Mehmet Özay 03.04.2022
Ramazan Ayı’nın gelmesiyle birlikte, İslam toplumlarının bir hedef ve amaç uğrunda olduklarını hatırlatan bir sürecin başladığına tanık olunur.
Zamanı aynı bölümlerle yaşayan; mekânı benzer eylem
biçimleri için/de anlamlandıran, aynı duygu ve düşüncelerle eylemlerini
belirleme eğilimi sergileyen ve tüm bunları, aynı Yüce Varlığa kulluk bilinci
ile gerçekleştirenlerin oluşturduğu büyük bir toplumsal birlik ruhu…
Bu durum, yaşadığımız dönemde, -var olan ve tanık olunan tüm
değişimlere rağmen-, hâlâ birbirinden kopuk ve habersiz, birbirini anlamaya
muhtaç gibi gayet olumsuz yaklaşımlara konu olan/konu edilen geniş Müslüman
toplumların aslında, biraradalığını sağlayan temel bir olgunun var olduğunu ve
bunun, çeşitli imkânlarıyla önümüzde durduğunu ortaya koymasıyla gayet dikkat
çekicidir.
İnanç ve güven tesisi
Yukarıda dikkat çekilen temel olgunun ortaya çıkmasını
sağlayanın İslam dini gibi bir ‘inanç’ faktörünün olması, Müslümanlar nezdinde
bir psikolojik ve sosyolojik bir güven unsuruna işaret ederken, nominal
Müslümanlar ile bu kitleyi gizli/açık kendine hedef edinmiş yerli ve yabancı
çevreler içinse, anlamlandırılması pek mümkün olmaya bir duruma tekabül eder.
Post-modern dünyanın tam da odağında, uzun tarihsel
dönemlerden akıp gelen, böylesine köklü, geleneksel bir dini/inanç formunun
kendini her yıl, güçlü bir şekilde Müslüman toplumlarda yenilemesi ve yeniden
üreterek var etmesi, dikkatle ele alınması gereken bir toplumsal fenomendir.
Öyle ki, aynı değerler üzerine inşa edilmiş bir düşünce
ve yaşam pratiğinin, yerel ve kültürel farklılıklarıyla zenginleşmesine tanık
olunduğu Ramazan Ayı’nı daha da anlamlı kılan ise, bir coğrafyadan ötekine, Müslüman
kitlelerin hissettikleri birarada olma duygu ve düşüncesinin ortaya konulması,
en azından böylesi bir niyetin hasıl olması ve bu yönde bir çabanın
gösterilmesidir. Bu çabanın kimler ve hangi kurumlar bağlamında ortaya konduğu
meselesi üzerinde durulmayı hak etmektedir.
Dikotomi: Birlik olgusu ve kopuş söylemi
İslam dünyası denilen bütün içerisinde, tüm
farklılıklarıyla Müslüman toplumların biraradalığı konusu, önemli tartışmalara
konu olmuş ve olmaya devam etmektedir. Bu durum, aslında ortada dikkat çekici
bir çelişkiye işaret etmektedir.
Geçen beş yüz yıllık dönemi içine alan uzun dönemli
değişim ve dönüşümler dikkate alındığında, birbirlerine eklemlenerek ortaya
çıkan sömürgecilik süreçlerinin yerini, tedrici olarak bağımsızlık
mücadelelerinin almasıyla ve ardından gelen ulus-devletlerin varlığına rağmen, İslam
toplumlarının elde edilen/edildiği varsayılan başta siyasi başarılara rağmen, kendilerini
hem ulus-devletler yapısı içerisinde, hem de büyük toplum anlamında ümmet
olarak ne denli ortaya koyabildiklerini sorgulamayı gerektirmektedir.
Ramazan ayının oluşturduğu yapısal durumun ortaya
çıkardığı üzere, Müslüman toplumların ortak değerler etrafında bütünleşmesini yani,
ibadetler, ritüeller ve uzun dönemli oluşmuş gelenekler ekseninden hareketle,
ortak idealler etrafında bir toplumsal yapının tesisini, bir başka deyişle İslam
birliği meselesini, gerçeklikten uzak ve suni addeden anlayış, hiç kuşku yok
ki, uzun bir geçmişi ile oryantalizmin/şarkiyatçılığın biçimlendirdiği görüş ve
yaklaşımların söylemlerine tekabül etmektedir.
Bu noktada, sorunun kökeni bağlamında,
oryantalistler/şarkiyatçılar -önceki yüzyıllar bir yana,- 16. yüzyıl
başlarından itibaren, bizatihi Müslümanların yaşadıkları coğrafyalara nüfuz
etmek suretiyle, doğrudan ve tedrici olarak egemen güç yapıları teşkil ederek,
Müslüman toplumlar üzerinde sadece, ticari ve ekonomik alanlarda değil, siyasi
ve kültürel alanlar gibi manevi bağlamlarda da egemen olma süreçlerinde kendi
bilgi kaynaklarına ve yorumlama yöntemlerine bağlı olarak Müslüman toplumları
tanımlama çabası içinde olmuşlardır.
Bu tanımlama çabalarının ön yargılı ve kasıtlı
bağlamlarıyla sadece bildik anlamıyla ‘ötekileştirici’ olmadığı, aksine, bunun
ötesinde, Müslüman toplumları gerçeklikten koparıcı ve bu anlamda neredeyse yok
sayıcı bir nitelik taşıdığını söylemek mümkün.
Bu görüşün bağlıları ve destekçileri arasında, -geçmiş ve
günümüz de dahil olmak üzere- İslam toplumları içinden çıkmış özellikle, Batılı
ülkelerde öğrenim görmüş ve/ya gönüllü olarak ve isteyerek ya da farkında
olmayarak Batılılaşma yönünde gayret sarf etmiş; bununla birlikte, bu öğretim
süreçlerinde edindikleri maddi alana tekabül eden bilgi birikimlerini ve hikmet
olarak değerlendirilebilecek görgülerini İslam toplumları yararına olacak şekilde
gündeme getirmek yerine, gizli/açık ‘içerden oryantalizm’ kavramını hayata
geçirerek, birer dışsallaştırılmış aktöre dönüşen bireylerin ve grupların varlığına
da tanık olunmaktadır.
Bu ikinci grup içerisinde yer alan kişiler, -diğer
düşünce ve eylemleri bir yana- bir yandan, Batı’yı eleştirir ve hatta, “Batı’nın
dünya toplumlarına verebileceği bir şey kalmamıştır” retoriğini bir tür
kahramanvari edayla popüler medyatik bağlamlarda dillendirirken, temelde
kendilerinin de söz konusu Batı’nın bir ürünü olduklarını unutmuş gözükürler.
Bu gruptaki kişiler bu söylemleriyle kalmamakta, kendi
bireysel öğrenimleri, akademik olan ve olmayan yaşamları ve ilişkileri çerçevesinde
Batı’yla ilişkilerini alabildiğine çoğaltmaya/artırmaya gayret ederken, -sanki
yukarıdaki cümleyi kendileri sarf etmemişlercesine- bizatihi kendi çocuklarını,
Batılı ülkelerde okutma arzusunu ve şevkini açık seçik dışa vurmakta; bu
yolları bizzat oluşturma konusunda yol taşlarını döşemekten geri durmamakta ve bir
alternatif sun/a/mama zavallılığı içerisinde debelendikleri gibi, toplumun
geneline doğru yayılan bir Batılılaşmacı yaklaşım sergilemekte mahsur görmemektedirler.
Oysa bu kitlenin, başta kendi toplumlarından başlayarak bütüncül
anlamda tüm İslam toplumlarını kapsayacak bütünlüklü düşünce ve eylemlerin
hayata geçirilmesi noktasında çaba sarf etmeleri beklenir bir durum olsa
gerek(ti).
Sivil toplum varlığı
Topluma yön verme konumunda oldukları düşünülebilen ve
daha çok da, akademi/yükseköğretim, teknokrat/bürokrat tabakalarında çokça
karşımıza çıktığına tanık olunan yukarıda dikkat çekilen kitlelerin ortaya
koyamadıkları icraatlarına rağmen, İslam toplumları bünyesinde yakınlaşmayı,
birbirini anlamayı, çeşitli alanlarda/sektörlerde benzer imkânları
birleştirerek, ilgili toplumlara fayda sağlayacak gelişmeleri ortaya koymayı
önemseyen kurumlar da olmuştur. Bunlar, genel itibarıyla İslami sivil toplum
kuruluşları adıyla anılmaktadırlar.
Her ne kadar, Batı’dan etkilenimlerin ürünü olduğu
söylenebilecek sivil toplum olgusu, Batı’da bu kavramın yani, sivil toplum
oluşumunun köklerini modernleşme çerçevesinde, -bu sürecin doğal ve kendinde
bir eğilimi olarak-, dine mesafeli yaklaşımlarıyla birlikte düşündüğümüzde, sivil
toplum kavramının, -en azından- bu yazıya konu teşkil eden sivil toplum bağlamı
ile çeliştiğine şüphe bulunmamaktadır.
Bu çerçevede, İslam literatüründe vakıf adıyla bilinen kurumsal
yapının uzun tarihsel geçmiş içerisindeki varlığının aslında elverişli bir
kavram ve kurumsal yapıya tekabül ettiği gayet açıktır.
Bu kurumsal yapının, geçmişteki varlığına bakıldığında, İslam
coğrafyasının bir ucundan diğerine geniş coğrafyaları ve toplumları birarada
düşündürecek bir yapılanma olduğunu söylemekte epeyce güç. Bunun, ilgili
dönemlerin şartları ve imkânları dikkate alındığında, bir ‘normale’ tekabül
ettiğine de kuşku yok.
Günümüzde, ‘vakıf’ kurumunun yerini aldığı söylenebilecek
‘sivil toplum’ kurumunun, adına modern denilen dönemin doğurduğu toplumsal koşulların
bir üretimi olarak, İslam toplumlarında da şu veya bu isimler altında gündeme
gelmektedir.
Bugün, söz konusu bu sivil toplum yapılarının sadece,
ulus-devlet sınırları içerisinde kalmayan aksine, Ramazan Ayı olgusu
çerçevesinde ortaya konulduğu üzere, sınırları aşan ve küresel bir ümmet
olgusunu düşünce ve pratik düzeyinde sergileyen yapıları oluşturmaktadırlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder