Mehmet Özay 06.10.2021
Çin-Tayvan ilişkilerinde, son bir haftadır yaşanan gelişmeler Tayvan Boğazı’ndaki gerginliğinin uluslararası boyutunu bir kez daha ortaya koyuyor.
Asya-Pasifik bölgesinde, Çin Halk Cumhuriyeti’nin ‘Tek
Çin Politikası’ ile de facto bağımsız bir ülke konumundaki Tayvan’ın bu
politikaya muhalif ve hatta meydan okuyan tutumu, bölgede gerginlik yaratmaya
devam ediyor.
Geçtiğimiz Cuma gününden bu yana, Çin hava kuvvelerine
bağlı yaklaşık 150 uçağın Tayvan hava sahasın ihlâl etmesi, ardından Tayvan
devlet başkanı Tsani Ing-wen’in uluslararası bir dergide yayınlanan bölge
güvenliğini konu olan makalesi, sürecin bu yönde sürdüğünün bir ifadesi olarak
karşımızda duruyor.
Konunun uluslararası boyutunun varlığına son delil ise,
Fransız milletvekili ve eski savunma bakanı Alain Richard’ın, Taiwanı ziyaret
açıklaması oldu. Aylardır gündemde olan bu ziyaretin, Richard’ın bir ekiple
Cuma günü Taiwan’a gelmesiyle gerçekleşmesi bekleniyor. Çin yönetimi “Tek Çin
politikası”nı ihlâl eden ve “iki ülke ilişkilerini etkileyebilecek” her türlü
girişimden sakınılması gerektiğine vurgu yaparak, Fransa’nın bu girişimine
eleştirisi ortaya koydu.
Söz konusu bu gelişmeler, gözlerin bir kez daha
Asya-Pasifik bölgesine çevrilmesine neden oluyor.
Asya-Pasifik’te demokratik ittifak vurgusu
Tayvan devlet başkanı Tsai Ing-wen’in bölge
politikalarını konu alan makalesinin dün yani, 5 Ekim’de Foreign Affairs’de
“Değişen Uluslararası Düzen’de İyilik Gücü” (A Force for Good in the Changing International Order) başlığıyla yayınlanmasının tam da, bu döneme
denk gelmesi şaşırtıcı değil.
Bu çerçevede, Tsai, “Ada’nın Çin’in eline geçmesinin
doğuracağı felâket” ifadesi hiç kuşku yok ki, Tayvan Boğazı sorununun Asya-Pasifik
gündeminde ilk sırada yer almasına neden oluyor.
Tsai, yazısında Tayvan’ın, Asya-Pasifik bölgesinde mevcut
demokratik ittifakın bir anlamda kalesi olduğunu gizli/açık vurgularken,
Ada’nın Çin’in hakimiyetine geçmesinin sadece, Çin ve Tayvan ile sınırlı
olmayacak sonuçlar doğuracağına vurgusu dikkat çekicidir.
Çin Halk Cumhuriyeti yönetimi, ulusal sınırları ve
bütünlüğü içinde kabul ettiği Tayvan’la ilgili görüşlerini, hava sahası ihlâli
gibi denemelerle ne şekilde pratiğe geçirebileceğine dair sembolik
göndermelerde bulunuyor.
Bu durum, Çin’in giderek daha tehditkâr bir yaklaşımla
ortaya çıkmasına neden olurken, de facto bağımsız bir ülke olarak varlık
süren Tayvan’ın, Batı özellikle de, ABD ile ilişkilerinde askeri boyutun
artarak sürmesi anlamı taşıyor.
Söz konusu bu gelişmeler, Asya-Pasifik bölgesinde olası
çatışma bölgeleri arasında Tayvan Boğazı’nın ilk sıralarda yer almasına neden
oluyor.
Çin’de resmi söylem: “Tayvan’sız olmaz!”
Çin devlet başkanı Şi Cinping’in, “Tayvan’da
hakimiyetimiz kaçınılmaz” anlamına gelecek açıklaması hiç kuşku yok ki, günümüz
uluslararası siyasetinde en dramatik gelişmelere zemin hazırlayacak potansiyeli
içinde barındırıyor.
Çin’in bu siyasi söylemini destekleyecek girişimlerini
ise, neredeyse her gün Tayvan hava sahası ihlâlleriyle ortaya koyması ise
Tayvan üzerinde bir baskı oluşturmayı ve ‘Tek Çin politikası’nı
gerçekleştirmeye yönelik ikna olarak görmek gerekiyor. Bununla birlikte, bu
girişimin salt Tayvan’la sınırlı kalmayacak bir bölgesel güvenlik sorunu olarak
da algılandığına kuşku bulunmuyor.
Bu çerçevede, Tayvan’da devlet başkanı Tsai Ing-wen’in
dün bölge basınında yer alan açıklamasında, “Ada’nın Çin’in eline geçmesinin çok
büyük sonuçlar doğuracağı” ifadesi kadar, demokrasi vurgusu önem arz ediyor.
Çatışma, savaş ve ilhak gibi birbiriyle bağlantılı
süreçlerin temelinde Çin ve Tayvan yönetimleri arasında yaşanan siyasal
ideolojik yaklaşım sorunun eh temel noktasını teşkil ediyor. Tsai’nin, “Çin’e
karşı kendilerini savunmak için ne gerekiyorsa yapacakları” ifadesi de, bu
anlamda gayet önemli.
Tarihin tekerrürü (mü?)
Yaşanan bu gelişmelerin, Asya-Pasifik bölgesinde, tıpkı
Pasifik Savaşı sonrasında yaşanan gelişmelerle paralellik arz etmesi ise hiç
şaşırtıcı değil.
Bu noktada, Çin devlet başkanı Şi Cinping’in görev
süresinin uzatılması, siyasi tutum ve politikalarının ülkenin kurucu aktörü Mao
Zedong ile karşılaştırılması ve hedefinde yeni bir Mao olma arzusu gibi
unsurlar akla 1960’ların politikalarını getiriyor…
Özellikle, 2016 yılında iktidara gelen Demokratik İlerlemeci
Parti (Democratic Progressive Party-DPP) ve başkanı Tsai Ing-wen, açıkça olmasa bile daha bağımsızlıkçı söylemi ve
askeri yapılanmadaki kararlılığı ile Çin yönetiminden tepki çekmeye devam
ediyor.
Tsai, Çin yönetiminin ‘tek Çin politikası’ uyarılarına
sessiz kalmak yerine, karşı argümanlarla ortaya çıkması ve “Tayvan zaten
bağımsız” bağlamındaki açıklaması hiç kuşku yok ki, gelişmeleri iki ülke
dışında uluslararası boyuta taşınması anlamı taşıyor.
Bu durum, uzun dönemdir Çin-Tayvan arasındaki statükonun
korunması yolundaki politikaların yerini, sadece çatışmacı söylemin değil,
karşılıklı siyasi ve askeri yapılaşmanın ve hatta yeni blokların oluşmasının
almakta olduğuna gönderme yapıyor.
ABD’den paradigma değişikliği
Bu noktada, ABD’de Joe Biden yönetiminin Afganistan ve
Irak’tan çekilme kararı; Asya-Pasifik veya ABD yönetimi tarafından yeni bir
paradigma olarak ortaya konulmaya çalışılan Hint-Pasifik politikalarına
yönelmesi, sabık devlet başkanı Barack Obama dönemi politikalarının açıkça
uygulanmaya devam edildiğini ortaya koyuyor.
Biden yönetimi, yeni dönem politikalarının merkezini
oluşturacağı izlenimini güçlü bir şekilde veren Hint-Pasifik merkezli Dörtlü
Diyalog (Quad) grubu öte yandan, Aukus (Avustralya-United
Kingdom-the United States) adıyla askeri yönü ağır basan Anglo-Sakson ittifakını
hayata geçirmesi bu yöndeki kayda değer girişimler olarak değerlendirmek
gerekiyor.
Tayvan Boğazı sorununu anlamak
Tayvan Boğazı’ndaki gerginliği tek taraflı okumak yerine,
daha geniş perspektiften bakıldığında sadece, Tsai’nin veya mensubu bulunduğu
Demokrat Parti’nin siyasi tutumunda aramak yanlış olur.
Bu noktada, Çin Halk Cumhuriyeti’nde 2012 yılında parti
başkanlığı ve devlet başkanlığı süreci başlayan Şi Cinping’in, hırslı
politikalarının en önemli göstergelerinden biri, özerk bölgeler veya ayrılıkçı
hareketlerin olduğu belirtilen Tibet, Doğu Türkistan (Uygur), Hong Kong ve
Tayvan politikalarıyla kendini ortaya koyuyor.
Birbirini etkileme ve tetikleme olasılığını içinde
barındıran bu farklı bölgelerdeki gelişmeler, aynı zamanda Batı’nın özelde de,
ABD’nin Asya-Pasifik bölgesinde hem uluslararası sistemin devamlılığı, hem de
demokratik ve özgürlükçü söylemin sağlanması yönündeki çabalara desteği
şeklinde ortaya çıkıyor.
Şi Cinping’in sekiz yıllık başkanlığı döneminde özellikle,
Hong Kong ve Doğu Türkistan’daki icraatları Tayvan yönetimi tarafından hiç
kuşku yok ki, yakından takip ediliyor.
Doğu Türkistan’ın dünya ile bağımsız irtibatı neredeyse
kesilmişken, Pekin yönetiminin Hong Kong’da Ada siyasetinin ve sivil toplum
çevrelerinin, 2019 yılından bu yana oluşturulan yeni yasal düzenlemelerle doğrudan
müdahalesi Tayvan’ı, sadece yüzde 25 civarında olduğu belirtilen bağımsızlık
yanlısı kesimleri değil, de facto bağımsızlığın devamından yana olanları
da içine alacak şekilde etkilediğine kuşku yok.
İkinci grup, doğrudan bağımsızlığı talep etmemekle
birlikte, siyasi ve toplumsal yapı olarak Çin yönetimi altında yaşamayı da
kabul etmiyor. Olası bir siyasal ve toplumsal çatışmanın ve bunun doğuracağı
askeri girişimlerin dışında kalmayı tercih eden ve azımsanmayacak bir nüfusa
tekabül eden bu kitlenin, Çin ve Tayvan ilişkilerinin alacağı seyirde, kayda değer
bir rolü bulunuyor.
Tayvan Boğazı’nda yaşanan sorun sadece Çin ve Tayvan gibi
ayrışık ve sorunlu iki teritori arasında gerçekleşmekle kalmıyor. 1949’dan bu
yana var olan anlaşmazlığın devamsızlığı bir başka deyişle, bugüne kadar süren
statüko olgusu yerini aktif çatışmaya bırakma eğiliminde. B durum hiç kuşku yok
ki, uluslararası düzeni yakından ilgilendirmesiyle giderek daha çok önem
taşıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder