Mehmet Özay 08.10.2023
Bu
süreci, hakkıyla anlayabilmenin koşullarından birini, Osmanlı yönetiminin üst
tabakasını teşkil eden ve Türklük özelliklerini taşıyan hanedan ailesi ve yakın
çevresinin dünyayı tanımlama ve anlama çabasıyla, bir başka deyişle dünya
görüşüyle (weltanschauung) yakından bağlantısı bulunuyor.
Bu
durum, bize Osmanlılardan önce, Ortaasya’dan başlayan süreci kısaca gözden
geçirmemizi gerektiriyor...
Böylece,
Osmanlılar öncesi hatta, kabataslak söylemek gerekirse, Türklerin 9. yüzyılla
birlikte, bir din olarak İslam’ı benimseyip, Müslüman millet olma sürecine
başlamalarından önce var olan coğrafya ve göç ile ilgili bağlamlarının bir
uzantısıyla ilintilidir.
Burada
ortaya koyduğumuz yaklaşımın uzun erimli (longue durée) ve
karşılaştırmalı metodlarla ilişkili olduğunu hatırlatalım. Ve, ancak bu şekilde
bir yöntem takip etmekle, Osmanlı-Malay dünyası ilişkilerini anlamaya
başlayabileceğimizi ve zamanla yerli yerine oturtabileceğimizi söyleyelim.
Ortaasya
ve coğrafi yayılma gerçekliği
Orta
Asya Türklerinin, bölgedeki Moğollar ve Çinliler ile olan sosyal ve askeri
ilişkilerinin ötesinde ve dışında olmakla birlikte, bölgenin bu iki önemli
milletiyle olan etkileşimleri ve buna eklemlenen diğer bazı ekonomik ve iklim
koşullarının etkisiyle, Batı Asya’ya ve ötesine açılma yönelimleri konusunda
bir konsensus olduğuna kuşku yok.
Bir
başka ifadeyle söylemek gerekirse, Orta Asya Türklerinin, -Moğollar ve Çinliler
ile olan ilişkilerinin dışında ve ötesinde- göç süreçlerinin kendilerini
sürekli Batı’ya doğru konuşlandırdığıdır.
Bu
süreci değiştirecek ne Batı Avrupa denizci milletlerinin Hint Okyanusu
keşifleri, ne de Hint Okyanusu’nu çevreleyen geniş topraklardaki Müslüman
nüfusun varlığı olmuştur...
Göç
süreçlerinin başlangıcında ve özellikle de, devamında Orta Asya Türk nüfusunun
güneye yani, Afganistan üzerinden, Indus ve Ganj Nehirleri’nin suladığı Büyük
Hindistan (Greater India) ile Orta Asya sınırlarının kesiştiği bölgelere
inişlerinin görece daha bir nüfus sınırlılığı ile olduğunu da söylemek gerekir.
Türklerin,
Batı Asya’da Afganistan, Pers (İran) bölgelerindeki yerleşimleri ve buralarda
bazı hanedanlıklar bağlamında devletleşme süreçleri Türklerin kadim topraklar
olarak adlandırılan bölgeye nüfuzlarının tedrici olarak gerçekleştiğini
gösteriyor.
Yeni
coğrafi ve dini-kültürel zemin
Bu
görece uzun dönemin önemli bir kısmını Selçuklu ailesinin, kadim Pers
toprakları ile Peygamberler bölgesi -veya bu bölgeyi de içine alacak şekilde-
olarak anılmayı hak eden Mezopotamya’ya ulaşmalarının, tarihin önemli
dönemeçlerinden biri olduğu ileri sürülebilir.
Bununla
kast etmek istediğimiz, Selçukluların özellikle, Büyük Selçuklu Devleti
marifetiyle güçlü Pers kültür ve medeniyet dünyası ve İslamiyetle birlikte
Müslüman toplumların tedrici olarak gündeme getirdiği yeni dünya görüşlerinin
birleşme noktasını oluşturan coğrafyadaki siyasi varlıklarının yapılaşmasına
neden oluyordu.
Abbasi
Hanedanlığı ve Halifeliği’nin son dönemine doğru Selçukluların varlığı, askeri
bir güce tekabül ediyordu. Selçukluların
askeri varlığı, Abbasiler içerisinde yeni bir güç veya yenilenmiş bir sınıf
olarak da tanımlanabilir.
Böylesi
bir askeri zeminin hayata geçmesinde, bölgenin ya da o kadim dönemlerin
yerleşik kültürleri ile göçebe kültürleri arasındaki iletişim ve ilişkiyi,
‘kiralık asker/ordu’ (mercenary) olgusu vasıtasıyla gerçekleşen doğal
bir sonucu kabul edebiliriz.
Bu
durum, Türkleri göçebelikten (nomadic) / yarı-göçebelikten (semi-nomadic)
tedrici ve güçlü bir şekilde yerleşik hayata geçirirken, hem kültürel, hem de
coğrafi olarak giderek Batı’ya yani, Mezopotamya ve ötesine örneğin, Bizans
veya Doğu Roma İmparatorluğu’nun (Eastern Roman Empire) teritoryal
hakimiyet alanı olan Anadolu’ya (Asia Minor) taşımasıyla da önem
kazanıyordu.
Hint
Okyanusu varlığı
Büyük
Selçukluların hakimiyet sınırlarına bakıldığında karşımıza, aynı zamanda pek de
gündeme getirilmeyen Hint Okyanusu’nun (Indian Ocean) olduğunu görürüz.
Bu
ikinci husus yani, Selçukluların Hint Okyanusu’na sınır olmalarının ne anlama
geldiğini, birkaç yüzyıl sonra Osmanlılar dönemindeki gelişmelerle tanık
olunacaktır.
Bunun
nedenini hemen açıklayalım...
Portekiz
Krallığı’nın, Denizci Henry ile başlayan ve 15. yüzyıl sonlarında yani, 1498
yılında, hedef olarak belirlenen Batı Hindistan’da Malayalam bölgesindeki
önemli liman şehirlerinden Kalikut’a çıkmaları Batı Asya, Mezopotamya ve
çevresindeki topraklardaki Türkler ile Hint Okyanusu’na sınırı olan Araplar,
Hintliler ile özellikle, Sumatra ve Malay Yarımadası’ndaki Malay toplumlarını
da içine alacak şekilde, geniş bir Müslüman nüfusun yeni bir küresel ortama ve
ilişkiler ağına taşınmaları anlamına geliyordu.
Portekizlilerin
başlattığı bu süreç sadece, Avrupa’da İber Yarımadası ile ve ardından,
Avrupa’nın özellikle Akdeniz ve Batı Avrupa bölgeleriyle sınırlı olmayan bir
nitelik taşıyordu.
Öyle
ki, Portekizlilerin denizci varlığıya, başta Afrika sahil şeritleri ile ve Hint
Okyanusu’na uzanan geniş suyollarının ve bu bölgelerdeki toplumlarla ilişkiler,
modern döneme başlangıç evresi kabul edilebilecek şekilde, yeni bir bölgesel ve
küresel ilişkilere evriliyordu.
Dünya
görüşü, ticaret ve küreselleşme
Peki,
“Hint Okyanusu’na ve geniş suyolunun Arap Yarımadası, Hindistan, Sumatra, Malay
Yarımadası ve Güney Çin’e kadar uzanan güzergâhında denizci ve tüccar olarak
aktörleri kimlerdi?” sorusuna verilecek cevap gayet önemlidir.
Bunu
günümüz çatışmacı süreçlerinin dışında ve ötesinde neredeyse, tüm bölgeyi içine
alan farklı bir dünya görüşü (weltanschauung) ile anlamak gerekiyor.
O
da, kendi aralarında dini ve kültürel farklılıklara rağmen, ortak bir zeminde
buluşabilmiş ve özellikle sahil şeridleri boyunca uzanan şehir devletleriyle
sürdürülebilir bağ kurmuş yapıları görüyoruz.
Bu
husus, sadece yukarıda kısaca dikkat çekmeye çalıştığım Selçuklular ve
Osmanlılar’ın Hint Okyanusu ile ilişkilerini değil, aynı zamanda Portekizliler
ve ardından gelecek olan -örneğin, Hollanda ve İngiltere başta olmak üzere-,
diğer Avrupalı denizci milletlerin bölge ile ilişkilerinin ne tür bir yapısal
dönüşüme yol açtığıyla alâkalıdır.
Osmanlı’yı
kendine çeken yapı
Portekizlilerin
Kalikut’a çıkışlarına kadar, dönemin doğu-batı ticaret yolunun kara bölümünü
egemenliği altında tutan Memlüklüler (Kölemenler) Devleti’nin, bölgedeki diğer
irili ufaklı Müslüman devletlerinden yardım istemesi kadar Osmanlı’dan da
teknik yardım talebinde bulunması, Osmanlıların 2. Bayezıd ile Kızıldeniz’de gayet
sınırlı bir deniz gücü teşkiline yönelik desteklerini gündeme getirmişti.
Bu
süreç, kısa bir süre sonra, Bazeyıd’ın oğlu 1. Selim’in başlattığı ve 1517’de
tamamlanan Mısır ve Hicaz bölgesinin siyasi egemenliği tesisi ile Hint
Okyanusu’na komşu olması sonucunu doğurmuştu.
Burada
dikkat çekelim, 1. Selim’i Mısır ve Arap Yarımadası’na cezbeden olgu, Hint
Okyanusu’nda var olan ve Avrupa bağlamında küreselleşmeye başlayan geniş
ticaret evreninde birincil aktör olarak yer alma davası ve iddiası değildir.
Aksine,
1. Selim’i Güney yani, Mısır politikasına sevk edenin, Doğu politikasının yani,
dönemin Safavi Devleti’nin Mezopotamya-Mısır bağlamında oluşturduğu
jeo-stratejik zemin ve ilişkiler zorunluluğudur.
Selçuklu
ve Osmanlı’da Hint Okyanusu meselesi
Hem
Büyük Selçuklu unsurlarının ve hem de 2 Bayezıd ve 1. Selim dönemleri
bağlamında, Türk unsurlarının Hint Okyanusu ile karşılaşmalarının ne gibi
sonuçlar doğurduğu hakkıyla tartışılmayı gerektiriyor.
Yazının
girişinde dikkat çekildiği üzere, Türklerin tarihsel, siyasal ve coğrafya
bağlamlarında Hint Okyanusu’na yönelebilmelerinin doğal bir süreç yerine
dolaylı ve ‘ötekiler’ üzerinden gerçekleşen bir sürece tekabül ettiğini ileri
sürüyoruz.
Bu
durum, ne Selçukluların ne de Osmanlıların Hint Okyanusu’na -şu veya bu
şekilde- açılmadıkları anlamına gelmiyor.
Örneğin,
Büyük Selçuklular Basra ve kısmen bugünkü Pakistan bölgesindeki sahil şeridine
hakimiyetleri sürecinde, bazı Türk unsurlarını veya veya devlete bağlı, diğer
bazı milletleri bölge ticaretinde yer almaları amacıyla Hint Okyanusu’nda
faaliyetleri teşvik etmiş olabilirler.
Ya
da Osmanlılar örneğinde olduğu gibi, 1. Selim ile Hint Okyanusu’na komşu
olurken, bölgedeki Arap nüfusun bölge ticaretinde yer almalarını teşvik
etmeleri gayet mümkün. Nihayetinde her iki devletin de ticaret üzerinden elde
edebilecekleri adına ‘vergi’ denilen ve yerel talep ve tüketimle de bağlantılı
bir yönü olduğuna kuşku yok.
Ancak,
her halükârda hem Selçuklular, hem de Osmanlılar bu devasa suyoluna komşu
olunmakla birlikte, siyasi ve özellikle askeri bağlamın dışında, Hint
Okyanusu’nun Batı ve Doğusu’nda devam eden gayet önemli ticaret dünyasıyla
doğrudan aktör olarak, ne türden ilişkiler geliştirdikleri sorgulanmaya
değerdir.
Bunun,
Türkler nezdinde bir eksiklik olup olmadığından bahsetmiyoruz...
Aksine,
burada dikkat çekilmesi gereken hususlardan birini, Türklerin, Selçuklular
özelinde Kuzey Hindistan ve Mezopotamya; Osmanlılar özelinde, Anadolu ve
Balkanlar bölgesindeki varlıkları sürecince ticaretle olan ilişkilerinin ve bu
ticaret dünyasını çekip çeviren tüm insan kaynakları, kurumsal, teknik
ilişkiler ağını kastediyoruz- diğer toplumlarla kıyaslandığında neye tekabül
ettiğiyle birlikte değerlendirilmesi oluşturuyor.
Tarihi
süreçleri, bir toplumun -bu örneğimizde buna Türkler tekabül ediyor-, zihniyet
dünyasının tarih, siyaset ve coğrafya algısının belirleyiciliği ile hareket
ettiğimizi hatırlatmakta yarar var.
[1] Hemen burada şunu ifade edeyim ki, bu yazı 15 Eylül, 17 Eylül ve 6
Ekim günlerinde yayınladığım üç yazının devamı mahiyetindedir. Ancak, söz
konusu ilgili yazılardaki “Modern
Türkiye’de Hint Okyanusu ve Malay Dünyası Çalışmaları Çalıştayı” üzerinden
yaklaşım yerine, dolaylı da olsa, bu başlığı da içine alacak şekilde, daha
geniş bir tarihsel perspektif çizmekte yarar olduğunu düşünüyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder