Mehmet Özay 10.06.2023
‘Diğer’ diyorum, çünkü bu hususta zaman zaman kaleme aldığımız yazıların
sonuncusu, 17 Eylül 2023 tarihindeydi.
Çalıştay bize ne söylüyor(du)?
Ve o yazıda, Osmanlı ve Malay Dünyası Çalışmaları Merkezi’nde 2018 yılı
Haziran ayında gerçekleştirilen “Modern Türkiye’de Hint Okyanusu ve Malay
Dünyası Çalışmaları Çalıştayı” bağlamında şunları söylemiştim:
“... Nihayetinde, o dönem bu öngörülebilir rasyonel hedefleri dikkate
alarak başlattığımız ve devamını öngördüğümüz bu Çalıştay’ın ne ikincisi
yapılabildi, ne de tüm katılımcıların görüşlerinin hasılası olan sonuç
bildirgesinde belirtilen hedeflerle ilgili herhangi bir adım atılabildi...”
Bu
durum, size gayet tuhaf gelmiyor mu?
Burada,
dikkat çekilmesi gereken kurum adı vs. üzerinde durmak değil. Aksine, böylesine
önemli bir konunun normatif bir bağlamda ele alınmasının gerekliliğine vurgu
yapmaktır.
Her
halükârda, şu hususa ilk başta zikretmekte yarar var. Bu kurumun yani,
Osmanlı-Malay çalışmaları merkezinin oluşumunun, birkaç akademisyenin kendi
karar süreçleri sonunda ortaya çıkmadığı aksine, bir siyasi iradenin doğrudan
yansıması olduğu ortadadır.
Unutulanlar
ve tarihin tekerrürü
Buna
sebep teşkil eden yani, öneriyi gündeme getirenin ise Malezya tarafı olması
bile aslında, bizim üzerinde uzun uzun düşünmemizi gerektiren bir olgu olduğunu
söylemeliyiz.
Velev
ki, Malezya veya bir başka ülkenin girişiminin ötesinde ve dışında, böylesi bir
kurumun oluşmasında doğrudan akademisyenlerin katkısı olmuş olsaydı bile, bu
küçümsenecek bir şey değil, aksine ilgili ve yetkililerin takdir edip, teşvikte
bulunmaları gereken bir gelişme kabul edilmeliydi.
Bu
konuda, farklı bölgelerle ilgili çalışmalar yapma niyetiyle kıymetli
akademisyenlerce kurulan ‘merkez’ adıyla anılan kurumların, ne tür bir
muameleyle karşılaştıkları, destek görüp görmedikleri de ayrı bir inceleme
konusu olarak ortada duruyor.
Bir
açıdan bakıldığında, günümüz küresel jeo-politik yazılarında çokça yer işgal
eden Güneydoğu Asya (Southeast Asia) ile tarihsel bir gerçeklik olarak
Malay dünyası (Malay world) coğrafyasına bakışımızın bizatihi bizler
tarafından değil, ‘ötekiler’ tarafından bize önerilmesinin bir sürpriz
olmadığını ileri sürebiliriz.
Hatta
ve hatta, söz konusu bu ‘öteki’ girişimini, tarihin bir tekerrürü olarak
değerlendirmek için elimizde bir önemli bir neden var.
O da,
tıpkı Açe Darüsselam Sultanı, Alaaddin Riayat Şah el-Kahhar’ın Osmanlı sarayına
gönderdiği Ocak, 1566 tarihli mektubuyla Osmanlı Devleti’ni aktif ve donanımlı
olarak Hint Okyanusu’ndaki gelişmelere davet etmesinde olduğu gibi, 2015 yılında
da Malezya’dan bir girişimle gizli/açık söylenmek istenen, “sizi bölgeyi
çalışmaya davet ediyoruz” yaklaşımıdır.
Burada
iki detay hususa dikkat çekmek gerekir. İlki, el-Kahhar’ın Osmanlı sarayıyla temas kurması ilk
defa 1566 yılında olmamıştır.
İkincisi,
2004 yılı sonunda gerçekleşen tsunamiyle Türkiye’nin Kuzey Sumatra’dan
başlayarak bölgeye yönelik yaklaşımlarında belirginleşmeye başlayan ilgiye
paralel olarak ve bu süreci de içine alacak şekilde, akademi çevrelerince bazı
kurumlara öneri olarak araştırma kurum ve merkezlerinin hayata geçirilmesi,
bölgedeki bazı kurumlarla işbirliklerinin oluşturulması vb. konusundaki
görüşlerin paylaşılmış olmasıdır.
Zamanı
ve fırsatı ıskalamak
Temelde,
tsunami ile önemli bir dönem önümüze açılmaya başlarken, temelde zamanı ve
fırsatı ıskalayacak öngörüsüzlüklerin süreçte belirleyici olduğuna tanıklık
ettik... Ne yazık ki, aslında kaçırılan zaman ve fırsatlar sadece, tsunami ile
başgösteren dönemle sınırlı değil..
Biraz
daha geriye gidelim... 1980’lerden itibaren başlayan küreselleşme ve ardından
gelen Soğuk Savaş sonrası dönem bize ne öğreti ki, biz başta akademimiz olmak
üzere önemli kurumlarımızla Malay dünyasına doğru bir eğilim ve yaklaşım
sergiledik?
Devam
edelim... 21. yüzyılın başlangıcıyla birlikte Çin Halk Cumhuriyeti’nin kendini
küresel kapitalist evrene kabul ettirmiş olmasıyla başlayan dünyanın yeniden
şekillenmekte oluşundan nasıl bir gelecek projeksiyonu çıkardık ki, Malay
dünyasına yönelik ciddi bir akademik ve entellektüel çaba içine girdik?
Bu
ve benzeri süreçler ve bu süreçlerin içerdikleri tüm kavramlara ve yaklaşımlara
rağmen, Güneydoğu Asya’da önemli bir nüfus olmakla kalmayan aksine, çeşitli
tarihsel, kültürel, dini ve entellektüel etkileşimleriyle bu sınırların dışına
ve ötesine taşınan bir coğrafi genişlik ve bunun içerdiği nüfusdan
bahsediyoruz.
Giriş’te
dikkat çekilen ‘çalıştay’ın öyle laf olsun diye bir kereliğine gündeme
getirilmediğini, hele hele yüksek öğretim kurumundan akreditasyon alma, not
barajını yükseltme vb. gibi bireysel ve kurumsal kazanıma matuf bir gizli
niyetle hiç mi hiç ilişkisi olmadığını ve bu öneriyi ortaya koyan ve
geliştirenler kadar, ilgili kurum yetkilileri de biliyorlar(dı).
Bir
akademik kurum nedir, nasıl bir işlev görür, nasıl geliştirilir vb. soruları
sormaktan aciz olanlar olabilir. Ancak, bu sorulara cevap vermesi beklenenlerin
bizatihi akademyanın içinde önemli rol icra edeceği beklenen kişiler olması ve
bu kişilerin bu ve benzeri sorulara cevap vermeye yanaşmamaları ve hatta
neredeyse, bu soruların yanından geçmeyi bile istememelerini, diğer kurumlar
bir yana, bizzat akademyanın kendi içinde halletmesi gereken hususlardır.
Bu
durumda, akademik etik ve profesyonelliğin neye tekabül ettiği, nasıl
ölçüleceği ve bu süreçlerin kimler tarafından yönetileceği gibi hususlara kağıt
üzerinde cevap verildiği gözlemlense de, pratikte gayet önemli açıklar olduğuna
kuşku bulunmuyor.
Bugüne kalan
Söz
konusu çalıştayla ele alınan ilgili konulara, biraz daha detaylı bakalım....
Güneydoğu
Asya ve Malay Dünyası ile ilgili çalışma yapan kurum/lar ile bu bölgeye yakın
Doğu Asya ile ilgilenen kurumlar arasında yakın işbirliğinin sadece akademik
düzeyde kalmaması gerekiyor.
Bu
anlamda, bölgeyle ilgili araştırma konuları, araştırma yapacak
öğrenci/araştırmacı/akademisyenlerin ilgili alt alanlarda yapılacak çalıştaylarla,
kurslarla -en azından başlangıç düzeyinde- dil ve kültürel yapıları öğreniminden
başlayarak bölgeye hazırlıkları, kaynak/kütüphane oluşturma, yayın
faaliyetlerini sağlama ve teşvik etme gibi tüm ilgili alanların bir akademik
koordinasyona ihtiyacı olduğu görülüyor.
Söz
konusu koordinasyonun sadece, akademi çevresi ile sınırlı olmayacağı aksine,
bölgede faaliyetler gerçekleştirmesi beklenen ilgili devlet/yarı-özerk, özerk
kurumlarla danışma/bilgilendirme vb. süreçlerin yönetilmesi için de gereklilik
taşıyor.
Tarihsel
olarak bölgeyle ilişkilerimiz olduğu varsayımının elimizdeki verilerle
karşılaştırıldığında yetersizliği de bir o kadar gerçek.
Dolayısıyla,
bölge çalışmalarında hedef büyük ölçüde çalışılmış ‘Türkiye’deki’ kaynakları ya
da ağırlıkıl olarak Batılı akademi dünyasınca gerçekleştirilmiş olan eserlere
referansla sınırlı ve bize pek de bir veri sağlamayan çalışmalarla değil,
bizatihi sahada yeterlilik gösterecek şekilde hazırlanan araştırmacılar ve
öğrencilerce bizatihi sahada bulunularak otantik araştırmaların
gerçekleştirilmesidir.
Bunun
kısa, orta ve uzun vadeli plânlanmasının tam da, yukarıda dikkat çekilen
koordinasyon süreciyle ilişkili olduğunu unutmamak gerekir.
Peki gerçek ne?
Çalıştayda
öngörülen ve çalışılması beklenen hususlara dair bir gelişme olmadığına göre,
ortada başka bir gerçeklik var demektir. O da, Yukarıda dile getirilmek
istenilen hususların belki de tam tersinin ortaya çıkmasıdır.
Bölge/saha
çalışması için öğrencilere Malayca ve Malay dünyasının alt etnik dillerini
öğretmek ve/ya bu öğrenme sürecinde ilgili kurumsal bağlantıları sağlamak
yerine, İngilizce eğitim vererek Malay dünyasını çalıştırmak gibi tuhaf bir politika
takip edilmesidir. İngilizcesi zaten var olan ve bunun üzerine Malayca ve ilgili
yerel dilleri öğrenip saha çalışmalarını bu temeller üzerine bina temesi
beklenen akademyanın bu anlamda, büyük bir hasar geçirmekte olduğu apaçıktır.
Kanımca
ilgili kurumlar daha pragmatik davranarak, öğrencileri Malay dünyasını temsil
eden Endonezya ve Malezya’ya göndermek yerine -meselâ Brunei’ye, Tayland’ın
güneyinde Patani’ye, Filipinler’in güneyinde Mindanao’ya, ve Malay nüfusunun
olduğu Sri Lanka’ya, Madagaskar’a, Güney Afria’ya gönderilmediğine göre- İngiltere,
ABD ve Kanada’daki gayet profesyonel ilgili kurumlara göndererek orada yüksek
lisans ve doktoralarını yaptırılabilir.
Ancak,
bu yöntemin bize geniş Malay dünyasını anlamamızı sağlayacağını düşünmek ise
büyük saflık olur.
Kaldı
ki, bölgede bugüne kadar yaptırılan yüksek lisans ve doktora çalışmalarının
neye tekabül ettiği, bize ne kazandırdığı, ne tür otantiklik içerdiği, nasıl
bir akademik plânlama sürecine katkı sağladığı, ne tür politikaların hayata
geçirilmesinde kaynak niteliği taşıdığı vb. gibi sorulara cevapların yakın
ve/ya orta vadede bu çalışmalar üzerine yapılacak değerlendirmelerle ortaya
konulacaktır.
Ve
ancak o zaman biz, akademi dünyası olarak ne tür hatalar yaptığımızı açık seçik
fark etmiş olacağız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder