Mehmet Özay 22.10.2023
Bu önem, geçmişte kaldığı düşünülen sömürgecilik
sürecinin aslında, tam da bugün, tüm dünyanın gözü önünde nasıl devam
ettirildiğini ortaya koymasıyla dikkat çekiyor.
Söz konusu sömürgecilik olgusu bir yandan, sömürgeci
yönetimler ve bu ülkelerin kendi halkları ile özellikle, sömürge yönetimlerine
konu olan Müslüman toplumlar arasındaki ilişkinin yeniden hatırlanmasını ve
yeniden anlamlandırılmasını gerektiriyor.
2. Dünya Savaşı öncesinde Müslüman toplumların kahir
ekseriyetinin yaşam sürdüğü topraklarda, sömürgecilik süreçlerinde olan bitene
göz atmak bize bugün, büyük ölçüde İsrail işgaline konu olan Filistin
topraklarında neler olup bittiğini anlamamıza imkân tanıyacaktır.
Böylesi bir girişim, aynı zamanda dünya toplumlarının
özellikle de, bir yüzyıl öncesinin sömürgeci güçlerini oluşturan Batılı
ülkelerde, -sadece yönetimlerin ve siyasal çevrelerin değil- bu ülke
toplumlarının da gizli/açık sessizlik sürecinde oluşlarını da açıklamaya
elvereceği kanaatindeyim.
Bu çerçevede, iki soruyu gündeme getirmek mümkün.
İlki, biz -aşağıda değineceğim üzere-, Batı Avrupa’da
siyasi ve endüstriyel çekişmenin ekonomik temellerini oluşturan sömürge
topraklarında olan biteni ne kadar anlayabildik ve bu konuda ne tür fikirler
üretebiliyoruz?
İkinicisi, Filistin topraklarında, bugün yaşanmakta
olanların sadece, “19. yüzyıl sonlarında kendilerine yaşam olanağı sağlayacak
bir toprak parçası arayışındaki bir grup idealist Yahudi’nin girişimi olarak
kabul etmek mümkün mü?”
Yahudi diasporası ve yurt edinme çabası
Nihayetinde Yahudi’lerin başta, Avrupa’nın doğusunda ve
batısındaki devletler olmak üzere, şu veya bu ölçekte, dünyanın farklı
bölgelerine yayılmış olmaları ile kendilerine toprak parçası bulma niyeti ve
amacı arasında doğrudan bir ilişki olduğuna kuşku yok.
Ve bu ilişkinin odak noktasını da, yüzyıllar boyunca
süren göçebe toplum olma koşulları ve bu durumu, ‘İnanç temeline’ dayalı olarak
somut bir gerçekliğe aktarma / bağlama hedefi oluşturuyor.
Yukarıda dikkat çekilen 19. yüzyıl şartları bize, dönemin
Batı Avrupalı ‘teknolojik’ ve ‘endüstriyel’ anlamda gelişmiş uluslarının, kendi
aralarında devam eden ekonomik ve askeri rekabetleri ile bu anlamda
sömürgecilik sürecini, ‘yüksek sömürgecilik’ sürecine taşımaları arasında bir
bağ olduğunu düşünüyorum.
Sömürgeciliğin, 15. yüzyılın son birkaç yılından
itibaren, Portekizliler ve İspanyolların teşebbüsleriyle gündeme geldiğini
biliyoruz.
Ancak, 19. yüzyıl ikinci yarısında bu iki ülkenin artık
pek de esamesi okunmazken, küresel sömürgecilik ile Avrupa’da rekabet
süreçlerini belirleyenler başta İngilizler, Hollandalılar ve Fransızlar’dı.
Bunlara Rusları da eklemek mümkünse de, Ruslar ‘sıcak
denizler’ yerine, -gerçekte buna teşebbüs etmiş olsalar da muktedir
olamadıklarından-, daha çok kendi bölgelerinde ve Orta Asya topraklarında
sömürgecilik sürecinde yer alıyordu.
Farklılaşan sömürgecilik dönemi: ‘Yüksek sömürgecilik’
1870’den itibaren, Batı Avrupalı uluslar arasındaki
mücadeleye Almanya’nın katılması hiç kuşku yok ki, yeni bir sürecin gelişmekte
olduğunu ortaya koyuyordu. Bu süreci, yukarıda dile getirdiğim üzere, ‘yüksek
sömürgecilik’ olarak adlandırmak mümkün.
Almanlar’ın “Hangi koşullarda ve niçin sömürgecilik
sürecine dahil olduğu?” sorgulanmaya değerdir...
Avrupa’daki siyasi ve ekonomik gelişmeleri detaylarıyla
okuyan bir sosyolog olan Max Weber’in dahi, gizli/açık bir Alman
sömürgeciliğine yatkınlığı bize dönemin, tarihin önemli bir dönüm noktası
olduğunu gösteriyor.
Bu noktada, Almanların geri kalamayacağı bu süreci
başlatan, iki temel unsura dikkat çekmek gerekir.
İlki, gecikmiş Alman birliğinin, 1870’de Fransa ile
yapılan savaşın kazanılmasıyla ortaya konulmaya başlanmasıdır.
İkincisi ise, yazının ilgili yerinde değindiğim üzere,
Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla artık özellikle, İngiliz ve Hollanda
sömürgeciliğinin okyanus aşırı boyutunun, yüzyıllarca önemli mücadelelere konu
olmuş Akdeniz’e yeniden dönüşü anlamına geliyordu.
Bu durum kaçınılmaz olarak, Akdeniz coğrafyasının ve bu
coğrafya üzerinde önemli birkaç kilit noktasının yeniden güncellenen öneminin
ortaya çıkışı, bize tam da Yahudi diasporasının bu dönemde, bir yandan kendi
‘milli/dini’ emelleri, öte yandan özellikle, İngilizlerin tüm bölge üzerinde
siyasal ve teritoryal tasarımları için uygun bir sürecin gelişmesine imkân
tanıyordu.
Bu noktada, sömürgecilik süreçlerindeki paylaşım
süreçlerinin ve gerek, dönemin Ortadoğu coğrafyasına gerekse, tüm sömürge
toprakları bağlamında küresel plânda ortaya konulmakta olan yeni tasarımlarla, Yahudilerin
toprak parçası arayışlarının örtüştüğünü düşünüyorum.
Müslüman toplumlar ve sömürgecilik
Bu noktada, 19. yüzyılda özellikle, yüzyılın ikinci
yarısında Müslüman toplumların dünyanın batısından doğusuna yani, Fas’tan Malay
Takımadalar’ına kadar yaşam sürdüğü topraklarda neler olup bittiğini çok iyi
anlamak gerekiyor.
Kuzey Afrika sahil şeridinden Ortadoğu’da dönemin kilit
bölgesi Mısır üzerinde Fransa ve İngilizlerin hedefleri ve bu aynı bölge
üzerinde, Almanların gecikmiş emellerini harekete geçiren gelişmeler bize,
Müslüman toplumlar ile üzerinde yaşam sürdükleri toprakların artık
kendilerinden bağımsız bir sürece yöneldiğini açıkça gösteriyor.
Batı Avrupa uluslarının, -büyük ölçüde sömürgecilikten
beslenen-, kendi ekonomik gelişmişliklerinin ve bunun en önemli
göstergelerinden biri olarak, askeri yapılanlamaları arasında bir döngünün (cycle)
hasıl olduğu ve bunun gayet işlevsel bir şekilde birbirini beslediğine kuşku yok.
Bunun ötesinde, diğer ülkeler bir yana, bu üç ülkenin
yani İngiltere, Fransa ve -gecikmiş de olsa- Almanya’nın Mısır üzerinden ne
elde etmek istediklerini iyi anlamak gerekiyor.
Bu ülkelerin, gerek askeri gerekse siyasi girişimleriyle
Mısır’da hakimiyet veya en azından kayda değer bir nüfuz kurma teşebbüslerinin
ardında, dönemin küresel ekonomisinde belirleyici olan Doğu’daki sömürge
topraklarının ekonomik kaynaklarına erişim ve bunların Avrupa topraklarına ya
maddi olarak veya finans olarak -ya da her ikisi birden- dönüşünün
sağlanmasıdır.
Süveyş’in belirleyiciliği
Mısır’ı ve Akdeniz’i tarihin 19. yüzyıl son çeyreğine
girilirken yeniden güncellenmesini sağlayanın Süvey Kanalı olduğunu ve bu
kanalın Doğu’daki tüm sömürge topraklarını Avrupa’ya bağlayan anathar bir işlev
gördüğünü unutmamak gerekir.
Kısaca hatırlatmakta yarar var...
Burada ‘Doğu’ derken kastımız, İngilizlerin Hint Alt
Kıtası, Malaya, Myanmar, Hong Kong ve Güney Çin sahillerine kadar uzanan boyutu
ile İngiliz sömürge ekonomisine doğrudan bağlantılı Hollanda’nın
Takımadalar’daki varlığına gönderme yapıyoruz.
Bu çerçevede, Mısır üzerinde ortaya çıkan Batı Avrupa
ülkeleri arasındaki rekabeti daha da kızıştıranın, 1869 yılında Süveyş
Kanalı’nın açılması olması hiç kuşk yok ki, gayet önemli bir dönüm noktasıdır.
Almanya’nın girişimi
O döneme kadar, okyanus şartlarına adapte edilmiş ticaret
ve askeri filolarıyla Afrika kıtasını dolaşarak Hind Okyanusu’nu çevreleyen
toprakların zenginliklerine erişen İngiltere, Hollanda ve Fransa’nın varlığına
rağmen, Almanya’nın bu süreçte yer almadığı görülür.
Ancak, Süveyş Kanalı’nın açılması, Batı Avrupa rekabetine
Almanya’nın katılımını bir anlamda zorunlu kıldığı gibi, sürece kendi siyasi ve
teritoryal varlığını koruma endişesini giderek güçlü bir şekilde hisseden
Osmanlı Devleti’nin de bir şekilde adapte olduğunu söylemek mümkün.
Bunun en görünür yanını ise 2. Abdülhamit döneminde
Almanlarla kurulan yakın ittifak ve bu ittifakın, 2. Abdülhamit sonrası dönemi
sona erdiren İttihat ve Terâkki Hükümeti’nin 1. Dünya Savaşı’nda güncellenerek
geliştirmiş olmasıdır.
Gerçekte, bu süreçte Osmanlı Devleti’ni birincil aktör
olarak görmek yerine belki de, Almanya ile kurulan ittifakın bir gereği ve
uzantısı olarak varlığını anlamlandırmak gerekiyor.
Bununla birlikte, teritoryal olarak Osmanlı egemenlik
sahasında yer alan Filistin topraklarına yönelik Yahudi siyasi elitinin
ilgisinin aynı dönemde ortaya çıkışı ile özellikle, İngilizlerin bölge üzerinde
geliştirmekte oldukları siyaset arasındaki bağı göz ardı etmemek gerekir.
Bugün Ortadoğu’nun göbeğinde yaşanan insanlık dramına
konu olan toplumun yani, Filistinlilerin kahir ekseriyetinin Müslüman oluşu ve bu
toplumun yaşam sürdüğü -Kudüs şehri başta olmak üzere tüm bölgenin- tarihsel olarak
Müslüman yerleşimlerin çoğunlukta olduğu mekânlar olmasını ve yaşanan
değişimleri doğru anlamak gerekiyor.
Öyle ki, bu bölgenin görece kısa sürede, Batı Avrupalı
sömürgeci devletlerin girişimlerinin de içinde olduğu süreçte Yahudilerin
hakimiyetine geçmesi sıradan bir hadise değil, 19. yüzyıl ikinci yarısında
şekillenmekte olan dünyanın doğrudan bir parçası olmasıyla ilintilidir.
Tüm bu olan bitenlerin Müslümanlar için ne anlama
geldiğini bir başka yazıda ele alacağım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder