Mehmet Özay 16.10.2023
Bunun ötesinde, söz konusu bu tarihi
hadiselerin, ilişkilerin varlığının oraya çıkmasına neden olan ve/ya olduğu
varsayılan bir düşünce ikliminin ne olup olmadığı üzerinde epeyce bir vakit
harcamamız gerekiyor.
Şununla başlayalım...
“Osmanlı-Malay dünyası çalışmaları”, başlığının
temelde uyandırdığı intibanın, ilk etapta uzun bir tarihi geçmişe yapılan atıf
olduğu ortada.
Bunun nedeni, ‘Osmanlı’ kelimesinin vurgu
yaptığı ve bu adla anılan devletin siyasal varlığının noktalandığı tarihi bir
dönemden yani, 1923’den bu yana, 100 yıl geçmiş olmasıdır.
Bu, artık ‘tarih’ olmuş bir siyasi varlık (entity)
üzerinden, iki coğrafya yani, Osmanlı ve Malay dünyası coğrafyaları arasında
geçen / geçtiği varsayılan ilişkiler gündeme getiriliyor demektir.
Başlığın ikinci yarısını oluşturan, ‘Malay
dünyası’nın ise, bu alanda faaliyet gösteren akademisyenler arasında bile, onca
yazılıp çizilenlere rağmen, -bugünlerde yapılan etkinliklere ve içeriklerine
bakarak söylemek gerekirse-, ne denli doğru bir şekilde yer ettiği,
anlaşıldığı, hatta ve hatta anlaşılmaya çalışıldığı, tanımlandığı vb. konusunda
şüphelerin olduğu bir ortam bulunuyor.
‘Osmanlı’ ile kastedilenler ile ‘Malay dünyası’
bağlamında kastedilenlerin, birbirlerine ne kadar tekabül ettiği ise
sorgulamamız veya dikkate almamız gereken bir diğer hususiyeti oluşturuyor.
Hafıza sorunu
Bir de işe, öte taraftan -ifadenin elverdiği
ölçüde söylemek gerekirse- derinlemesine yani, ‘hafıza’ bağlamında bakmakta
yarar var...
Ortada, gayet önemli bir hafıza sorunumuz
olduğuna kuşku bulunmuyor.
Hafıza sorununu, gelişigüzel veya laf olsun
diye kullanılmış bir ifade olarak almayalım. Aksine, üzerinde ciddi olarak
düşünülmesi gereken, bir kavram ve olgu olarak değerlendirelim...
Bunu da, bu alanda akademik çalışma yapan veya
yaptığı iddiasındaki bireylerin yani, bizlerin bireysel yaklaşımımızdan, içinde
yer aldığımız kurumsal yapıdan, ilişkili olduğumuz akademi, entellektüel
çevreden vb. başlayarak yapalım...
Öncelikle, söz konusu bu hafıza sorununu,
erken dönem Cumhuriyet girişimlerine atfederek işin içinden kurtulacağımızı
zannediyorsak yanılıyoruz.
Benzeri sorunun, ‘Malay dünyası’ bağlamı için
de geçerli olduğuna kuşku yok...
Her iki cephede olan biten, bizatihi bizler
yani, içinde bulunduğumuz akademik çevre, entellektüel ortam vb. tarafından, üretilmiş
veya yeniden üretme gayreti içerisinde olduğumuz mitolojilerle karşı karşıya
olduğumuzdur.
Mitolojilerin, zaman zaman işe yarar
yönlerinden bahsedebilirsek de, çoğunlukla tarihe ahlâklı yaklaşma, adaletli
olma vb. kavramlar çerçevesinde baktığımızda, tarihte olan bitenlerle olan
ilişkilerimizin bizi sadece, araştırma süreçlerinde değil, belki bundan daha
çok ‘düşünme’, ‘yorumlama’, ‘anlamlı ilişkiler kurma’ gibi süreçlerde vakit
harcamamız gerektiğini bize gösteriyor.
Bu noktada, “Osmanlı-Malay dünyası çalışmaları”nın
bize, ‘hafızamızı’, -ki bunun içine kültür, coğrafya, siyaset, estetik, din, epistemoloji
vb. gibi epeyce bir kavramın yer aldığını söyleyelim-, yeniden tesis etmede bir
işlevi olacağını ileri sürebiliriz.
Bu durum, hiç kuşku yok ki, kendini,
aidiyetini, coğrafyasını, epistemolojisini bilen, bilmek isteyen bireyler için gayet
olumlu ve pozitif bir gönderme olarak ortada duruyor.
Böylesine önemli kavramlar düzeyinde bir
sorgulama ve hafızayı ‘yeniden güncelleme’ sürecinin, bizim için olduğu kadar
‘öteki’ yani, Malay dünyası için de bir zorunluluk olduğuna kuşku yok.
Bununla birlikte, evvelinden itibaren hafızada
yer aldığı düşünülebilecek veya hafızaya sonradan ‘suni’ olarak eklemlenme
çabasıyla konulmaya çalışılan unsurları, olguları, kavramları vb. eleştirel bir
yöntem takip ederek, elemek ve doğru bir hat üzerinde ilerlemek gerekiyor.
Böylesi bir ‘hafıza yenileme’ olgusunu
gündemimize aldığımızda, en azından bu yüzyılın başından yani, 2000 yılından
itibaren olan bitene bakarak söyleyecek olursak, gecikmiş bir durumla karşı
karşıya olduğumuz da bir diğer gerçek.
Etrafta yapıp edilmeye çalışılan bir takım
‘akademik’ etkinliklere bakarak, “Yok, öyle değil!” diyenler olabilir.
Paltayif eylem
Temelde ortada olan biten, bir tür ‘kendinde
olmama hali’ veya biraz derinlemeseni bakılarak ifade edersek, ‘disiplinsizlik’
içerisinde ortaya konulmaya çalışılan palyatif bazı girişimler bulunuyor. O
kadar / Itu saja!...
Kahvehane ağzıyla ifade edersek, ‘tribünlere
oynayama’ çalışan bir takım kişilerin, kurumsal nitelik kazanma
gayretindekilerin ve hatta, kurumsal niteliklerini oluşturduğu
iddiasındakilerin varlığı, sosyolojik olarak değerlendirildiğinde,
birbirleriyle ‘mahalle cemaatçiliği’, ‘hemşehricilik’ ile ‘akademik
cemaatçilik’ arasında bir yerlerde konumlandığını söylemek mümkün.
Bu oluşumun veya oluşumların tehlikeli yanı,
tarihi, tarihi malzemeyi kendine, kendi akademik kariyerine, kendi grubuna,
cemaatine, siyasi kliğine hasrederek ve bunun için mümkün olan çaprıtmaları,
eğriltmeleri, yozlaştırmaları ‘işi rayına oturtarak’ yapma çabasıdır. Bu durum,
karşımıza, tarihi malzemeyi, olguları manipüle eden (distorting history)
bir süreci çıkarıyor.
Bu sürecin bizi tarihi hafızayı onarmaya,
hatırlamaya, yenilemeye değil aksine, tarihle olan ilişkimizi gayet daha da
sorunlu bir hale getireceğinden emin olabiliriz.
Bunu en bariz bir şekilde, gözümüzün içine
soka soka yapan ve yakın döneme kadar ‘aktif olarak var olan bir cemaatin varlığını
unutmamak gerekir. Söz konusu cemaatin bize, -ya da kimilerinin ileri sürdüğü
üzere ‘ümmete’, küresel Müslüman topluma yaptığı, sadece ‘darbe’ değildi.
Her kurumsal yapı ile ilişkisinde olduğu gibi,
akademi dünyasıyla ve hususen ele almakta olduğumuz, yakın ve uzak tarih ile
ilgili yaklaşımlarda da kendini sergilediğini hesaba katmakta yarar var. Bunun
farkına varmadıysak, pek fazla konuşacak bir şey kalmıyor ortada...
Aslında, yukarıda değinilen ‘hafıza kaybının’
tam da bu hususla yani, sadece birkaç yıllık bir geçmişte olan biten hadiseleri
dahi, tanımlama, anlama, anlamlandırma, yorumlama vb. süreçlerde yaşadığımız
zaafiyete işaret ediyor.
Tarih, metodoloji ve düşünce
Tarih çalışmalarında, sadece anlatıcı tarih olgusunun yer alması bizi bir yere
götürmeyece aşikârdır. Bu hususa sıklıkta dikkat çekiyoruz. Ve sıklıkla dikkat
çekmekte de yarar var...
Bu noktada, Türkiye’de yapılan azımsanmayacak çalışmaya karşılık bölge ve
dünya literatürü bir yana, İslam kültür ve coğrafyasında bile bir karşılık
bulmaması açıkçası, düşünce tipinde tarihçilerin olmamasıdır.
‘Düşünce’nin, bir tek sosyal bilim bağlamında ortaya çık/a/mayacağı dikkate
alındığında, eğitim olarak ‘tarih formasyonu’na sahip akademisyenlerin, bu
alanda söz söyleme ihtimallerinin gayet zayıf olduğuna ortadadır.
Burada çoklu nedensellikten bahsetmek mümkün gözüküyor.
Öyle ki, tarih disiplininin alındığı yüksek-öğretim kurumlarınının
yeterliliği veya yetersizliği başat bir olgu olarak pek çok kişi tarafından
ortaya konulabilse de, bunun ardında yatan ve gayet önemli önyargıların
oluşmasına yol açan çok daha temel nedenler bulunmaktadır.
Bunları bir bir sıralamakta yarar var...
Örneğin, tarih eğitimi alan kişinin bir cemaat veya siyasi bir kiliğe
mensup olması; genel tarih öğretimi sonrasında ilgi ve yoğunlaşılan alanın
sınırlılığı ve dar kalıplılığı; ulusal tarih formasyonu ve bir şekilde,
ulus-devlet yapılaşmasının lise ve yüksek öğretim alanında çizdiği/belirlediği
müfredat ve yaklaşımın egemenliği vs.
Bu ve benzeri hususları, aslında ortada neyin var olmadığını gösterecek
şekilde de ele almak mümkün.
Örneğin, bir cemaat veya siyasi kliğe mensup akademisyen adayı veya
akademisyenin bu bağlamından uzaklaşması mümkün değil. Nihayetinde, önümüzde
gayet önemli örnekler bulunduğu dikkate alındığında, cemaat yapılaşmasının
hedefi toplumsal ilişkileri ve hatta varoluşu cemaat mensubiyeti sınırlılığı
ile görme alışkanlığı ve hatta buna zorlamasıdır.
Bu yaklaşımın akademiye, akademik çalışmalara, akademi dünyasına yansımaları
ise cemaatine faydası olacak, çıkarına olacak bir bilgi ve enformasyon ortaya
koyma çabasıdır.
Bunun bir diğer basamağı, ulus-devlet rejimince çizilen resmi tarih
söylemidir. Resmi tarih söyleminin biçimlendirilişi ve geliştirilmesinde merkez
ve çevreler olgusu hiç kuşku yok ki, tarihsel ilişkilerin anlaşılmasında
kısırlığa yol açmaktadır.
Burada dikkat çekilen husus, sosyolojik bir vakıa olarak bir cemaate veya
ulus-devlete bağlılığın değil aksine, bu bağlılığının boyutlarının bir akademi
çalışması üzerinde kurduğu gizli/açık hegemonyadır.
Öyle ki, bu hegemonyanın boyutuna bağlı olarak, bugün elimizde bulunan
yüksek lisans, doktora tezleri ile sonrasında kaleme alınan tarih ve ilintili
alanlarda seminerler, konferanslar, çalıştaylar vb. etkinliklerde üretilen çalışmaların
ne denli gerçekliklere tekabül ettiği gerek Türkiye ile İslam kültür
coğrafyasına özellikle de, “Osmanlı-Malay dünyası çalışmaları”na ve bu
çerçevede küresel tarih bilimine katkı yapıp yapmadığı gayet önemli bir
sorgulamayı gerektiriyor.
Hafızası zayıf toplumların toplumsal ve siyasal istikrar ve
sürdürülebilirlik açısından, bugünleri kadar gelecekleri de, sorunlu ve hatta
tehlikeli bir durumda olacaklarına kuşku bulunmuyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder