Mehmet Özay 22.04.2022
23 Nisan 1920’de, Büyük Millet Meclisi’nin açılışı, hiç kuşku yok ki, Osmanlı Devleti ile modern Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş döneminde yaşanan en önemli gelişmelerden biridir.
Bu gelişme, bir devletin siyasi varlığının sona ermesi, yeni bir devletin
belirli ölçülerde öncekinin devamı olarak ortaya çıkması anlamına geliyordu.
Bunun yanı sıra, bu gelişme salt kendi başına anlamlandırılmak yerine,
dönemin küresel ve özellikle de, Avrupa merkezli siyasal gelişmelerinden ve de Malay
Dünyası ve Hint Alt Kıtası gibi farklı coğrafyalardaki milletlerin, Osmanlı
Devleti’ne yönelik duygu ve düşüncelerin siyasal platforma yansıtılmasından bağımsız
ele alınamayacak hususiyetler taşımaktadır.
Batı Avrupa milliyetçiliği
Avrupa merkezli demekle kastettiğimiz husus, öncelikle milliyetçilik
meselesidir…
1789 Fransız Devrimi ile birlikte Batı Avrupa’da beliren ve ardından, 19.
yüzyıl başlarından itibaren, Osmanlı Devleti sınırlarında yaşayan çeşitli
azınlıkların merkezden kopuş ve ayrışmanın adı olarak, otonom ve ardından
bağımsızlıkçı söylemleriyle, Osmanlı’nın sınırları içinde gelişme gösteren
milliyetçilik olgusunun siyasal gerçekliği söz konusudur.
Bununla birlikte, özellikle bir siyasal ideolojik söylem ve fiiliyat olarak
Fransız Devrimi’nin ortaya çıkışını doğuran şartlar, bu devrimin Fransız
toplumunda ve siyasal kurumsal yapısında ardında bıraktığı kurumlar ve değerler
bulunmaktadır.
Değerler ve siyaset ilişkisi
O dönem itibarıyla, bir başka deyişle, Osmanlı Devleti’nin halen meşru
siyasi varlığını şu ya da bu şekilde sürdürdüğü 1. Dünya Savaşı sonrasında
ortaya çıkan siyasal kurtuluş mücadelesinde yaşanan ayrışma ile ortaya çıkan Büyük
Millet Meclisi’nin kuruluşuyla, Ankara Hükümeti’nin ardında bıraktığı
söylenebilecek kurumsal yapılar ve özellikle de, değerler arasında bir fark olup
olmadığına vurgu yapmak gerekir.
Fransız Devrimi, monarşi, kilise ve burjuvazi gibi yeni ortaya çıkmakta
olan toplumsal sınıflar noktasında, Fransız toplumsal yapısının unsurları
arasındaki bir çatışmanın eseri olurken, Anadolu’da Büyük Millet Meclisi’nin
varlığıyla belirmeye başlayan milliyetçilik gelişiminin Batı saldırganlığı
karşısında, bağımsızlıkçılık yaklaşımının bir ifadesi olarak gündeme gelmiştir.
Bu noktada, İstanbul’da var olan Osmanlı padişahlık kurumunun varlığına ve
sahip olduğu kurumsal temsiliyete karşı, Ankara merkezli ortaya çıkan
mücadelenin söz konusu kurumsal yapıları yok sayan değil, aksine bu kurumları
korumaya ve hatta devamlılığına dair bir girişim olduğu ortadadır.
Bunun sembolik ifadesi Büyük Millet Meclisi açılışındaki görüntüler
olurken, bu gelişmenin, ideolojik bir söylem olarak, Meclis konuşmalarına
yansıyan bütünlüklü bağlamı hatırlamak gerekmektedir.
Uzun dönemli gelişme
Burada dikkat çekilmesi gereken bir diğer husus, Büyük Millet Meclisi’nin
açılışının anlık bir eylem değil, tedrici olarak gelişen uzun dönemli siyasal
etkileşimlerin gelip dayandığı bir nokta olduğudur.
Bu çerçevede, o döneme kadar, süreçte neler olup bittiğine kısaca ele
almakta fayda var.
Sondan başlamak gerekirse, 1. Dünya Savaşı’ndan, Almanya ile ittifak
kurulması ve bu devletin Avrupa cephelerinde aldığı yenilgiler, Osmanlı
Devleti’nin de yenilgisine hükmedilen bir sonucu ortaya çıkardı.
Bununla birlikte, 1914-1918 savaş dönemi sosyolojisini anlamlandırma
çabasında sadece, bu dört yıllık kısa dönemin yeterli olduğu söylenemez. Bu
savaşın bağımsızlık amaçlı olarak milliyetçi ve İslamcı yönleri dikkate
alındığında, geniş toplum ve siyasal kesimleri biraraya getirdiği görülür.
Bu nedenle, örneğin Balkan Savaşları, 2. Abdülhamit’in tahttan indirilmesi,
1880’lerden itibaren uygulandığı söylenen ve en azından retorik olarak gündeme
gelen Pan-İslam politikası, İslam coğrafyasının farklı bölgelerinden Osmanlı
ile irtibat kurularak sömürgecilik süreçlerinden haberdarlığın ortaya çıkmaya
başladığı 1850, 1860, 1870’li yıllardaki gelişmeleri dikkatle incelemek
gerekir.
Bu durum, 19. yüzyıl ortalarındaki Kırım Savaşı’ndan itibaren dünyanın
farklı coğrafyalarındaki Müslüman toplumların, Osmanlı ile din merkezli birlik
düşüncesinin ve duygusunun çeşitli bağlamlarda pratiğe geçirilmeye
çalışıldığına işaret eder.
Bu yaklaşım, Osmanlı Devleti’nin konumunun ve ardından gelen Anadolu’da
başlayan bağımsızlıkçı hareketin, daha derinlikli bir şekilde ele alınmasını
gerektiriyor. O da, savaş boyunca, Osmanlı Devleti’nin sadece kendi sınırları
ile belirlenen bir mücadeleden öte, geniş bir coğrafyada etkisi ve karşılığı
olan farklı bir boyuta sahiptir.
Tam da bu noktada, yukarıda dikkat çekilen ‘uzun dönemli’ yapılaşmanın ne
olduğuna değinelim.
Bu gelişmenin, örneğin 97 Rus Harbi, 1911 Trablusgarp Savaşı 1912 Balkan
Savaşları ve ardından, bu sürecin bir devamı olarak 1. Dünya Savaşı’nda da
devamlılık göstermesi, Osmanlı’nın kapısına gelip dayanan milliyetçilik
ideolojisi sınırlarıyla anlaşılamayacak derin bir olguya tekabül eder.
Burada dikkatle ele alınması gereken, din birlikteliği ile geniş bir
coğrafyadaki farklı milletlerin birbirlerine ve özellikle de, Osmanlı
Devleti’ne yönelik yaklaşımlarındaki tutumdur.
1.Dünya Savaşı’nın Balkan Savaşları’nın bir devamı olması kadar, bundan çok
daha büyük bir anlam kazanarak şekillendirilmiştir. Bazı handikapları yok
denemese de, ilân edilen ‘büyük cihad’, savaşın Avrupalı ittifakları dışında ve
ötesinde, İslam dünyasının da işin içine katılması gibi bir durumu ortaya
koyuyordu.
Anadolu hareketi
Osmanlı Devleti için, 1. Dünya Savaşı’nın ‘mağlubiyetle’ sonuçlanması ve
ardından, Mondros Mütarekesi ve payitahtın Batılı güçlerce işgali, devletin
belirli unsurlarının Anadolu’da faaliyetlerini öne çıkaran gelişmeler oldu.
Mustafa Kemal’in bu hareket içindeki yeri ile diğer aktörlerin varlığını
birarada ele almak tarihsel ve sosyolojik gelişmeleri doğru değerlendirmenin
bir şartıdır.
Bu noktada, Osmanlı siyaset dünyası
ve aydınlarının, 19. yüzyıl ikinci yarısı boyunca birbiriyle çatışan ve aynı
zamanda gizli/açık eklemlendiği söylenebilecek Osmanlıcılık, Türkçülük,
İslamcılık düşünceleri, hem 1. Dünya Savaşı’nın sıcak günlerinde, hem de
ardından, Anadolu Hareketi döneminde, üçünün de birlikte ele alındığını ve
gelişmeler karşısında, aralarında bir tür entellektüel ittifak yapıldığını ileri
sürebiliriz.
Bu yöndeki gelişmeleri, 1. Dünya Savaşı’nda kalemiyle mücadeleye destek
veren Mehmet Emin, Halide Edip, Mehmet Akif, Celal Nuri, Tekinalp vb. gibi
isimlerin çalışmalarında görmek mümkün. Öte yandan, işin siyasi boyutunda
adları Genç Osmanlılarla birlikte anılan Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal, Said
Halim Paşa gibi isimler, Türk dünyasını ve İslami yaklaşımı dikkatle
gündemlerine almaları, dönemin şartları Türkçü-İslamcı geniş bir devlet yapısı
olgusunu ortaya çıkarıyordu.[1]
Savaş sosyolojisi olarak adlandırılmayı hak edecek şekilde, yukarıda
isimleri geçen aydınlar ve siyasilerin, dönemin yayın organlarında verdikleri
mücadelenin önemi, birlik, sömürgecilik, vatan, tarih, din, ümmet gibi
birbirinden bazı açılardan farklılık arz eden ancak, bütünlüklü bir çerçeve
sunduğu söylenebilecek görüş ve düşünceler ortaya koyuyordu.
Ankara’da açılan Meclis, tekil bir bağlama değil, birbiriyle ilişkili
görülebilecek bir dizi ilişkiler ağıyla anlamlandırılabilir. Bu noktada,
Mustafa Kemal’in birinci Meclis çalışmaları ve söylemleri ile meclisi oluşturan
üyelerin siyasal tutum ve davranışları bize gayet önemli ipuçları vermektedir.
[1]Banu Turnaoğlu. (2017).
“Ottoman Political Thought during World War I”, The Formation of Turkish
Republicanism, Princeton University Press, s. 165, 168, 171.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder