Mehmet Özay 2 Ekim 2023[1]
Çalışmanın konusunu, Türkiye-Endonezya ilişkileri
teşkil ettiğinden, çalışmaya imza atan Çolakoğlu ve Güler adlı akademisyenlerin,
bu alanda uzman olduklarını düşünmemiz gerekir doğal olarak. Ancak, girişte
çalışmaya katkı yapan iki akademisyenin Endonezya özelinde ve de ASEAN
genelinde bir çalışma içinde olduklarına referans yapan bir açıklamaya
rastlamıyoruz. Aksine, Doç. Dr. Çolakoğlu’nun Kuzeydoğu Asya’yı çalıştığı;
doktora öğrencisi Güler’in ise yüksek lisansını, ‘Avrupa Çalışmaları’
bağlamında tamamladığına dair ifadeler yer alıyor sadece. Oysa Endonezya,
coğrafi olarak Güneydoğu Asya’da bulunan, ASEAN’a üye ülkelerden biri ve bu
anlamda, Kuzeydoğu Asya ve Avrupa ile pek bir bağlantısı bulunmuyor.
Çalışmanın ‘Giriş’ bölümünün, sadece iki
paragraftan ibaret olması ve birinci paragrafın Açe bağlamına, ikinci
paragrafın da iki ülkenin -yani, Türkiye ve Endonezya’nın-, ne türden rol
oynadıkları ve bu rollerin, iki ülke ilişkilerine pozitif etkisi epeyce şüpheli
birtakım uluslararası birliklere hasredildiği görülüyor.
Çalışmanın ‘Giriş’ bölümünde, “TÜBİTAK” destekli
yapıldığı belirtilen çalışmanın başlığı, Asya-Pasifik bölgesinin görece önemli
ülkelerinden Endonezya ile Türkiye arasındaki tarihsel bağdan, günümüzde
koşullar çerçevesinde jeo-politik gelişmeler bağlamındaki ‘siyasi ve ekonomik
ilişkiler’ ağına dönüşümünü konu alındığını akla getiriyor. Böylesi bir
düşüncenin gündeme gelmesinde ve getirilmesinde, ülkemizde kimi resmi ve gayri
resmi çevrelerin şu veya bu bağlamda, “Türkiye-Endonezya ilişkileri” derken
atıfta bulundukları sözde tarihi referanslar temelde tarihde olup bitenlerle
uyuşmayacak bir nitelik arz ediyor.
Nedir bu referans? Osmanlı Devleti ile Açe İslam
Sultanlığı arasında gelişen ilişkiler... Ancak, burada iki ülke arasında, belki
de siyasi soruna yol açabilecek bir bağdan söz edildiğine ifade etmeliyiz.
Modern Endonezya Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana, adına Açe Eyaleti
denilen toprak parçası üzerinde yaşayan halkla ve bu halkın tarihiyle sorunlu
bir merkezi hükümetin olduğu bu ülke üzerine kalem oynatan hemen hemen tüm
akademisyenlerin ortak kanaatidir. Burada hiç kuşku yok ki, kimi çevrelerce
“önemli değil, Cakarta ile ilişkileri temellendirme adına böyle bir yaklaşımda
bulunuyoruz” savunusu yapılabilir. Ancak, bunun Cakarta’da bir karşılığı olduğunu
iddia etmek mümkün mü? Öte yandan, vakıa şu ki, Cakarta’da veya Ankara’da resmi
görüşmelerde de söz konusu bu tarihi bağdan söz açıldığında yetkililer, “Açe” adını
açıkça zikretmiyorlar. Zikretmeleri halinde ise konuya vakıf olanlarca Cakarta
makamlarının nasıl tepki vereceği tahmin edilebilir.
Tam da, bu noktada bir Büyükelçimizle genel bir
sohbet ortamında geçen bir anektodu aktarmakta fayda var. Bir vesile ile
yapılan görüşmede Cakarta makamları Büyükelçiye “Siz -yani, Türkler- Açe’yle çok
ilgileniyorsunuz” babında bir cümle sarf etmiş. Büyükelçimizde “Siz de tarihte
Açe gibi bizden yardım isteseydiniz sizinle de ilişkiye geçerdik” şeklinde bir
karşılık vermiş. Cakarta makamlarının serzenişlerine sebep ise gerçekte tsunami
sonrasında geliştiği varsalıyan ilişkiler. Oysa bu dönem de bile, ‘ilişkinin’
boyutu “insani yardım”ın ötesine geçmediği bilinmekle birlikte, Cakarta
makamları buna bile tahammül edemiyorsa, acaba siyasi, ekonomik, kültürel
bağlamları ile Açe nezdinde yapılacak girişimler acaba nasıl bir tepki alır
diye sormak gerekiyor.
Türkiye tarafında ise Endonezya’ya yaklaşım
bağlamında aracı rolü oynayacağı düşünülerek tarihin kadim dönemlerine, bugün Endonezya
denilen toprakların (Takımadalar/the Archipelago) bir bölümünde gerçekleşmiş
birtakım etkileşimlerden hareket ediliyor ve bunların, modern Endonezya
Cumhuriyeti’nin ‘damarına’ ulaşmada referans olması beklentisi var. Çolakoğlu
ve Güler ikilisince hazırlanan bu raporda da, benzer bir hususun dile
getirildiğini gördüğümüzde şaşırmıyoruz. Her ne kadar, içindekiler bölümünde özel
bir bölüm açılmasa da, Giriş’te bu tarihi referansa dair bazı atıflar var.
Modern dönem ele alındığında bile, Endonezya
Devleti’nin bağımsızlık ve kuruluş yıllarında Türkiye’den esinlenmelerin
gündeme getirilmesi gerekiyordu. Çünkü Endonezya Cumhuriyeti tam da, Modern
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş temellerini ansıtan ‘pancasila’sız
anlaşılması mümkün değil. Rapor, Modern dönem Soğuk Savaş yılları; Soğuk Savaş
sonrası yıllarda İkili İlişkilerin Yeniden Şekillendirilmesi; Türk-Endonezya
İlişkilerinde Çoklu Boyut Yaklaşımları; Türkiye-Endonezya Ekonomik İlişkileri
alt başlarını taşıyor. Buna ilâve olarak Sonuç bölümünde ‘tavsiyeler’e yer
veriliyor.
TÜBİTAK gibi önemli bir devlet kurumundan fon desteği
almış bir akademik çalışmanın, saha çalışması olarak gerçekleştirildiği
düşünülebilir. Ancak, çalışmanın ‘masa başı’ literatür taramadan öte gitmediği
görülüyor. Bunun detaylarını aşağıda göreceğiz...
‘Rapor’ adı verilen çalışmanın daha ilk cümlesi
‘dipnotlu’ verilmesi, çalışmaya katkıda bulunan akademisyenlerin konuya dair
bir genel yaklaşıma sahip olmadıklari izlenimini veriyor. Kaldı ki, daha ilk
cümleden ‘dipnotlu’ bir girişin akademik yazımda muteber olup olmadığını da
tartışabiliriz. Bakalım bu dipnotlu giriş cümlesinde özetle ne söylenmiş: “Açe
Sultanlığı, 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar uzanan tarihin değişik dönemlerinde
Portekiz, Hollanda, Fransa ve İngiliz sömürgeciliğine karşı Osmanlı’dan yardım
istedi.” Ve bu cümleye referans, Türk-Açe ilişkilerini 1994 yılında Doktora
çalışmasına konu yapan Prof. Dr. İsmail Hakkı Göksoy’un 2007 yılında 1.
Açe-Hint Okyanusu Çalışmaları Konferansı (ICAIOS)’unda sunduğu tebliğ olmuş.
Fransızlarla İngilizlerin Açe ile herhangi siyasi ve askeri etkileşimi olmadığı
aksine, özellikle İngilizler’in daha Hint Okyanusu’nun doğusuna geçtikleri
andan itibaren, ilk siyasi ve ekonomik ilişkiye girdikleri devlet Açe’nin
olduğu bir tarihi gerçektir. İngilizlerle siyasi mülâhazalar bağlamında çatışmalar ve askeri
kamplaşmalar bir tarafa, 19. yüzyıl başlarında Thomas Stamford Raffles Açe Sultanı
ile yüzyüze görüşmeler ve yazışmalarla Açe ile bir ‘ittifak’ ilişkisi
geliştirmeye çalışmıştır.[2]
Gene aynı yüzyılın üçüncü çeyreğinde, Açe topraklarına Hollanda istilası
sırasında Penang Adası üzerinden Açe’ye silah gönderilmesi konusunda
İngilizlerin bir ‘himayesinden’ bahsetmek bile mümkün... Bu metni kaleme
alırken, tüm belgelerim Açe’deki evimde olduğundan Göksoy Hoca’nın konferans
metnini bir kez daha kontrol etme imkânı bulamadım. Ancak, o konferansta sunum yapan
Göksoy Hoca’yı bizzat dinleyen ve de metnini elden geçirmiş biri olarak Fransız[3]
ve İngiliz sömürgeciliğinin Açe’de varlık göstermesi ve bunun askeri bir
vecheye bürünmesi üzerine Açe siyasi elitinin Osmanlı’dan yardım talebine dair
herhangi bir cümle hatırlamıyorum. Şayet Göksoy Hoca bu tür bir ifade kullanmış
ve bunu metninde yer vermiş ise o zaman farklı bir eleştiriye başvurmak
gerekir.
İkinci paragraf ise, modern döneme sıçrama
yaparak Türkiye-Endonezya’nın ne denli ‘sağlıklı’ ve ‘yakın’ ilişkilere sahip
olduğuna dair bazı atıflar yapılıyor. Bu atıfların başında 1945’den itibaren
geliştirildiği, içinde İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT), D-8, G-20 ve ASEAN gibi
uluslararası birliklerde bulunmaları örnek gösteriliyor. Temelde, iki ülke
arasında siyasi etkileşimden bahsedilecekse bunun başlangıç noktasını Endonezya
kurucu babası Sukarno’nun, Mustafe Kemal Atatürk’ün laiklik uygulamaları ve
devrimleri üzerindeki çalışmaları dikkatlere sunulmalıdır. Burada hemen rahat
ulaşılabilecek bir akademik çalışmayı örnek verebilirim: Ibnu Anshori. (1994). Mustafa
Kemal and Sukarno: A Comparison of Views regarding Relations Between State and
Religion, Master of Arts, Institute of Islamic Studies McGill University,
Montreal.
Öte yandan, iki ülkenin adı geçen uluslararası
birliklerde üye olarak bulunmaları her zaman için yakın ilişkiler
geliştirmeleri anlamına gelmiyor. Bu ilişkilerden D-8’i farklı bir bağlamda
almakta fayda var. Kaldı ki, D-8’in de bölgesel ve uluslararası ilişkilere etki
edebilecek bir boyuta gelmesinin nasıl engellendiği düşünüldüğünde bu birlik
içerisinde olmakla her iki ülkenin ne türden bir yakınlaşma sergilediği
şüphelidir. G-20’de başat aktörlerin Türkiye ve Endonezya olmadığı da
biliniyor... Fazla söze hacet yok... ASEAN’daki birliğe niçin atıfta
bulunulduğunu anlamak zor. Çünkü ‘raporun’ kaleme alındığı tarihte Türkiye’nin
ASEAN’a akredite olması ve Endonezya Büyükelçisi’ni, aynı zamanda ASEAN’dan
sorumlu büyükelçi atamasının üzerinden aşağı yukarı bir yıl geçmişti. Geriye
kalıyor İİT... Bu Birlik’in varlığı konusunda ve Endonezya’daki faaliyetleri
bağlamında bugüne kadar epeyce ipucu verdik...
Ayrıca sarf edilen bir cümle var ki, bunun ne tür
bir siyasi ve uluslararası ilişkiler terminolojisine ve teorisine oturduğu
sorgulanmayı hak ediyor. Her iki ülkenin nüfusunun çoğunluğunun Müslüman
olması, benzer politikalar gütmesi ve iki ülkenin yakınlaşmasına sebep
gösteriliyor. Türkiye Cumhuriyeti kuruluş temelleri itibarıyla laik bir
ülkedir; Endonezya Cumhuriyeti kuruluş temelleri bakımından bizzat Türkiye
laikliğini örnek almış seküler bir devlettir. Her iki ülke halkının kahir
ekseriyetinin ‘Müslüman’ olmasının bu ülkelerin politikaları ve siyasi
hedeflerinin benzerliğine çağrışım yapacak ne türden bir etkisi olduğu
anlaşılamıyor. Her iki ülke kurucu babaları ve nihayetinde on yıllarca
yönetimde bulunmuş siyasi elitinin siyasi ideolojiler noktasında İslam’a ne
türden bir pay verip vermediklerini Suharto’yu ve günümüz Endonezya siyasetini
konu alan metinlerimizde dile getirmiştik...
Birinci Bölüm’ün giriş cümleleri Soğuk Savaş’ın çetrefil
zamanında ‘Demokrasiye’ çokça ihtiyaç duyan Endonezya’nın çareyi Türkiye’yi
model almakta bulduğunu öğreniyoruz. Buna kanıt olarak da önce 1952 yılında
dönemin Endonezya Başbakanı’nın ve ardından da Devlet Başkanı Sukarno’nun 1959
yılında Türkiye ziyaretleri gösteriliyor. Sukarno’nun Anıtkabir’de Mustafa,
Kemal Atatürk’ün mozolesini ziyareti ve orada yaptığı konuşmada, gençliğinde
Atatürk’ün kendisine nasıl ilham kaynağı olduğunu ve bu anlamda ona karşı
beslediği derin saygı ve hürmete vurgu yapılıyor. Bu giriş cümleleri ile
çelişen paragraf ise hemen ardından geliyor.
Bu çerçevede, Endonezya’nın ‘Türkiye’yi sadece
demokratikleşme konusunda örnek
almadığı, üstüne üstlük 2000’li yıllara kadar ordunun siyasetteki rolü
bağlamında da bir model olduğu söyleniyor. O zaman şunu sormak gerekmiyor mu?
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş bağlamı demokratikleşme midir? Devrimler dönemi
demokratikleşmenin hangi bağlamına oturmaktadır? Tam da burada, yıllar önce
lisede Inkilâp Tarihi dersi hocamızın
“Atatürk çok zekiydi... Bazı çevrelerle nasıl baş edeceğini çok iyi biliyordu.
Devrimleri yaptı, çünkü bu çevrelere karşı yapması gerekiyordu.” şeklindeki
cümlesi aklıma geliyor. Her iki devletin, daha kuruluşundaki militarist
unsurlar ortadayken, hangi demokratik uygulamalardan bahsetmek mümkün.
Kaldı ki, Sukarno’nun 1959 Nisan ayının son
günlerinde Türkiye ziyaretinden hemen kısa bir süre sonra, aynı yılın Temmuz
ayında ülkede 1950 yılından itibaren uygulanagelen
ve adına liberal denilebilecek anayasayı ilga ettiği ve bunun yerine gücün
Devlet Başkanı’nda toplandığı bir yönetime geçiş yaptı. Adına, ‘Denetimli
Demokrasi’ denilen rejimdeki bu değişim hiç kuşku yok ki, dönemin en
önemli İslamcı oluşumu Masyumi’nin
kapanmasına neden oldu. Bu süreçte ‘Pancasila’yı
sorgulayan bütün İslamcı tartışmalar da sona erdirilmiş oldu.[4]
Bu konuda, bir de Endonezyalı bir akademisyenin
çalışmasına dikkat çekelim. Takdir Alisjahbana Endonezya’nın yetiştirdiği önemli
entellektüel ve akademisyenlerinden biridir. Takdir Alisjahbana bir çalışmasında,[5]
Anayasa’da yer almakla birlikte halkla paylaşılmayan haklara atıfta bulunaras
şöyle der: “Anayasanın 131. Madde’sinde yer alan bölgesel otonom sözünü yerine
getiremediğimiz gibi, üniter devlet sloganlarını, güç, refah ve statü elde
etmek gibi kişisel hırs ve ihtiraslarımıza kurban verdik.” Herhalde, bu iki
atıf Sukarno’nu ne tür bir demokratikleşmeyi hayata geçirdiğini kısaca
anlatıyordur.
Burada, “Türkiye’deki sekülerleşme”ye kısa bir atıf
varsa da, gerçek o ki, Türkiye’de sekülerlik değil, ‘laiklik’ hakimdi. Laiklik
ve sekülerliğin, iki farklı siyasal kavram olduğunu fırsat buldukça
Endonezya’daki ve Malezya’daki dostlara ve öğrencilere aktarma imkânı buluyorum. Bu iki siyasi
kavramın anlaşılamaması diyelim ki, bu rapor örneğinden hareket edecek olursak
Türkiye ve Endonezya “demokratikleşme süreçlerini”, “çoğunluğu teşkil eden
Müslüman halkların ve temsilcilerinin iç politikadaki karşılıklarının neye
tekabül ettiğini” pek de algılayamadığımız sonucunu doğurur.
Dördüncü dipnota konu olan cümle üzerinde durmak
gerekir. Çünkü Türkiye’deki sivil demokrasinin işlevselliğine ve ordunun
müdahalelerinin ise ancak “Anayasal düzeni tehdit eden” bir siyasi partinin
neşet etmesi halinde gündeme geldiğini vurgulanarak Endonezya’nın bu uygulamayı
kendine model aldığı söyleniyor. Dipnotun nereden alındığını merak edenler için
hemen iletiyorum: “Türk Ordusu Modelimiz Olacak”, Milliyet, 25 Kasım 1998. Bu
cümleyi kimin söylediğine dair bir atıf yok. Ancak, metinde geçen ifadeler
dikkate alındığında Endonezyalı bir yetkilinin söylediği görülüyor. Demecin
tarihi neye tekabül ediyor bir de ona bakalım. Cakarta’daki dev gösterilerin
ardından, 21 Mayıs 1998’de Devlet Başkanlığı’ndan ayrılmak zorunda kalan
Suharto’dan sonra geçici Başkanlık görevini üstlenen üvey oğlu makamındaki
Prof. J.B. Habibie’nin dönemi. Herhalde demeci veren Endonezya ordusunda üst
rütbeli bir subay olmalı. Peki o zaman, Suharto’nun 30 Eylül 1965’de gerçekleştirdiği
Askeri darbeyi nasıl açıklayacaksınız?
Türkiye-Endonezya ilişkileri, ‘Bağlantısızlar’
konusunda da ele alınmış. Ancak ne tuhaftır ki, meşhur 1955 Bandung Konferansı
yerine, 1965’de (!) Cezayir’de yapılan toplantıda Kıbrıs konusunda aranan
desteğe değinilmiş. Acaba Cezayir’deki toplantı 1965 yerine, 5-9 Eylül 1973
olmasın... Öte yandan, Bandung Konferansı Türkiye açısından önemli bir girişim
olarak hesaplanmıştı. Ancak, bu konferansa iştirak eden Türkiye’nin -ki heyetin
başında dönemin Türk Dışişleri Bakanı Fatin Zorlu bulunuyordu- NATO’nun,
dolayısıyla Amerikan yanlısı olarak konferansa iştirak ettiği ileri sürülerek,
konferans boyunca maruz kaldıkları eleştirilere hiç değinilmemiş! Acaba bunun
Türkiye-Endonezya ilişkilerinin geliştirilmesinde bir rolü olmuş mudur?
Rapor’un ana başlığıyla çelişen ifadelere de yer
veriliyor. Bu anlamda, iki ülke arasındaki ilişkilerin “geliştirilememesine”
örnek, 1970’li yılların sonundan veriliyor. 1979’da dönemin Başbakanı Bülent
Ecevit, Endonezya Başbakanı Adam Malik’i resmen davet etmesine rağmen,
araştırmacıların vurguladığı üzere her iki ülkenin kayda değer ekonomik güçleri
olmadığı ve iç ve dış sorunlarla boğuşmak zorunda kalmaları dolayısıyla
ekonomik ve politik ilişkilerde bir gelişme olmuyor. Bununla birlikte, iki
ülkenin uluslararası arenada birbirine verdiği destek Kıbrıs ve Doğu Timor
meselelerinde olduğu görülüyor. Yani, Türkiye dönemin yönetiminin icraatı
olarak Suharto’nun 7 Aralık 1975 tarihinden itibaren Doğu Timor’u istilası ve
akabinde gelen şiddet ve zulme destek vermiş mi denmek isteniyor acaba? Bir
diğer girişimin, Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in 1982 yılı Aralık ayında Endonezya
ziyareti olarak dikkat çekiyor. Bu vesile ile iki ülke devlet başkanı konusunda
hem fikir olduklarını açıklarken, her türlü “terör faaliyetini” kınadıklarını
ve “kaynakları ne olursa olsun” bu türden faaliyetlere karşı ortak işbirliği
yapma kararı alıyorlar. Suharto’nun o dönemki görüşmelerde ‘terör’den kastı, “‘Açe
Özgürlük Hareketi’ midir?” diye soralım. Bu anlaşmaya imza atan her iki
liderden Suharto’yu yargılanmaktan ölüm döşeğinde olması kurtardı; Kenan Evren
ise halen yargılanıyor...
Soğuk Savaş sonrası dönemde ilişkilerin nasıl
geliştiğine bakalım... Bu bölüm Türkiye’nin “Doğu Asya” ilişkilerinde gelişmeye
atıf yapan cümleyle başlıyor. Aklıma Japonya, Güney veya Kuzey Kore, Çin
geliyor doğal olarak. Ancak, bölüm Endonezya’ya ilgili. O zaman herhalde bir
yanlışlık olmalı diyorum. Çünkü Endonezya Doğu Asya’da değil, Güneydoğu
Asya’da... Ancak Çolakoğlu ve Güler, çalışmanın 14. ve 17. sayfalarda Doğu Asya
ifadesini bir kez daha kullanarak beni bu yanlışa inanmam konusunda
zorluyorlar... Bu ülkenin coğrafi konumunun en azından, 1950’li yıllardan
itibaren Endonezya’yı kaleme alan Batılı ve Doğulu akademisyenlerin
çalışmalarından haberdar olan Türk akademi dünyasının bilmesi gerekir.
Her ikisi ülkenin halkının çoğunluğu Müslüman
olduğuna göre, Soğuk Savaş sonrasının uluslararası arenadaki kayda değer
gelişmelerinden birinin D-8 olması gerekir. Araştırmacılarımız buna
değiniyorlar elbette. Ancak, sadece bir cümleyle... Bu cümle de dipnotlu.
Dipnota baktığımızda nasıl bir akademik bir çabanın gerçekleştirildiğine de
şahit olabiliriz: “Turkey, Indonesia agree to annual visa requirement”, Today’s
Zaman, 30 Haziran, 2010”. Bu haberin
tarihi, içeriği bize D-8’le ilgili bir şey söylüyor mu? 1996’da kurulmuş D-8’in
hazırlık toplantıları, bu birliğin öncülüğünü yapmış olan Türkiye’deki
Başbakanlık ve Meclis vb. kurumlardaki tutanaklar hiç gözden geçirilmediği
anlaşılıyor.
D-8 nedir, nasıl yapılanmıştır, hedefleri
nelerdir, uluslararası çevrelerden nasıl tepki toplamıştır, Endonezya
rejiminin katkısı ne olmuştur vb.
sorulara cevap vermek yerine, sanki bu birliğe üye olmakla Türkiye ve Endonezya
çok işler başarmışlığı mı söylenmek isteniyor?
Bunun ardından, 2010 yılı Temmuz ayında ASEAN nezdindeki
girişime değiniliyor. Türkiye bu girişimi nedeniyle Asya-Pasifik bölgesinde
“kurumsal ilişkilere sahip bir aktör” olarak değerlendiriliyor. ASEAN’ın
odağında ve çeperinde rol alan ülkelerin Asya-Pasifik’e dair neredeyse her
nevinden sivil toplum kuruluşları ile donanımlı olduğunu dikkate aldığımızda
Türkiye’nin bu bölgeye dair ne tür politikalar geliştiridiği, daha evvelinde
bölgede geliştirilen politikaları anlamada ne tür mekanizmalara sahip olduğuna
dair bir bilgi edinemiyoruz. 2003 yılı Haziran ayında Endonezya Devlet Başkanı
sekreteryasından Husen Adiwisastra’nın Türkiye ziyaretinde verdiği bir demece
dikkat çekiliyor. Adiwisastra, Avrupa Birliği içinde bulunan Türkiye’nin
Endonezya’nın Avrupa’daki sözcüsü olarak değerlendirildiğini söylüyor... Avrupa
Birliği’nin ve de tek tek önde gelen ülkelerinin Endonezya’daki
Büyükelçilikleri’nin boyutu sivil toplum örgütlerinin çapı ve faaliyeti dikkate
alındığında Endonezya’nın AB’de temsil edilmesi için Türkiye’ye ihtiyacı yok
zaten. Endonezya AB içinde kendi formülasyonu’nu ülkesinde ‘izin verdiği’
Avrupa STK’ları marifetiyle başarabilecek güçte bir ülke olduğuna kuşku yok.
Bu dönem ilişkilerinin bir diğer ayağını ‘tsunami
yardımı’ oluşturuyor. Kızılay’ın inşa faaliyetleri gene Türkiye’den bir gazete
küpürüyle verilmiş. Oysa, tsunami sonrasında Açe’de faaliyete geçen Yeniden
Yapılandırma Kurumu’nun (BRR) kapsamlı raporları, Cakarta’daki çeşitli devlet
organlarının yayınları kütüphane raflarında... En azından bir tek Endonezya
gazatesinden alıntı yapılmalıydı diyoruz. Ya da ne bileyim, Ankara’da yanı
başınızdaki Kızılay genel merkezinde o günlerde Açe’de bulunmuş bazı
yetkililerle röportaj veya bu faaliyetlerin kayda alındığı raporlara
ulaşılmalıydı. Evet, “Açe de olmasa nasıl gelişecek Türkiye-Endonezya
ilişkileri?” diye sormanın zamanı...
Gene deprem, sel vb. doğal afetler sonrası bazı
icraatlara vurgu devam ediyor. Ediyor etmesine de, gene bu akademik
araştırmanın kaynakları konusunda sıkıntı da bitmiyor. Nerede gerçekleştiğini bilemediğimiz
2007’deki sel felâketi, 2009’da Sumatra’daki
deprem -Sumatra dünyanın dördüncü büyük adası. Deprem, bu adanın neresinde
olmuştur acaba? Türkiye’nin (!) dağıttığı gıda, su ve ilâç ile 8 “gönüllü” Türk doktorunun insanlara
yardımı...
Sumatra Depremi’nden kasıt 30 Eylül 2009’da
gerçekleşen, dünyanın Padang Depremi olarak bildiği ve Batı Sumatra Eyaleti
başkenti Padang ve önemli ikinci şehri Pariaman’ı vuran deprem kastediliyorsa
bir yanlışlık olsa gerek... Depremin hemen ertesi günü yani, 1 Ekim’de Açe’den
Medan ve oradan Padang’a giden ve bölgeye ulaşan biri olarak, orada bulunduğum
bir hafta süre zarfında bölgede gönüllü doktorlara rastlamadık! Ancak, vakıa
şuydu... Pariaman’da yardımların organize edildiği Belediye Binası’nın
bahçesinde Açe’den tanıdığımız bir Kızılay çalışanına denk geldik. Kısa
sohbetimizde bize şunları aktarmıştı bu arkadaşımız: “Biz de birinci gün
geldik. Birleşmiş Milletler (BM) ekibi, bizi Pariaman’a yönlendirdi. Ancak,
Japon ekipleri bizden önce gelmiş. Çalışmalarına başlamışlar. Biz de bekliyoruz...”
Ardından ayıp olmasın diye, “Allah Allah dört gündür buradayım, sürekli kriz
merkezini ziyaret, Belediye Başkan yardımcısıyla görüşmeler, BM yetkililerinin
briefing’lerini takip edip durduk, niçin karşılaşmadık o zaman” diye sormadım Kızılay’da
çalışan memura. Dipnotu merak edenler için veriyorum: “Türklerin Sevgi
Dalgası”, Milli Gazete, 3 Aralık, 2009. Bu haberin Padang Depremi’nden iki ay
sonrası olduğu dikkate alındığında malum vak’ayla bir alâkası yoktur herhalde... Peki bu dipnot niye?
Araştırmanın “bam teli” Adil Yurtkuran’ın, Coşkun
Aral’la yaptığı röportaja referans verildiği kaynak. Sayfa 11’de, “Endonezya
makamlarının her fırsatta Türklerin insani yardımları karşısında memnuniyeti”ne
değinildikten sonra, tsunami sonrasında Açe’de Türk Kızılay’ının Lhokgna’da
inşa ettiği Lampuuk köyünde bir sokağa “Atatürk” adının yanı sıra, “donorların”
adlarının verildiği belirtiliyor. Ancak,
kaynak olarak Adil Yurtkuran’ın 8 Şubat 2009’da Coşkun Aral’la Banda Açe’de
Blang Bintang’da bir evde yaptığı röportaja dayandırılıyor. Canım ciğerim,
biricik kardeşim Adil Yurtkuran’ın bu röportajından, “birinci elden” haberdarım.
Hatırladığım kadarıyla röportajda, Türk yardım kuruluşunun Lampuuk’da inşa
ettiği köydeki sokaklara verilen isimlerden bahis açılmadığı gibi ‘Atatürk’ adı
da zikredilmiyor...
Söz konusu Türk yardımlarıyla ilgili bir diğer
referans Endonezya’da yayınlanan İngilizce gazete ”The Jakarta Post”
verilmiş. Ancak, dipnotta bu gazetenin ilgili nüshası yazılmak yerine, 27
Aralık 2006 tarihli Sabah gazetesinin nüshası verilmiş. Gene “The Jakarta Post”a
atfen, bu yardımların 20 milyon Dolar olduğunu söylenmiş. Küçük bir detay,
ancak önemine binaen hatırlatmakta fayda var. Adil Yurtkuran kardeşimden
duymuştum vakti zamanında... Türk Kızılayı’nın yardımları yaklaşık 40 milyon
Dolardı... İşte tüm bunlar, “Reshaping of the Bilateral Relations in the
Post-Cold War Era” başlıklı bölümde yer alıyor.
Türk-Endonezya İlişkilerinde Çoklu Boyut
Yaklaşımları (Multidimensional Aspects of Turkish-Indonesian Relations)
başlıklı bölüm Susilo Bambang Yudhoyono’nun 2010 yılındaki Türkiye ziyareti ile
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 2011’deki Endonezya’ya yaptığı ziyaretleri konu
alıyor. Bu ziyaretler vesilesiyle, daha önce birkaç yazı kaleme aldığımdan, söz
konusu ziyaretler bağlamında ne türden ilişkilerin(!) geliştirildiğini burada
tartışmayacağım. Şu kadarını söylemekle yetineyim. Bu son dönem ziyaretlerin en
önemli getirisi, “visa on arrival” uygulamasının başlaması ile Büyükelçi
Zekeriya Akçam’ın belirttiği üzere, ‘Endonezya’dan Türkiye’ye turist
sayısındaki kayda değer artış’ olmuştur. Bunlar gelişme kabul edilecekse, bir iki
sözüm var... ‘Visa on Arrival’ uygulamasında Endonezya’lı göçmen polisinin
Türkiye’den gelen kimi bürokratlar, rektör ve üniversite hocaları gibi
kişilerin sahip olduğu özel görev pasaportunu normal pasaportla aynı işlemi
yapma gibi aymazlıklarının devam ediyor. Öte yandan, aslında turist sayısındaki
artış da, ikili ilişkilerden ziyade, Büyükelçimizin ‘yakışıklılığının’ daha çok
rol oynadığını söyleyebiliriz.
“Turkish-Indonesian Economic Relations”
başlıklı bölüm pek de alanım olmayan ekonomi konusuna ayrılmış. Ancak, burada
bir şeyler söylemeden geçmeyeyim. Yukarıda kısmen zikrettiğim modern dönem
boyunca, iki ülke arasında gerçekleştirilen resmi ziyaretler neticesinde bazı
ekonomik işbirliklerinin gündeme geldiği görülüyor. Ancak, bunca çabalar
sonrasında 2010 yılında iki ülke arasındaki ticaret hacminin sadece 1.5 milyar
Dolar civarında olması, nasıl bir ekonomik işbirliği performansının
gerçekleştirildiğini ortaya koyuyor. Bunun kanıtı ise, 2000 ilâ 2010 yıllarını
kapsayan ticaret hacmini konu alan Tablo 1’deki veriler. Bu ‘resmi verilere’
göre, Türkiye bu ticaret ilişkisinden sürekli negatif gören taraf olmuş...
Anlaşılan, ekonomi alanında kat edilecek daha çok yol var.
Sonuç bölümüne geldiğimizde karşımıza, yeniden
iki ülkenin çoğunluğu Müslüman olan nüfusuna atıf dikkat çekiyor. Bunca
“seküler” gelişmelere yer veren bir metnin giriş ve sonuç bölümünde “halkın
Müslüman çoğunluk olmasına” yapılan atıf bir tezat teşkil etmiyor mu? Bari hiç değilse,
iki ülke arasında Müslümanlara dair herhangi bir dini, kültürel, sosyal
etkileşime yer verilmesi gerekmez miydi? Dikkatli okuyucular fark edecektir.
Çalışmanın hemen girişinde “Osmanlı Devleti’nin (‘İmparatorluk’ deniyor
metinde) zamanının en güçlü İslam
devleti olduğu ve Sultanların (Padişahlar olmalı herhalde) Halife unvanı
taşıdıkları ve dünyadaki tüm Müslümanların lideri olduğu belirtiliyor. Bunun
sonucu olarak da, Osmanlı Devleti’nin kendi sınırları dışındaki Müslüman
toplumları da gözeten bir yaklaşım geliştirdiği” söyleniyor. Bu anlatının
gündeme getirilmesine sebep ise, Açe Sultanlığı’na yapılan yardımlar(!)... Eee
artık ortada Açe Darüsselam Sultanlığı falan olmadığına ve Osmanlı da devrini
doldurduğuna göre, üstüne üstlük modern dönemde Cakarta yönetimleri Açe’yi
Ortadoğu ülkelerine “Aman bunların İslam anlayışı problemlidir” yönündeki
politikalarından dolayıdır ki, Türk hükümetleri de Endonezya ile dini bağlamda
herhangi bir ilişkiye girmemiş olmalılar.
Tavsiyeler bölümüne geçiyoruz.... Hepsine
değinmeyeceğim, sadece üçüncü, yani “Akademik İşbirliği ve Kültürel Değişimin
Artırılması” başlık altındaki hususa dikkat çekeceğim. İki ülkenin birbirini
yeterince tanımadığı; ülkeler arasında öğrenci değiş-tokuşunun yetersizliği;
akademik değişim programlarının olmayışının iki ülkenin birbirini
tanıyamamasına sebep olduğu; bu sorunun bir yönünü de uzak mesafe ve bilet
fiyatlarının yükseliği vb. üzerinde durulmuş. Peki, “bu araştırmaya destek
veren kurumun fonuyla Endonezya’ya gidip, bu araştırmanın bir bölümünü orada
gerçekleştirmeniz ve böylece ülkeki, insanını, ilişkileri daha net anlamak ve
çeşitli akademik bağlantılar kurmak yolunu niçin seçmediniz?” diye de ben
sorayım. Öte yandan Endonezyalı öğrenciler, Hollanda, Almanya, İngiltere, ABD
ve Kanada’ya öğrenime giderken, çok daha fazla mesafe kat ediyor ve çok daha
fazla para ödüyorlar. Tavsiye olarak da, Türkiye’deki özel üniversitelerin
İngilizce öğretim veren lisans ve yüksek lisans programları açmaları gündeme
getirilmiş. Evet bence bu konu Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar
Başkanlığı’yla paylaşılmalı... Bir de
araştırmacıların ulaşamadıkları kimi kaynaklarda tsunamiden sonra Türkiye’nin
kimi önemli kurumlarının Açe’den başlayarak Endonezya’da ve de ASEAN’da ne gibi
roller oynayabileceğine dair çoktan epeyce hususun yazılıp çizildiğini
belirteyim.
“Endonezya ve Türkçe Çalışmaları Programlarının
Kurulması”nı konu alan 4. tavsiyeye desteğimiz büyük. Bu bağlamda, erken dönem
yazılanlar bir yana, dünyabülteni’nde 21 Ekim 2010 tarihinde kaleme alınmış yazıyı
örnek gösterebiliriz.
Rapor 49 referansa dayandırılmış. Bunlardan 37
tanesi gazete küpürü; 1 tanesi konferans makalesi; 1 tanesi özel yayın; 4
tanesi USAK yayını; 6 tanesi devlet kurumlarına ait web sitesi; 1 tanesi
internet haber; 1 tanesi Haber ajansı. Görüldüğü üzere bu çalışmada modern
Endonezya Cumhuriyeti’nin sosyo-ekonomik, siyasi ve askeri yapısını, bölgesel
ve küresel ilişkilerini, ülkedeki farklı İslami anlayışları, etnik ve dini
çatışmaları ele alan yüzlerce -belki de binlerce- kitap ve makaleden bir alıntı
bulmak mümkün değil.
Böylesi bir raporun bir lisans, yüksek lisans
veya doktora öğrencisinin ‘paper’ı olarak görmek ve değerlendirmek
mümkün değil. Giriş ve Sonuç bölümlerindeki sunumlardan bunun, devletin bazı
birimlerine yönelik hazırlandığı anlaşılıyor. Ancak, böylesi bir rapor ile
hangi devlet kurumu ne kadar bilgilendirilebileceği konusunda büyük şüpheler
uyanmıyor değil. Şayet, yüksek lisans öğrencileriminden biri böyle ‘paper’la
karşıma çıkacak olsa diyeceğim söz şu olur -ki bugüne kadar dediğim gibi- “bu
olsa olsa lise son sınıf öğrencisinin hazırladığı bir metin olur. Akamedik bir
kıymet-i harbiyesi maalesef yok...”
TÜBİTAK’tan sağlanan fonla gerçekleştirilen bu
araştırmanın, akademik çerçevesinin son derece kısıtlı olduğunu ve
kaynaklarının ‘gazete küpürlerine’ indirgendiği aşikâr. İşbirliği olarak vurgu yapılan görüşmeler,
anlaşmalar, birliklerin somut, gerçekçi açılımlarına ve bunların, Türkiye ve
Endonezya ilişkilerinin geliştirilmesine ne denli katkı yaptığını maalesef öğrenemiyoruz.
Tüm eleştirilere rağmen, sayın Çolakoğlu ve Güler’e
teşekkürler demek gerekiyor. Bu metin bize, akademik çalışmaların
sonuçlandırılmamış, geliştirilmeye matuf çabalar olduğunu bir kez daha
kanıtlıyor. Umulur ki, başka akademisyenler TÜBİTAK fonlarıyla kıymetli
çalışmalara imza atarlar.
[1] Bu çalışmayı ilgili sitemde 12 Ekim 2013 tarihinde yer vermiştim. Bugünlerde
yaşanan gelişmeler nedeniyle bazı tashihlerde bulunarak yeniden yayınlanmasında
yarar olduğuna kuşku yok.
[2]Thomas
Stamford Raffles’ın Açe’de ticari ve de siyasi ilişkileri gelişterme
noktasındaki çabalarına örnek: Thomas Day and William Day. (2008). Letter for Bencoolen, 1823-1828,
Scotland: Hardinge Simpole, s. xli. Ayrıca, 19. Yüzyıl ikinci yarısında İngiliz
Kraliçesi’nin Açe Sultanı’na gönderdiği bir elçisi vasıtasıyla Hollanda
Savaşı’nda nasıl bir strateji izlemesi gerektiğine dair bir önerisi dikkate
değerdir: The Straits Times,
‘Untitled’, 31 January, 1874, s. 3.
[3]Hint
Okyanusu’nda Portekiz, ardından İngiltere ve Hollanda’nın varlığı karşısında
Fransa’nın esamesi okunmuyordu. (Bkz.:
Anthony Reid. (2005). An Indonesian
Frontier -Acehnese and Other Histories of Sumatra-, Singapore: Singapore
University Press, s. 151-2.) Öte yandan,
19. yüzyılda Açe ile Fransa arasında bir ‘kapışmadan’ ziyade ‘barış yollu’
girişimlerin varlığı bilinmektedir. (Bkz.:
Aboe Bakar. (1982). Surat-Surat Lepas Yang Berhubungan Dengan Politik Luar
Negeri Kerajaan Aceh Menjelang Perang Belanda Di Aceh: 1843-1873 (ed.).
Banda Aceh: Pusat Dokumentasi dan Informası Aceh, s. 1, 3.
[4] Detaylar için Bkz.: Roger M. Smith. (1974). (ed.), Southeast Asia -Documents of
Political Development and Change, Ithaca: Cornell University Press, s. 168.
[5] Takdir Alisjahbana.
(1957). Jakarta, A Fat Leech Sucking on the Head of a Fish.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder