kurumsal değişimler süreci olduğu bilinirken, bu dönemin belki de pek çoklarınca göz ardı edilen yönü maliye konusudur.

Bir başka ifadeyle, devletin harcamaları meselesidir. Bu yazıda, konunun sadece birkaç can alıcı yönüne değinerek, döneme dair genel bir fikir edinilebileceğini düşünüyorum.

‘Hayırlı değişim’ ve maniaları

‘Hayırlı değişim’ sürecini doğuran, bu süreçte etkin olan ve devamlılığı ile çalışanlar ile bu süreçte entellektüel enerjisini bitirip farklı yollara sapanlar ile bu süreçte zaten hiç yer almak istemeyenler gibi birbirinden bağımsız bireyler ve grupların varlığı da en az, bu ‘hayırlı değişim’ sürecinin kendisi kadar dikkat çekicidir.

Cevdet Paşa’nın, “Hayırlı Değişiklik/Reform’ (Tanzimat-ı Hayriyye) olarak zikrettiği süreç hiç kuşku yok ki, nedenleri ve sonuçları itibarıyla dünün olduğu gibi bugünün de konusu olmaya adaydır.

Tanzimat-ı Hayriyye’nin ortaya koymak istediği değişimleri, tüm kurumsal boyutları ile düşünmek gerekiyor. Bunlardan biri de, maliye konusudur...

Bununla birlikte, sıra “Bu konuyu nasıl anlamalıyız?” sorusuna cevaba geldiğinde, elimizde kayda değer kaynak sınırlılığıyla karşılaşırız.

Bu noktada, “Osmanlı tarihinin bu devreleri hakkında yazılmış ciddi eserlerin ne kadar mahdut olduğu, hatta birçok meselelerin nasıl karanlıklar içinde bulunduğu düşünülürse...”,[1] maliye konusunun da bundan azade olmadığını söylemek mümkündür.

Sultan Abdülmecid kararlılığı

Tanzimat’ın yani, ‘Hayırlı değişim’in destekçilerinden biri öyle anlaşılıyor ki, dönemin hükümdarı yani, Sultan Abdülmecid’di.

Sultan Abdülmecid’in  “... hazinenin bir para borç etmesine razı olmayan...” bir tutum içinde olması, bizatihi ‘hayırlı değişim’in ciddiye alındığı ve uygulanması konsunda bir irade belirtildiğini gösteriyor.

Bununla birlikte, arzu edilen gelişmelerin olmaması -ki, bu hususa aşağıda değineceğim, zamanla Sultan Abdülmecid’in dahi umudunu yitirmesine ve gelişmeleri tabiri caizse kendi haline bıraktığını gösteriyor.

Öyle ki, Sultan Abdülmecid’in bürokrasideki çalkantılar karşısında, “... vücuduna zaaf ve fütur geldiği gibi muttasıf olduğu ahlakı hasenesine dahi zaaf gelerek seccadenin dört ucunu salıverdi ve havass-ı vükelasının böyle yekdiğeriyle uğraşmasından usanıp, her işi tabiatine bıraktı ve hazinelerin bir suret-i fevkâlade de, tezayüd-i düyununu hiç kayd etmez oldu. El hasıl enziyade istifade olunacak eyyam-ı fırsatta, bir garib girive-i gaflet ve delalete gidildi...[2]

Bürokraside nasıl bir değişim?

Cevdet Paşa, bürokraside ne türden başarılı bir değişim yapıldığından ziyade, Sultan Abdülmecid’in devlet maliyesine dair tutumundaki olumsuz değişimin nedeni ve belki de, sonucu olarak ortaya çıkan durumu reel verilerle ortaya koyuyor.

Cevdet Paşa, padişahın dikkatinin de kaybolduğu maliye konusuyla ilintili olacak şekilde bazı hususlara dikkat çekiyor ve bu anlamda, dönemin örneğin, “Sadrazam, Serasker, Kapudan, Tophane müşiri, Meclis-i vala reisi, Zabtiye müşiri daima vüzeradan...”, bazı bürokratlara değinerek aldıkları maaşlara dair açıklık getiriyor:

“... vüzeradan olan vükelanın şehriye altmış binden yüz bin kuruşa kadar Hazine-i maliyyeden muhasse maaşları ve mükemmel tayinatları ve rütbe-i bala eshabının otuz bin kuruştan elli bin kuruşa kadar maaşları ve münasib mikdar et ve ekmek tayinleri olduktan başka, nezaretlerin ekserinde nazırlara mahsus harçlar dahi vardı....”[3]

Tabii, bu gelirlerin ne anlama geldiğini belki, daha derinlikli olarak anlamak için, dönemin farklı iş kollarındaki çalışanların ne kadar maaş aldıklarına bakmak gerekecek...

Evet, şöyle devam ediyor Cevdet Paşa:

“... Şeyhülislamın maaş ve tayinatı şehriye yüz bin kuruşa baliğ olurdu ve ol vakit on yedi on sekiz kadar sudur-i kiram olup bunların eskisine yani, en evvel Rumeli payesi almış olana, alim olsun cahil olun reis’ül ulema denilip, anın şehriye maaşı on beş bin kuruş idi. ... Rumeli payelülerinin arpalıkları ile zamimesi olan maaşları şehriye dokuz bin kuruş ve Anadolu payesinde bulunan sudurun şehriyeleri yedişer bin kuruş idi...”[4]

Burada dikkat çeken husus, aslın da tam da, ‘Hayırlı Değişim’in ruhuna aykırı olduğuna kuşku olmayan, hak eden etmeyen bilcümle ilgili bürokratın benzer maaşı almasıdır. Cevdet Paşa, bunu “... alim olsun cahil olsun...” diye belirtirken, aslında dini kurumlar kadar sivil kurumlara yapılan atamalarla ilgili Osmanlı’da sorunun, önceki yüzyıllara dayanıp dayanmadığını incelemek gerekiyor.

Burada, Sultan Abdülmecid’in niçin işin peşini bıraktığının öncesi ve sonrasına dair bir küçük not daha düşüyor Cevdet Paşa:

... Memurin-i devlet böyle müstesfa maaşlar ile güzel gecinmek kabil iken, günden güne sefahat artıp bu cihetle bazıları medyun ve bazıları dahi hane ve sahilhane tedarüküne muhtaç olmak hasebiyle ara sıra bazılarına atayay-i seniyye dahi verilirdi. Müteneffisin ve müntesibine şuradan buradan haylice hedaya dahi gelirdi....”[5]

Reşid Paşa’nın def’a-i ula sadaretinde aşar ve rüsumat iltizamatından dahi ol devrin müteneffis ve müntesibleri mebaliğ-i küliye kazanırlardı.[6]

Maliye düzelir mi(ydi)?

Bununla birlikte, döneme şahit olan ve gelişmeler karşısında görüş belirten bazı Osmanlı bürokratları ve düşünürleri olduğu biliniyor.

Bunlara ilâve olarak yabancı gözlemciler özellikle de, dönemin İstanbul’unda görev yapancı elçiler, bunların kendi ülke yetkilileriyle haberleşmeleri vb. kaynaklar da döneme ışık tutma noktasında göz ardı edilmemelidir.

Bunlardan biri kabul edilen, Avusturyalı devlet adamı, Klemens von Metternich’in (1773-1859)[7] Osmanlı hakkında görüşleridir.

Bu anlamda, Metternich diyor ki: “... Devleti aliyyece terâkki için bunun gibi bir vakti fırsat olamaz. Amma aksine hareket olunduğu taktirde dahi bunun gibi fena vakit olmaz. Bu müsaadeli eyyamı iki sene kadar tahmin ederim. Bu müddet zarfında, esbab-ı terâkkiye teşebbüs olunmaz ise fırsat fevt olur” demiş olduğu mir-i mumaileyhin lisanından işidilmiştir.[8]

Elbette, Metternich bu ifadesiyle, doğrudan Osmanlı’daki maliye konusuna gönderme yapmıyor. Ancak, bu olgunun da içinde yer aldığı ‘değişim’ sürecinin gerçekleştirilmesinin önemine ve bu anlamda, Osmanlı Devleti için sürecin çok hassas olduğuna işaret ediyor.

Bu noktada, bir devlet adamı ve iç işleri bakanlığı da yapmış olan Metternich’in, iyi bir Osmanlı gözlemcisi olduğunu söyleyebiliriz.

Bunun, Metternich’in Osmanlı’ya yönelik özel bir ilgisi olup olmamanın dışında, dönemin Osmanlısının, Avrupa’daki tüm önemli ülkeler için, gayet önemli süreçlerden geçmesi dolayısıyla, dikkatle incelenmesi ve izlenmesi gereken bir ülke olmasıyla açıklayabiliriz.

Cevdet Paşa da, Metternich’in yaklaşımında haklılık payı olduğunu, bizatihi ortaya koyuyor ve şu yorumu yapıyor: 

“... Metternich’in sözü muvafık-ı hal-ü maslahat idi ve ondan sonra Cenab-ı Hak bize pek çok seneler fırsat verdi...”[9]

Burada bir parantez açarak şu hususa değinmekte yarar var...

Cevdet Paşa’nın -belki de, dönemin diğer önemli bürokratları gibi, dini kavramlara müracaatla siyaset dünyasını ve devleti anlama çabası gözlemleniyor.

Bununla birlikte, böylesi bir yaklaşımın nasıl bir karşılık bulduğu veya Cevdet Paşa özelinde söylemek gerekirse, bu kavramlar harekete geçirilirken, mevcut sisteme yönelik bir eleştiri olarak mı kullanıldığı hususu üzerinde düşünülmeye değerdir.

Maliye’ye dair bazı ipuçları

Cevdet Paşa, Metternich’in öngörüsünün de ötesinde, bir zaman dilimine sahip olunmasına rağmen, değişim konusunda atılması gereken adımların niçin ve neden atılamadığına açıklık getiriyor:

“... Ne çare ki, biz adam olup da istifade edemedik ve belki ol vakit, bütün bütün fenalığa yüz tuttuk. Reşid Paşa, damad Paşalarla uğraşırken, muahharen kendisinin yetiştirmiş olduğu Ali ve Fuad Paşalar ondan ayrılıp, Reşid Paşa öteden beri İngiliz politikasına meyl iken, onlar Fransız politikasını iltizam eylediler. Ve iki taraf dahi, yek diğerine galebe için her türlü vesaile teşebbüs ederek, birbiriyle uğraşmaya başladılar...”[10]

Cevdet Paşa, gizli/açık gayet dikkat çekici sosyolojik bir duruma işaret ediyor...

Bu noktada, burada iki temel hususun dikkat çektiğini söyleyebiliriz. İlki, “Hayırlı Değişim”in mimarı konumundaki Reşid Paşa ile onun yetiştirmesi, iki önemli devlet adamı yani, Ali ve Fuad Paşalar arasında bozulan dengedir.

Bu durum, değişim için bürokraside iradeli duruşları olan ve liderlik konumunda olan kişilere olan ihtiyaç ile bu kişilerin süreçte farklı yollara sapmalarının neden olduğu istikrarsızlık.

İkincisi ise, Reşid Paşa’nın, ‘hayırlı değişim’in önünde engel olarak gördüğü bazı gruplarla olan mücadelesidir.

Veya bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, bizzat değişime yeşil ışık yakmış olan hanedanlık çevrelerinde ‘damadlar’ adıyla anılan çevrelerin -meselâ ‘Damad Mehmed Ali Paşa’-, siyaset ve bürokrasi dünyasında yer alışlarının ‘hayırlı değişimle’ bağdaşmayan tutumlarıdır.

Osmanlı hanedanlığı içerisinde yer alan grupların ki, bunlar ‘damadlar’ olarak tezahür ediyor ve Osmanlı tarihinin değişik dönemlerinde var olan bir toplumsal grupturlar.

Önceki dönemler bir yana, 19. yüzyılın ilk yarısında elzem olan bütüncül değişimlerin önünde engel teşkil eden bir grup olarak ‘damadları’ görmek herhalde, Reşid Paşa gibi bir devlet adamının sessiz kalacağı bir husus değildi.

Aslında dönemin ne denli karmaşık, çelişik olduğunun bir ifadesi olarak şunu da zikretmekte yarar var. O da, bizatihi Reşid Paşa’nın dahi, bu eğilimden kendini alamayıp, oğlu Ali Galip’i padişaha damad yapmak istemiş olmasıdır.[11]

1839’da Gülhane’de okunan birkaç sayfalık Hatt’ın hemen başlarında geçen ifadede, ilgili değişiklikler yapılması halinde beş on sene zarfında önemli gelişmeler kaydedileceğine yönelik bir yaklaşım vardır.

Metternich’in birkaç yıl dediği, Cevdet Paşa’nın “pek çok seneler vardı” dediği sürece rağmen, Osmanlı devletinde arzu edilen, ‘Hayırlı Değişim’ gerçekleşmemiştir.

Osmanlı Devleti’nin en önemli dönemlerinden kabul edilmesi gereken 19. yüzyıl, bu öneme rağmen, bizatihi bürokrasisinin ve bürokraside yer alan önemli isimlerin dönemin gelişmelerine dair eserler vermemeleriyle büyük bir tenakuzu da içinde taşımaktadır.

Bununla birlikte, gerek yabancı gözlemciler gerekse Cevdet Paşa örneğinde olduğu gibi devleti düzlüğe çıkartma düşüncesine sahip az sayıdaki bürokratın çabaları bize bugün ilgili dönemleri az da olsa anlama imkânı sunuyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/bes-on-yilda-kalkiniriz-ve-osmanlida-maliyenin-durumu-we-can-develop-in-five-to-ten-years-and-the-state-of-finance-in-the-ottoman-state/



[1] Baysun, Cavid. (1953). “Tezakir-i Cevdet Hakkında”, Tezakir (1-12), (Yayınlayan: Cavid Baysun),  Ankara: Türk Tarih Kurumu, p. xii. (ix-xx).

[2] A.g.e., s. xxii.

[3] Cevdet Paşa. (1953). Tezakir (1-12), (Yayınlayan: Cavid Baysun),  Ankara: Türk Tarih Kurumu, s. 18.

[4] A.g.e., s. 19.

[5] A.g.e., s. 19.

[6] A.g.e., s. 19.

[9] A.g.e., xxi.

[10] A.g.e., s. xxi-xxii.

[11] Cevdet Paşa. (1953). A.g.e., s. 10. çb

27 Haziran 2024 Perşembe

Dünya Müslüman birliğini kabul etmiyor, Müslümanlar da bunu destekliyor / The world does not accept Muslim unity, and Muslims support it

Mehmet Özay                                                                                                                            27.06.2024

Bu başlıkta bir sorun olduğunu düşünüyor musunuz? Kanımca, burada bir sorun yok...

Temelde sorunu anlayabilmek için bu metne göz atmakta yarar var.

Müslüman birliğinin, üniversal anlamda ve temel bir siyasal çatı altında birlik olması kastedilmiyor burada. Bu yaklaşımı, buna gerek olup olmadığı çıkarımına yol açacak bir teolojik tartışmanın ötesinde durarak söylüyoruz.

Kaldı ki, Müslüman toplumların bu konuyu hakkıyla ele alacak bir rasyonel tutumdan uzak oldukları da gözlemleniyor.

Bunun yanı sıra, dünyanın geri kalanın Müslüman toplumların veya halkının çoğunluğu Müslüman olan toplumların biraraya gelmesine de pek sıcak baktıkları söylenemez...

Bu husus bir yana...

Belki, biraz daha kendi alanımıza yakın, gerçekçi veya pratik bir yaklaşım olarak Müslüman toplumların, jeo-politik ve jeo-ekonomik işbirliklerinde, niçin birbirleriyle yakınlaş/a/madıklarını sorgulamak gerekiyor.

20. yüzyıl gerçekliği

20. yüzyıl siyasal gerçekliklerini bir yana bırakarak söyleyecek olursak, 21. yüzyılda halkının kahir ekseriyetini Müslümanların oluşturduğu ve/ya ister monarşi ister cumhuriyet olsun kendilerini, ‘İslam devleti’ olarak lanse eden ülkelerin 21. yüzyılın bu ilk çeyreğinde, küresel ilişkilerde ve bu ilişkilerin dinamiğini oluşturan jeo-ekonomik ve jeo-politik yapılaşmalarda nerede durduğu sorusu önemlidir.

Bu ulus-devletlerin, jeo-politik ve jeo-ekonomik bağlamlarıyla ‘gerçekçi’ ilişkiler kurduklarına tanık olunmuyor. ‘Gerçekçi’ diyoruz, çünkü en azından ikili ilişkiler bağlamında var olan anlaşmalar olabilir.

Ancak, bunun ne, ikili ilişkilere konu olan ülkeler ne de, kümülatif olarak Müslüman toplumların geneline yansıyan sürdürülebilir bir etkisinden bahsetmek mümkündür.

Bunun nedenlerinden birinin, Müslüman toplumları bölme hedefindeki Batılı ve/ya Doğulu ülkelerin siyasal ve ekonomik çıkarlarıyla örüntülenmiş bir plânlamanın sonucu olduğu ileri sürülebilir.

Şayet, durum böyleyse konuşacak pek bir şey kalmıyor.

Bu durumda, başka alternatif cevaplar aramak durumundayız, o zaman...

Meselâ, “Müslüman toplumların, jeo-politik ve jeo-ekonomik gerçeklikler üzerine geliştirdikleri siyasal ve ekonomik teorileri var mıdır?” sorusunu yöneltebiliriz.

Güçlere eklemlenme

Bu noktada, konuya biraz daha pratik bir görünüm kazandırmak adına, örneğin Körfez Ülkeleri’nin (Gulf Countries), Suudi Arabistan’ın, İran’ın jeo-politik ve jeo-stratejik işbirliklerinde Rusya, Amerika Birleşik Devletleri, Çin Halk Cumhuriyeti ile kurdukları ilişkiler gayet dikkat çekicidir.

Bu ülkeleri örnek veriyoruz. Çünkü jeo-stratejik ve jeo-ekonomik konumları itibarıyla temsil güçleri oldukça yüksektir.

Halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan bu ulus-devletlerin adı geçen doğulu ve batılı süper güçlerle ikili ilişkiler noktasında yakınlaşmalarının bir sorun teşkil etmediği savunulabilir...

Ancak, söz konusu ikili ilişkilerin, halkının büyük çoğunluğunu Müslüman olan diğer bazı toplumların oluşturduğu ulus-devletlere muhalif bir yapılanma içinde sürgit devam etmesinin anlaşılabilirliğini, İslami bir bağlamla veya Müslüman toplumların çıkarları bağlamına uygun bir şekilde açıklamak münkün gözükmüyor.

Batı ve Doğu’nun küresel yapılandırması

Burada birkaç soruyu daha gündeme getirelim...

Bu yüzyılın başlarında, örneğin, Barrack Obama 2008-2016 yılları arasında iki dönem başkanlığı sürecinde dillendirildiği üzere, Amerika Birleşik Devletleri için Pasifik Yüzyılı (Pacific Century) olacağı vurgusuna karşılık yukarıda zikredilen ülkelerin tutumu ne olmuştur?

Ya da, yine ABD’de 2016-2022 döneminde Donald Trump yönetiminde gündeme taşınan ve 2022 yılında Joe Biden hükümeti tarafından, “Refah için Hint-Pasifik Ekonomik Çerçevesi” (The Indo-Pacific Economic Framework for Prosperity-IPEF) başlığıyla kavramsal olarak yeniden güncellendiği gelişme karşısında yukarıda zikredilen ülkeler ne tür bir siyasal tavır geliştirmişlerdir?

Müslümen devletler, ABD’nin kendi sınırlarını aşarak küresel bir mahiyet arz eden kapitalizme karşılaşmak suretiyle bir jeo-ekonomik epistemoloji geliştirebiliyorlar mı?

Küresel jeo-politik ve jeo-ekonomik çekişmelerin odağı haline dönüşen Hint-Pasifik bağlamında bu ve benzeri süreçler devam ediyor.

Bunun en son örneklerini, Mayıs ayı sonu Haziran başında, Singapur’da yapılan Shangri-La toplantılarında ABD savunma bakanı Lloyd Austin’in ve 13-15 Haziran’da, İtalya’da yapılan G-7 zirvesinde İtalya devlet başkanı Giorgia Meloni’nin söylemlerinde tanık olduk.

Öte yandan, bu yüzyılın başlarında Dünya Ticaret Örgütü’ne üye kabul edilen ve ardından, tedrici olarak ekonomik modernleşmesini sürdüren bir Çin var karşımızda.

Hiç kuşku yok ki, Çin siyasal ideolojisi olan komünizme karşılık, ekonomik ideolojisi olarak liberal ekonomi ilişkilerine konu olması, kafa karıştırmaya yeter bir durum arz ediyor.

Çin’in, ekonomik modernleşme ile sınırlı kalmayacağının işaretlerini güçlü bir şekilde veren Şi Cinping, 2013 yılından bu yana jeo-ekonomik ve jeo-stratejik yapılaşmada Çin’in farklı bölgelere ve alanlara taşıyor.

Peki, Çin gelişir ve yeni bir küresel güç olarak ortaya çıkarken, yukarıda dikkak çekilen Müslüman ülkeler ne tür politikalar geliştiriyorlar?

ABD’nin siyasal ideallerinden farklılık taşısa da, Çin de, ‘Asya Yüzyılı’ perspektifini kendine özgü bir şekilde kurgulamaya devam ediyor.

Ve bu anlamda, kendine gayet önemli bir yer açan ve açmaya devam eden Çin’nin, bu yüzyılın kazananı olma konusunda elinde gayet güçlü argümanlar var.

Üstüne üstlük, gayet önemli mekanizmalar kurmuş ve kurmaya devam etmesi karşısında, Müslüman ülkeler, diyelim ki Çin’in komünist ideolojisini göz ardı ederek bu çıkarlara yaslanma eğilimindedirler?

Tüm bu gelişmeler karşısında, halkının çoğunluğu Müslüman olan toplumlar ve bunların içinde yer aldığı ulus-devletlerin, bu gelişmeler karşısında nerede durduklarını ve niçin böylesi tutumlar geliştirdiklerini pek tanık oluyor değiliz.  

Gelişmeler ve zorunlu seçim

Asya-Pasifik veya Hint-Pasifik jeo-stratejik yapılanması, -tanık olunduğu üzere-, kimi geri çekilişlere rağmen, başta ABD olmak üzere küresel aktörler veya küresel aktörlere eklemlenme çabasındaki bölgesel güçler  ve tekil ulus-devletler genel kabul görmüş durumda.

Bu geniş coğrafyada gerçekleşmekte olan gelişmeler bize, ABD ve Çin gibi küresel iki gücün benzer jeo-stratejik alanda karşı karşıya geldiklerini gösteriyor.

Bu karşılaşma, her ne kadar ekonomi faaliyetleri, küresel ticari etkinlikleri ve yatırımları noktasında aynı veya benzer ideolojik zeminde geliştiğini gösterse de, burada çok temel, tarihsel, ideolojik bir ayrışmanın yaşandığı kaçınılmaz olarak ortadadır.

Küresel yapılaşmayı gerçekleştiren güçlerin, doğu ve batı’daki ‘süper güçler’ olması bir gerçeklik olarak ortada dururken, halkının çoğunluğu Müslüman olan ulus-devletler, bu iki süper güçten birini -ki, burada Rusya’yı da zikretmek mümkün, diğeri karşısında hem, ekonomik ilişkilerde hem, askeri ve siyasal ilişkiler statejik ortak kabul etmektedirler.

Jeo-politik ve jeo-ekonomik işbirlikleri bağlamında Müslüman toplumlar biraraya gelemezken, birbirlerinden bağımsız olarak Batılı ve Doğulu süper güçlerle yakınlaşabilen bu toplumların dönüp dolaşıp bu güçlerin argümanlarını desteklerine tanık oluyoruz.

https://guneydoguasyacalismalari.com/dunya-musluman-birligini-kabul-etmiyor-muslumanlar-da-bunu-destekliyor-the-world-does-not-accept-muslim-unity-and-muslims-support-it/

24 Haziran 2024 Pazartesi

G-7 zirvesi ve küresel barış çabaları / G-7 Summit and global peace attempts

Mehmet Özay                                                                                                           24.06.2024

İtalya’nın güneyinde Puglia’da, 13-15 Haziran günlerinde gerçekleştirilen G-7, (Gelişmiş 7 ülke) devlet ve hükümet başkanlarını bir araya getiren yıllık toplantının bazı detaylarına ve küresel toplum için ne anlam ifade ettiğine kısaca bakmakta yarar var.

Ev sahibi konumundaki İtalya, ABD, Kanada, İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya’nın üyesi bulunduğu birlik zirvesine, Avrupa Birliği’ni temsilen bazı liderler ile Ukrayna, Hindistan, Türkiye ve Brezilya gibi diğer ulus-devletlerden bir kaçı, başbakan ve devlet başkanları düzeyinde temsil edildi.

Dışardan katılımcı sıfatıyla yer alan ülke temsilcilerinin zirveye sembolik bir atmosfer katmak kadar, aşağıda dile getireceğim üzere Rusya ve -pek dillendirilmemiş olsa da, Çin karşıtlığı bağlamına oturan bir yönünün olduğu iddiasını yabana atmamak gerekir.

İtalya’nın ev sahipliğinde gerçekleştirilen G-7 zirvesi, bu küresel oluşumu teşkil eden yedi ülkenin küresel politikalara bakışının güncellendiği bir toplantı oldu.

Temel sorunlar

G-7 toplantılarında masaya getirilen sorunlar nelerdi?

Bu husus, zirvede yer alan AB konseyi başkanı Charles Michel tarafından ortaya konulan ve aciliyet içeren dört temel sorun veya maddenin başında geliyor.

Michel, her ne kadar, İsrail’in Filistin saldırılarına dair ORtadoğu’da oluşang erçekliğe vurgu yapmış olsa da, temelde Doğu Avrupa’daki sorundan farklı çözüm önerisiyle G-7’nin duruşunu özetlediğini söyleyebiliriz.

Michel’in, ilgili ülkeleri ki bunların başında Batılı ülkeler geliyor, Rusya karşısında Ukrayna’yı ayakta tutacak, -askeri yardımlar dahil olmak üzere, desteğe ihtiyacı yüksek sesle dile getirirken, İsrail saldırılarına maruz kalan Filistin halkının kendini savunması yerine, ‘insani yardımı’ gündeme getirmekle yetinmesi dikkat çekiciydi.

Michel’in gündeme getirdiği üçüncü sorun İtalya’nın yakından tecrübe ettiği mülteci sorunu ile Afrika kıtasındaki gelişmelerdir. Temelde üçüncü ve dördüncü maddelerin aynı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Bu anlamda, kendini gizli/açık tehdit karşıında gören başta Güney Avrupa olmak üzere, tüm Avrupa Birliği’dir.

Nihayetinde, Avrupa kıtasına illegal göçü veya mülteci akınını körükleyen unsurlar arasında Suriye krizi son on yılda belirleyici olsa da, Afrika’dan Avrupa kıtasına yönelik göç ve mülteci akının neredeyde, her daim var olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Bununla birlikte, bu ülkeler başta olmak üzere, örneğin Avrupa Birliği gibi bölgesel birlik içerisinde gözlemlendiği kadarıyla, Batı’ya endeksli ülkeler bütünü içerisinde bu sorunla baş edebilmenin araçları konusundaki ayrışma ve farklılaşma, hiç kuşku yok ki, Rusya’nın elini güçlendiren önemli bir faktördür.

Küresel nizamda denge arayışı

Bununla birlikte, zirvede farklı liderlerce dile getirilen görüşlerin birbirleriyle örtüşen ortak noktaları kadar, ayrışan bazı hususları da olduğu gözlerden kaçmadı.

Örneğin, ev sahibi ülke İtalya devlet başkanı Giorgia Meloni Ukrayna, Filistin, mülteci akını ve yapay zeka’yı (Artificial Intelligence-AI) sıralarken, AB konseyi başkanı Charles Michel ise, üç meselede aynı görüşü dile getirirken, AI yerine Afrika kıtasını öncelik olarak ileri sürdü.

Her halükârda, G-7 için ve bu birliğe en yakın duran AB için, öncelikli ve temel sorunun Doğu Avrupa’da süren savaş olduğuna kuşku yok.

Savaşın, her an yayılmaya elverişliliği, temelde Rusya’yı Batı için ortak hedefine getirmiş durumda.

ABD’de kritik dönem

Yukarıda dile getirilen temel dört sorunun yanı sıra, G-7’yi ve de genel itibarıyla Batı’yı özellikle de, AB’yi endişelendiren bir diğer önemli sorun, gizli/açık bir gerçeklik olarak ABD’de yapılacak olan Kasım seçimleridir.

Demokrat Joe Biden’a karşı Cumhuriyetçi Donald Trump’ın kazanma ihtimalinin gayet olası olduğu dikkate alındığında, Batı bloğunun Trump liderliğiyle özellikle, Ukrayna sorunuyla nasıl başa çıkabileceği hususu, şimdiden endişeleri gündeme taşımış durumda.

Bu endişe temelde öylesine büyük ve önemli ki, Trump sadece Ukrayna’ya desteği değil, NATO (North Atlantic Treaty Organization-NATO) ile ilgili kökten bir ayrılmayı gündeme taşıması, AB’nin yakın ve orta vade güvenlik stratejileri için gayet önemli sonuçlar doğurmaya adaydır.

ABD iç politikasına dair Trump ihtimali ve de, Ukrayna’da savaşın daha uzun süre varlığını devam ettireceğini yönelik tahmini, Biden liderliğindeki ABD hükümetinin bugün Ukrayna’yla on yıllık güvenlik anlaşması yapmasında temel bir nedeni oluşturduğu gayet açık.

Zirve’de, Ukrayna sorununun önceliğini, Biden liderliğinde bu zenginler kulübünün Ukrayna’nın yeniden inşası sürecine, 50 milyar dolarla katkıda bulunma talebi oluşturdu.

Bunun yanı sıra, Ukrayna’nın bu meblağı ‘bağışta bulunacak’ ilgili ülkelere geri ödemesindeki yöntem de gayet yenilikçi…

Çözüm, Batı ülkelerinde toplam tutarı 290 milyar doları bulan ve dondurulmuş durumdaki Rusya’ya ait mal varlığıyla karşılanması görüşüyle ortaya konuluyor.

Biden yönetimi yakın geleceği de öngörerek bu yardım işini şimdiden halletmiş gözüküyor…

ABD’de Kasım ayındaki seçimlerden Trump’ın zaferle çıkması halinde, ABD’de iktidarı oluşturacak yeni hükümetin bu anlaşmayı ortadan kaldıracağından hareketle, yardımın -tıpkı İsrail’e yardımlarda olduğu gibi-, Senato onayı gerektirmeyen bir mekanizmayla çözümlendiği belirtiliyor.

Çin’e mesaj (mı?)

Çin ile bağlantılı konular doğrudan gündeme gelmediği doğrudur.

Ancak, zirve’nin içeriğine biraz dikkatle bakıldığında, Rusya kadar Çin’in de, Batı bloğunun hedefinde olduğu görülecekter.

Öyle ki, ev sahibi ülke İtalya devlet başkanı Meloni’nin sosyal medya hesabından yaptığı bir açıklama, İtalya’nın zirve için seçtiği kasabanın Akdeniz’in ortasında olmasından hareketle, ‘doğu ve batı’nın buluşma noktası’ gibi gayet romantik bir açıklamada bulunurken, Batı’yı Atlantik Doğu’yu ise Hint-Pasifik ile adlandırması dikkatlerden kaçmadı.

Elbette bu açıklamada yer alan kelimeler ve kavramlar okuyucular için farklı şekilde algılanabilir.

Ancak, böylesine önemli bir toplantıda ‘Hint-Pasifik’ kavramının ortaya konulmasında temel bir hedef algısı oluşturduğunu ve bunun da, Çin olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

G-7 zirvesinde Çin sorunu gündeme gelmedi. Evet doğrudur...

Ancak unutulmamalı ki, Ukrayna savaşından önce uluslararası ilişkilerde merkezi önemi taşıyan ABD-Çin çatışmasıydı.

Ve bu durum, özellikle, Şi Cinping’in devlet başkanlığı koltuğuna oturduğu 2013’den bu yana, Batı için giderek ağırlığını hissettiren gayet önemli bir sorun olurken, bunu Batı için 21. yüzyılın Doğu Sorunu olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır.  

Batılı güçlerin birlikteliği ve ittifakı anlamına gelen G-7 zirvesi, gelişmiş ülkelerin temel hedefinin, kovid-19 sonrasının en önemli gelişmeleri üzerine güçlerini birleştirmek olduğunu ortada.

Zirve konularına, aktörlerine ve bu aktörler karşısında hedef konumunda görülen ülke ve yapılara bakıldığında, kovid-19 gibi, tüm insanlığı tehdit eden bir kamu sağlığı probleminin, dünyada birliği tesis edeceği konusundaki görüşlerden kopuş öyle uzun bir sürede gerçekleşmediğine tanık oluyoruz.

https://guneydoguasyacalismalari.com/g-7-zirvesi-ve-kuresel-baris-cabalari-g-7-summit-and-global-peace-attempts/

23 Haziran 2024 Pazar

Osmanlı Devleti’nde reform süreci ve kaçınılmaz başarısızlıklar / The reform process in the Ottoman State and inevitable unsuccessfulness

Mehmet Özay                                                                                                                            23.06.2024

Osmanlı Devleti’nde reform süreçlerinin sadece, bu devlete özgü niteliklerle ortaya çıkmamış, aksine, dünya tarihinin çeşitli evrelerinde farklı coğrafyalardaki devlet yapılarında görüldüğü üzere reform, bir gereklilik olarak kendini ortaya koymuştur.

Bu süreçlerin bir yanında, -geleneksel devlet yapılaşmalarında ordunun ve/ya ordu içerisindeki güç yapılaşmasında edindikleri yer nedeniyle bazı ordu birimleri yer alırken öteki yanında, bürokrasinin çekip çevrilmesi ile tüm sosyal sistemi nizama getirecek eğitim süreçlerinin kaçınılmaz bir yeri ve önemi bulunmaktadır.

Bu çerçevede, Osmanlı’da toplumsal ve siyasal düzenin rasyonalitesini yitirmesindeki amillerden başlıcaları olarak, ordunun ve sivil bürokrasinin nizam ve intizamı meselesi, devleti kayda değer ölçüde meşgul etmiştir.

Ordu kurumu, var olan karakretistik niteliğiyle ‘askeri gücün’ tesisi ve devamını kendinde bir çıkara dönüştürmesiyle disiplinsizliğin başlangıcını oluştururken, sivil bürokrasi oluşan devlet nizamı içerisinde refahın gelişmesi kurulu düzenin gevşekleşmesiyle birlikte, benzeri bir kendinde çıkar unsuru olarak bir evrim geçirmiştir.

Bu evrimin en önemli aşamasını, adına meritokrasi (meritocracy) denilen veya İslami terminolojiden istifadeyle ‘hak’ ve ‘adalet’ olgularıyla hareket etmek yerine, kendinden olanı koruyup kollama yani, sosyolojik kavramsallaştırmayla patron-müşteri (patron-client) ilişkisiyle belirlenen çıkarlar silsilesinin yerleşmesi teşkil etmiştir.

Bu yazıda kısaca, söz konusu bu iki temel kurumdan askeri boyutunda ve ‘Yeniçeriler’ özelinde durarak, değişim veya evrim çabalarına değineceğim.

Değişimin somut nedenleri

Osmanlı Devleti de, bu süreci genel itibarıyla veya kurumsal yapılaşma bağlamında, 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başlarında bizatihi, siyasal güce sahip yöneticiler vasıtasıyla gerçekleştirme yoluna gitmiştir.

Bu süreci tetikleyen unsurların başında, hiç kuşku yok ki, rasyonalitesini yitirmiş devlet kurumları, çökmeye yüz tutmuş yapılar ile Avrupa’nın ‘değişme ve gelişme’ konusunda doğrudan ve dolaylı baskısı rol oynamıştır.

Tüm bunların temelinde ise, bir zihinsel durağanlık meselesi olduğuna ise kuşku bulunmuyor...

Öyle ki, Avrupa’da elçi olarak bulunan eski bürokratların veya ‘yeni diplomatların’ gözlemleri ile 1780’lerden itibaren, Avrupa gazetelerini ‘yakından takip etmeye başlayan ‘Pay-i taht’ın, uzun yüzyılların ardından değişmeme konusunda bir direniş ortaya koyması beklenemezdi.

Kaldı ki, buna en başta Batı Avrupa devletleri izin vermemeye karar vermiş gözüküyorlar!

Kopuş ve süreklilik

Osmanlı Devleti’nde, 3. Selim’le başlayan ve 2. Mahmud’da güçlü bir şekilde devam ettiği görülen yenileşme süreçleri, döneme nizam-ı cedid/Yeni Düzen (New Order) adı verilmesiyle, önceki dönemden ayrılan bir boyuta sahiptir.

Önceki dönem, yani gizli/açık Kanun-i Kadim yani, ‘eski düzen’ dönemi...

Oysa, Yeni Düzen’in ilerleyen safhalarında özellikle de, kurumsal dönüşümlerin habercisi olan, Tanzimat (1839) ve Islahat (1856) gibi iki hatt’ın ilânı ve uygulanmaya çalışılması sürecinde bir referans olarak karşımıza, Kanun-i Kadim yani, eski düzene dönüş çağrıları ve davetleri çıkar...

Aslında ‘eski düzen’, kimilerinin zannettiği anlamda ‘gericilik’ değildir...

Aksine, ideali temsil eden dönemdir ve o dönemin başarılarının ancak, o dönem kurumsal yapılaşmalarının ihyasıyla olacağına dair güçlü kanaattir.

Bu bağlamı, sosyolojik bir tutum olarak idealleştirmemek gerektiğini söyleyebiliriz.

Bu anlamda, bu süreçte kendini, ‘kanun-i kadim’e bağlı hisseden ve bu süreci gündeme getirenlerin his ve niyetlerinin samimiliği meselesi bu şahısların kendileriyle menkuldur.

Ancak, sosyolojik olarak bakıldığında, bu sürecin manipüle edilmiş olması, söz konusu bu çevreler arasında, dönemin değişme ve değişmeme dikotomisinde kafa karışıklığı kadar samimiyetsizliği de içinde barındırdığı ortadadır.

Meselâ, Halet Efendi’yi bu grup içerisinde, önde gelen bir şahsyiet olarak sunabiliriz....

Kararlılık süreçleri

Öte yandan, gerek ehli bürokratlar, diplomatlar vasıtasıyla Batı’daki dönüşümü en azından, ‘yüzeysel olarak’ bile gözlemleyenlerin katkısı ve isteğiyle, modernleşme ve/ya Batılılaşma yer alması ortada, gayet önemli bir tenazukun varlığına işaret ediyor. 

Belki, bu olguyu ayrı bir yazıda ele almak daha doğru olacak...

3. Selim’in sürecin başlatıcısı olmasına karşın, 1808 yılında Yeni Düzen süreci Yeniçeri isyanıyla inkitaya uğraması ve başlatıcısı olduğu reform sürecini bizatihi canıyla ödeyerek devam ettirme arzusu,[1] hiç kuşku yok ki, onun siyasal değişim süreçlerindeki samimiyetinin bir göstergesiydi.

2. Mahmud ise, selefinin akibetini gözler önüne alarak reform sürecinin gayet dikkatle ve ilâve tedbirler alarak yürütmüş olması gözlerden kaçmıyor.

2. Mahmud’un, kendinden önceki 3. Selim dönemini dikkatle izlediği ve analiz ettiği ve süreçlerde neler yapılması gerektiği konusunda derin bilgi sahibi olduğu ortadadır.

Cevdet Paşa’nın ifadesiyle, “şahin gibi kafesden çıkıpda taht saltanata cülus ettiği gibi mütegallibe ve hususuyla Yeniçeri eşkiyasının ezelalarını tasmim almış idi.[2]

Öyle ki, bu süreçte, değişimin en önemli aracı ve hedefi konumundaki Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması olduğuna kuşku yoktur.

Kurulu düzen olarak ‘Yeniçeri’

Yeniçeri... Öyle bir kurumdan bahsediyoruz ki, Osmanlı Devleti’nin neredeyse kuruluşundan itibaren, önemli bir rol icra eden ve devletin neredeyse, Sultan’dan sonra varlık nedeni haline gelmiştir.

 

‘Yeniçeri’ adına ‘sipahi’ ile birlikte ilk olarak Orhan Gazi döneminde rastlanırken, kardeşi Alaaddin’in H. 730 yılında orduyu yeniden düzenlemesi sürecinde, ‘Yeniçeri’ ve ‘Sipahi’ adlarıyla ayrıldığı görülür.[3]

 

İlerleyen süreçte ise, örneğin, 1. Murat döneminde Çandarlı Kara Halil çabalarıyla kurulan Yeniçerilik müessesesi yeniden ele alınmıştır.[4]

 

Söz konusu bu askeri kurumun değiştirilmesi ve dönüştürülmesi meselesinin öyle, sanıldığı gibi 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başı meselesi olmadığını, Osmanlı’nın yükselme dönemindei bazı önemli kayıtlar bize açıkça gösteriyor.

Örneğin, Yavuz Sultan Selim döneminde, Kemah, Sivas ve Elbistan bölgelerinin Osmanlı topraklarına katılması sürecinde, Yeniçerilerin ortaya koydukları “şerkeşlik” meselesi karşısında Yavuz Selim, İstanbul’da tedbir almaktan geri durmamıştır:

Yeniçeriler biraz serkeşlik etmiş olmağla, Sultan Selim İstanbul’a döndükte fesad başlarını yine anlardan sürüp zor ile söyleterek bulduklarının cezasını icra eyledi.[5]

Ardından, oğlu I Süleyman yani, Kanuni Sultan Süleyman idaresinin ilk yıllarında, Mısır meselesi hâl yoluna konulmak amacıyla, Osmanlı politikası geçici bir süre savaştan uzak bir dönem yaşarken, Yeniçeriler’in İstanbul’da toplumsal huzuru bozan davranışlarına müdahale yine doğrudan Sultan’dan gelmişti:

Yeniçeri zorbalarına rahat batıp, İstanbul içinde fedahate (!) başlamalarıyla Padişah alicenap bir gün içlerine dalarak bir kaçını tepelemişti.[6]

Dönemin gereği olarak, bütün bir kurumu dönüştürmek mümkün olmadığı gibi, ‘rasyonel de değildi’ diyebiliriz.

Devletin en güçlü dönemlerinde, Yeniçeri kurumunda disiplinsizlik sorunuyla ilgili gelişmelerin ilerleyen dönemlerde ve özellikle de, ‘zayıf sultanlar’ dönemlerinde gayet belirgin bir hâl aldığına kuşku yok.

Ve bunun ilk örneğini, daha Kanuni Süleyman’ın naşı ortadayken ve 2. Selim henüz cülus’unu tamamlamış iken, Sigetvar seferi dönüşü yolda ve İstanbul’da Çemberlitaş civarında yaşanan hadiseler ortaya koymuştur.

Bu gelişme, sadece toplumsalla sınırlı olmayan aynı zamanda, devletin varlığı ve geleceği üzerinde bir tür ipotek olarak kendini ortaya koyan yapılaşması Yeniçeri konusunu, hiç kuşku yok ki, 19. yüzyıl reform sürecinin en önemli olgusu haline getirmiştir.

Osmanlı Devleti’nde reform süreçlerinin hiç kuşku yok ki, en önemli aşamasını merkezde güç yapılaşmasında yer alan unsurlar teşkil etmiştir.

Bunların başında askeri unsur olarak Yeniçeriler gelirken, sivil bürokraside yer alan yapılaşmalar da zamanla reform ihtiyacının hissedildiği kurumlar olmuştur.

Yeniçeri yapılaşmasındaki çözülme emareleri, devletin merkezinde erken dönemlerden itibaren hissedilirken, alınması beklenen tedbirlerin bir başka deyişle reform süreçlerinin gecikmesi kaçınılmaz başarısızlıkta önemli rol oynamıştır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/osmanli-devletinde-reform-sureci-ve-kacinilmaz-basarisizliklar-the-reform-process-in-the-ottoman-state-and-inevitable-unsuccessfulness/



[1] Alp Eren Topal. (2021). “Political Reforms as Religious Revival: Conceptual Foundations of Tanzimat”, Oriente Moderno, 101, s. 157. (153-180).

[2] Cevdet Paşa. (?). Tarih-i Cevdet, Cildi Hadi aşre, Min ibtida-i vakıa sene 1232 ilâ evahiri vakıa sene 1236, İstanbul: Matbaa-i Asmani, s. 3.

[3] Ahmet Vefik Paşa. (1302/1885). Fezleke-i Tarih-i Osmani, İstanbul: Matbaa-i Osmaniye, s. 13.

[4]  İpşirli, Mehmet. (1998). “Osmanlı Devleti’nde Kazaskerlik” (XVII. Yüzyıla Kadar), Belleten, C. LXV, (Aralık, 1997), Sayı 232, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, s. 606. (597-699).

[5] Ahmet Vefik Paşa. (1287/1870). Fezleke-i Tarih-i Osmani, Tab-ı Sani, Mekteb-i Harbiyye-i Şahane Matbaası, s. 49.

[6] A.g.e., s. 51.