Mehmet Özay 10.03.2017
Kuzey Kore devlet başkanının
üvey kardeşi olduğu ileri sürülen Kim Jong-nam’ın 13 Şubat’ta havalimanında öldürülmesi
üzerine, ‘cinayet’in nasıl ve kimler tarafından işlendiği konusu yerini Malezya
ve Kuzey Kore arasında diplomatik sürtüşmeye bıraktı. Gidişata bakılırsa
sürtüşmenin bu iki ülke ile de sınırlı kalmayacağı görülüyor. Geçen 4 Mart
Cumartesi gününden bu yana iki ülke yönetimi karşılıklı diplomatik falsolar
nedeniyle büyükelçilerin ülkeyi terk etmesi istenirken, ilgili ülke
vatandaşlarının bulundukları ülkeleri terk etmelerine de izin verilmiyor. Dün,
Malezya Başbakanı’nın Kuzey Kore’deki vatandaşların ‘güvenliğini’ sağlama adına
söylem düzeyinde geri adım atmasına rağmen, Kore Yarımadası’ndaki krizin
Güneydoğu Asya’ya doğru sıçraması eğilimi en azından potansiyel olarak söz
konusu olduğu görülüyor.
Malezya-Kuzey Kore ilişkisi
Bu çerçevede iki ülke
ilişkilerine ‘zarar’ verecek ne türden bir bağ olduğu sorusu da tabii ki önem
taşıyor. Malezya gibi Anglo-Sakson dünyaya mensubiyetiyle öne çıkan bir ülkenin
Birleşmiş Milletler yaptırımları, ABD ile ilişkilerine rağmen Kuzey Kore’yle
ilişkilere devam etmesi sadece bu ülkenin elçiliğinin Kuala Lumpur’da
operasyonuyla sınırlı değil. Bu bağlamda, yaklaşık bir aya yaklaşan süreçte,
Malezya ile Kuzey Kore arasında ‘özel’ denilebilecek bir ticari ve siyasi
ilişkinin olduğu, hem Malezya kamuoyu, hem de dünya kamuoyuna yansımış oldu. Bu
bağlamda, iki ülke arasında vize muafiyeti, ticari ilişkilerin sürdürülmesi,
Kuzey Kore havayolları (Koryo) Kuala Lumpur’da faaliyet göstermesi ve sayısı
bine ulaşan Kuzey Kore vatandaşının Malezya iş yaşamında yer alması dikkat
çeken hususlardı.
Bu ilişki biçimi, Birleşmiş
Milletler yaptırımlarına ve özellikle ABD’nin Kuzey Kore yönetimine yönelik
siyasi baskısına rağmen, Malezya’nın Kuzey Kore’yle işbirliği azınlık sayıdaki
ülkelerle aynı sınıflama içerisinde yer almasını sağlıyor. Malezya cephesinden
konuya bakıldığında, her iki ülkenin ‘bağlantısızlar’ bloğuna mensup oluşu;
Kuzey Kore’de sıradan vatandaşların zaten turist olarak ülke dışına çıkmasına
izin verilmemesi; Kuzey Kore ile ticari ilişkilerin de daha çok devlet
teşekküllerince yapılıyor oluşu gibi gerekçelerle mazur gösterilebilir bir
tarafı olabilir. Hatta, Kuzey Kore’nin ‘uluslararası çevrelere’
yakınlaştırılması noktasında faydasından bile söz etmek mümkün.
Kuzey Kore maktulun kimliğini reddediyor
Malezya’da işlenen cinayetin uluslararası
bir boyut arz etmesinde, söz konusu cinayete kurban giden kişinin ‘gerçek’
kimliği ile cinayette kullanıldığı belirtilen ‘öldürücü’ kimyasal maddeden
kaynaklanıyor. Cinayete kurban giden kişinin üzerinden Kim Chol adına
düzenlenmiş pasaport çıksa da, Güney Kore makamlarının yardımıyla gerçek
kimliğinin Kuzey Kore devlet başkanının üvey abisi Kim Jong-nam olduğu
belirtiliyor. Ancak Kuzey Kore yönetimi şu ana kadar bunu doğrulamadığı gibi,
bu veriyi reddetme yolunu tercih ediyor. Böylece, şu ana kadar cinayeti
‘azmettirenlerle’ ilgili verilere ulaşılamaması kadar, ‘kimlik’ üzerinde de bir
reddiye ile olayla Kuzey Kore yönetimi arasında bir ilişkinin olmadığı ortaya
konulmaya çalışılıyor.
Kuzey Kore Terör listesine alınabilir
Bir başka ülke topraklarında
işlenen bu cinayette VX türü sinir gazı kullanılarak işlenmesi Birleşmiş
Milletlerin 2005 Kimyasal Silahlar Sözleşmesi ve 1997 Kimyasal Silahlar
Sözleşmesi’ne göre kimyasal silah sınıflamasına giren VX türü sinir gazıyla
işlendiğinin açıklanması birkaç açıdan önemli. Bunlardan ilki, kimsayal silah
kategorisindeki bu maddenin, Malezya başta olmak üzere bölge ülkelerinin
kimyasal silah ticareti tehdidi altında olabileceğini ortaya koyuyor. Bir diğer
husus ise, söz konusu cinayetin Kuzey Kore yönetimince işlendiğinin kesinlik
kazanması halinde uluslararası kurumların devreye girerek Kuzey Kore’nin
‘uluslararası terörü destekleyen ülkeler listesine’ alınması, aynı zamanda bu
ülkeye yönelik yeni yaptırımları gündeme getirecektir. 2008 yılında söz konusu
terör listesinden çıkartılan Kuzey Kore’nin yeniden listeye alınması hiç kuşku
yok ki, Kore Yarımadası’nda zaten gergin olan ilişkileri daha da artırmanın
yanı sıra, uluslararası kamuoyunun baskısına maruz kalan Kuzey Kore’yi biraz
daha köşeye sıkıştırma anlamına gelecektir. Bununla birlikte, Kuzey Kore
yönetimi böyle bir ihtimalin oluşabileceğini hesaba katarak 4 Mart’ta
yaptıkları açıklamada, ABD yönetiminin Kuzey Kore’yi yeniden terör listesine
alma konusunda bir karara imza atmasının bedelini ağır bir şekilde ödeyeceğine
yönelik açıklaması da dikkat çekici bir gelişmeydi.
Kore Yarımadası’nda küresel hesaplaşma
Kim Jong-nam cinayeti,
Malezya’da ülkeyi bir kez daha küresel kamuoyu önüne çıkartan ‘talihsiz’ bir
hadise olarak algılanırken, aslında olayın perde arkasında Kuzey Kore ve Güney
Kore ile Çin-ABD ve Japonya aktörlerinin varlığına dikkat çekmek gerekiyor. Söz
konusu bu güçler arasında ABD ve Çin’in varlığının belirleyici konumda olduğu
da aşikâr. ABD, bir yandan Doğu Asya’da kurduğu güvenlik kuşağında Japonya ve
Güney Kore’yle ittifak yaparken, aynı zamanda bu iki ülkeye yönelik -örneğin
Kuzey Kore tarafından- herhangi bir saldırı karşısında müdahalede birinci
derecede rol alacak.
Son birkaç yıldır birbiri ardı
sıra gerçekleştirdiği füze denemeleri nedeniyle Kuzey Kore’ye yönelik olarak ABD
öncülüğünde Birleşmiş Milletler tarafından alınan yaptırımların çerçevesi
genişletilse de, şu ana BM’de alınan kararlar
Kuzey Kore yönetimine diz çöktürtmeye kafi gelmedi. Aksine, Obama
döneminde birbiri ardına gelen füze denemeleri sonrasında Kuzey Kore yönetimi,
yeni başkan Trump’ın ‘tehditvari’ yaklaşımından hemen sonra denemelere yeniden
başlaması, Kuzey Kore yönetiminin Amerikan liderlerinin söylemini dikkate
almadığını gösteriyor. Bu noktada akla şu sorular geliyor: Hangi ülke/ler ne
amaçla Kuzey Kore’ye destek vermektedirler? Söz konusu bu ülkeler desteklerini
hangi şartlarda geri çekme eğilimi sergileyecekler?
Kuzey Kore yönetimi, füze
denemelerinin sonuncusunu hem de dört füze ile geçen Pazartesi günü gerçekleştirmesine
sebep olarak, bir süre önce başlayan ABD-Güney Kore tatbikatına tepki olduğunu
ileri sürüyor. ABD-Güney Kore ortak tatbikatının Kuzey Kore’ye yönelik olası
bir müdahalenin ipuçlarını taşıdığı konusundaki görüşler de gündemde yer
alıyor. Pazartesi günkü füze denemeleri ve peşinden Kuzey Kore yönetiminin
tehditvari açıklaması karşısında ABD yönetimi geçen yıl varılan anlaşma
gereğince Güney Kore’ye füze savunma sistemleri (THAAD) yerleştirilmesi
konusunda harekete geçti.
Çin barışa götürüyor
Bu noktada hiç kuşku yok ki,
gözler Çin’e çevrilmiş durumda. Çin Dışişleri bakanı Wang Yi’nin daha dün
yaptığı açıklamayla Kuzey Kore’yi nükleer ve füze denemelerine son vermeye
çağırması oldukça önemliydi. Çin Kuzey Kore’ye bu mesajı verirken, aynı zamanda
Kore Yarımadası’nda olası bir sıcak gelişmenin önüne geçmek adına ABD ve Güney
Kore’ye de ortak tatbikatı sona erdirme çağrısında bulundu. Wang Yi
açıklamasında son gelişmeyi, ‘iki trenin hızla birbirine doğru gelmesi’
örneğiyle vermesi, bir anlamda Kore Yarımadası’nı sarabilecek aleve işaret
ediyor.
Kuzey Kore’ye yapılacak
herhangi bir müdahalenin Çin-Kuzey Kore arasındaki anlaşmaya binaen Çin doğrudan
müdahele ‘hakkına’ sahip. Çin’in Kuzey Kore’ye bu ‘askeri’ desteği, sadece bu
ülkeye ideolojik yakınlığından kaynaklanmıyor. Aksine, Kuzey Kore toprak
parçası Çin için bir tampon bölge olma anlamı taşıyor. Bununla birlikte, iki
ülke arasındaki anlaşmaya rağmen, Çin yönetiminin Kuzey Kore’yi savunma adına
aktif bir müdahaleye hazır olup olmadığı, buna cesaret edip edemeyeceği ise
meçhul. Kaldı ki, Çin son otuz yılda elde ettiği kazanımları böyle bir ortamda
kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Tam da bu durumda, Çin
dışişleri bakanının yaptığı açıklamayı Kore Yarımadası’nda barış sürecinin
başlatılmasına şans tanıyacak bir açılım olarak da ele almak mümkün.
Bu noktada, Kore Yarımadası’nda
suların bu denli ısındığı ve hatta Malezya’daki cinayet bağlamında bölgesel
yayılma eğilimi gösterdiği bir ortamda acaba Kore Yarımadası’na barışı
getirecek bir yol var mı sorusunu da sormak gerekir. Bu bağlamda, şayet barış
gelecekse bunun nasıl ve hangi yollarla geleceği de tabii ki önemli. Çin
dışişleri bakanının yukarıdaki açıklaması dikkate alındığında, Kuzey Kore
üzerinde baskı kurabilecek yegâne ülkenin Çin olduğu bir kez daha ortaya
çıkıyor. Bu çıkışı, Çin yönetiminin görevini yapmaya başladığı intibaını
verdiğini düşünmek de mümkün. Şayet Çin yönetimi bu baskısını sadece
uluslararası kamuoyunda bir ‘şov’ olarak gündeme getirmiyorsa, kapalı kapılar
ardında da olsa barışa yönelik girişimi çerçevesinde Kuzey Kore yönetimiyle
görüşmelere başlaması, bugün için gerçekleşmesi güç de olsa yeni bir çıkışa yol
açabilir. Böylece, bu sürecin Kuzey Kore yönetiminin, Çin’in iknasıyla
uluslararası çevrelerin kararlarına boyun eğmesi, bir başka deyişle
uluslararası kamuoyuyla işbirliğine kapılarını aralaması Kore Yarımadası’na
barışın gelmesi anlamı taşıyacaktır.
ABD ve Çin jeo-stratejik yaklaşımlarını değiştirmeli
Bununla birlikte, iki Kore’nin
birleşmesinin hangi şartlarda gerçekleştirileceği hususu da, Çin ve ABD
yönetimlerini jeo-stratejik yaklaşımları noktasında yakından ilgilendiriyor.
Olası bir birleşmenin ortaya çıkması halinde, Yarımada’nın ABD’nin güvenlik
şemsiyesinde kalmaya devam etmesi Çin tarafından kabul edilebilir bir durum
değil. Singapur’un kurucu başbakanı Lee Kuan Yew’un ileri sürdüğü üzere, Güney
Kore ve Amerikan birliklerini Yalu Nehri’ne veya 38. paralelin yukarısına
taşıyacak bir gelişme Çin’in ulusal güvenlik politikalarıyla doğrudan çelişen
bir sürece işaret ediyor. Öte yandan, birleşmiş bir Kore’nin Çin yanlısı
politikalara evrilmesi de ABD açısından benzer bir potansiyele gönderme
yapıyor. Bu noktada Çin ve ABD’nin barış için masaya oturduklarında, bugüne
kadar jeo-stratejik yaklaşımlarını değiştirmeleri gerekiyor. ABD ve Çin’i
bağlayıcı kılan bu şartlar bugüne kadar bu iki gücü Kore Yarımadası’nda
statükoyu korumaya yönelik politikalara hapsetmişti.
Hiç kuşku yok ki, Kuzey ve
Güney Kore’nin birleşmesinin, sadece bu iki ‘öz’ halk arasında birliği tesis etmekle
ve iki ülkeye barış getirilmesiyle sınırlı kalmayan, aksine küresel bir vechesi
bulunuyor. Bu anlamda, tıpkı Soğuk Savaş döneminin bitişinde Batı ve Doğu
Almanya’nın birleşmesi süreci gibi, Kore Yarımadası’nda da benzer bir
bütünleşmenin yapılabilirliği üzerinde kafa yorulurken, ABD’nin Almanya’nın
birleşmesinde oynadığı rolün benzerini Kore Yarımadası’nda oynayabilmesi tek
başına yeterli gözükmüyor. Bu noktada, gene iş dönüp dolaşıp “Çin faktörüne”
kilitleniyor. Bu günlerde ortaya çıkan bu en zor koşullarda barışa yönelik
hesaplar yapılacaksa yine bu iki gücün yani ABD ve Çin’in inisiyatifle
gerçekleştirilecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder