Mehmet
Özay 19.03.2017
Geçen
bir hafta boyunca Cakarta’da bulunduğum sırada, bu ay başında gerçekleştirilen
“Hint Okyanusu’na Kıyısı Olan Ülkeler Birliği” (IORA) toplantısının izlerine
şehrin belli başlı köşelerindeki panolarda asılı ilânlar sayesinde tanık oldum.
Bir önceki yazıda dile getirdiğim söz konusu birlik çalışmalarının geçmişi
1990’lı yılların ortalarına dayanmakla birlikte, aradan geçen süre zarfından
herhangi sağlıklı bir adım atılamamıştı. Endonezya Devlet Başkanı Joko
Widodo’nun inisiyatifiyle ve diğer üye ülkelerin desteğiyle ilk zirveye konu
olan Birlik, aslında bu üye ülkeler dışında yeni bir küresel siyasi ve ekonomik
zemine işaret ediyor. Bu zemin, ABD’de Barack Obama’lı dönemin başlarında
gündeme getirilen ve ABD’nin küresel siyaset ve ekonomi ilişkilerine yeni bir
yön vermeye matuf bir politika olarak dikkat çeken, ‘Asya Yüzyılı’ projesinde
bir kayma kadar, bir tür devamlılık olarak da okunmaya elverişli bir duruma
işaret ediyor. Bu süreci ‘kayma’ olarak
adlandırmaktan kastım, ABD’de Donald Trump rejiminin Asya-Pasifik
politikalarında değişim öngörmesinden kaynaklanıyor. ‘Devamlılık’tan kastım
ise, Asya-Pasifik bölgesindeki gelişmelerde ABD lokomotif olma işlevinden
çekilse de, bölge potansiyel değerinden bir şey kaybetmediği gibi, IORA
toplantılarında olduğu gibi yeni alternatif blokların oluşumuna da el verecek
kapasiteye sahip.
Obama
döneminde, Asya kıtasına atfen dillendirilen ‘Asya Yüzyılı’ projesi, aslında
Doğu ve Güneydoğu Asya topraklarını ve geniş su yollarını içine alan
Asya-Pasifik bölgesi ile sınırlı bir alanı içeriyor(du). ‘Du’ diyoruz, çünkü bu
20 Ocak 2017’den itibaren ABD’de Donald Trump yönetiminin Asya-Pasifik
bölgesiyle bağlantılı güvenlik, ticaret ve yatırım eksenli ilişkilerinde
kapsamlı değişiklikler olabileceğine dair söylemlerine Trans Pasifik İşbirliği
Anlaşması’nın (TPPA) rafa kaldırılmasıyla somut adım atılmış oldu.
Bununla
birlikte, özellikle Kuzey Kore’nin füze denemeleri ve nükleer silah
çalışmalarına devam etmesinin doğurduğu tehdidin devamlılığı, ABD’de yeni
yönetimin güvenlik politikasındaki önceki söylemlerinin aksine, Japonya ve
Güney Kore ile var olan ittifak ilişkilerinin “yüzde yüz” devam ettirileceği
yönünde bir teminatı gündeme getirdi. Hatta, bu sürecin son aşamasında ABD
Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’un Güney Kore’ye yaptığı ziyarette gözlemlendiği
üzere, Kore Yarımadası’nda bir müdahaleye yeşil ışık yakacak yaklaşımlar dahi
sergilenmeye başlandı.
Bu
noktada, 6-7 Mart günlerinde Cakarta’da gerçekleştirilen IORA devlet başkanları
ve başbakanlar düzeyindeki toplantı, ABD’nin TPPA’dan çekilmesiyle birlikte
daha önce ortaya çıkabileceğine işaret ettiğimiz gelişmelerden sadece biri
olarak gündeme geldi. IORA zirvesinin gerçekleştirilmesinin sadece devlet
başkanı Jokowi’nin değil, aynı zamanda dışişleri bakanı Retno Marsudi ile
Denizcilik ve Balıkçılık Bakanı Dr. Susi Pudjiastuti’nin katkısı yadsınamaz.
Özellikle akademi kökenli Dr. Susi’nin denizcilik konusunda ehil bir kişi
olması hükümetin bu alandaki politikasının belirlenmesinde önemli katkı
sağladığına kuşku yok. Bu bağlamda, Dr. Susi, Jokowi hükümetinde yer almasıyla
birlikte ‘denizcilik’ işlerinde reform çabasının da arkasındaki isim olarak
gözüküyor.
Bakan
Dr. Susi, bu süreçte, Endonezya’nın bir ‘takımadalar cenneti’ olmanın dışında,
bu coğrafyanın getirdiği jeo-stratejik ve jeo-ekonomik önemin de oldukça
farkında olarak, bunu bir devlet projesi haline getirmenin mücadelesini
veriyor. Her fırsatta denizcilik konusunu gündeme taşıyan Bakan Dr. Susi, geçen
yıl ülkenin doğusunda Maluku Adası’nda Ambon’daki Pattimura Üniversitesi’nde
verdiği bir konferansta, “Jokowi hükümeti, Endonezya’yı dünya çapında denizci
bir ulus yapma amacı taşıyor. Maalesef bugüne kadar ülkemiz (Endonezya) deniz
kaynaklarından istenildiği şekilde istifade edememiştir. Aksine bu
kaynaklarımız başka ülkeler tarafından sömürülmüştür.” anlamına gelecek
sözleriyle konuya dikkat çekmişti. Ancak Endonezya’nın denizci ulus olmasının,
Bakanlığın icraatçı yönünün ortaya çıktığı kıta sahanlığı bağlamının ötesinde
bir anlamı var. İşte bu nedenle Takımadaları’n Hint Okyanusu üzerinden
Ortadoğu’ya Afrika’ya bağlanması ve ikincil su yolları da hesaba katıldığında
bölgesel işbirliğinin kaçınılmaz bir boyut teşkil ettiği görülür. Bununla birlikte,
2014 yılından itibaren Endonezya’da hükümetin gündeminde etkin bir şekilde yer
alması için gayret gösterilen denizcilik konusu ve tabii ki Hint Okyanusu
bağlamı, aslında Endonezya için yeni bir olgu değil.
Aksine
“Hint Okyanusu” konusu bundan 12 yıl önce gündeme gelmeye başladı. 26 Aralık
2004 tarihindeki 9.2 şiddetindeki deprem ve akabinde oluşan tsunaminin neden
olduğu ‘doğal’ afet Hint Okyanusu’na ve de bu su yolunu çevreleyen ülkelerin
ilişkisine ‘doğrudan’ bir referans niteliğindeydi. Bu felâket, bir ucu Malaka
Boğazı girişinde Endonezya’nin 33 eyaletinden biri olan Açe, öte tarafta Doğu
Afrika’da Somali sahillerine kadar ulaşan dev dalgalar, aslında bu devasa
denizin tarihsel olarak birleştirdiği kıyıların yeniden hatırlanmasına vesile
oldu. Aslında IORA toplantılarıyla bugün Endonezya merkezi hükümetinin gündeme
getirmeye çalıştığı Hint Okyanusu’na kıyısı olan ülkeler işbirliğinin tarihi,
akademik, ekonomik boyutlarının ele alınmaya başlanması, ilki 24-27 Şubat 2007
tarihlerinde düzenlenen “Uluslararası Açe Hint Okyanusu Çalışmaları Konferansı
(“International Conference on Aceh and Indian Ocean Studies” (ICAIOS)
vesilesiyle oldu.
Bu
adla, o günden bu yana her iki yılda bir gerçekleştirilen konferansların
uluslararası komitesinde Türkiye’den de bir temsilin olması önemli/ydi. ICAIOS
adı sadece konferansla sınırlı olmayıp, merkezi Banda Açe’de bulunan aktif bir
ofis tarafından yönetilmekte. 3 Haziran 2011 tarihinde dünyabülteni’nde
yayınlanan “Açe’deki Son Gelişmeler” başlıklı yazıda da dile getirdiğim üzere,
dünyanın çeşitli ülkelerinden ve alanlarında
uzman akademisyenlerin katılımı ile gerçekleştirilen bu konferanslar, o dönem
Açe’de faaliyet gösteren Avrupa Birliği ve Dünya Bankası ofisleri gibi
uluslararası öneme sahip kuruluşların da destek ve katkısına sahipti.
Açe’deki bu oluşumu hatırlatmamın birbiriyle ilişkili
olmasından kuşku duyulmayan bazı hususları içermesinden kaynaklanıyor. İlki
yukarıda da değinmeye çalıştığım üzere, bir Takımadalar ülkesi olan
Endonezya’da merkezi hükümetin ülkenin bu doğal zenginliğini henüz yeni yeni
keşfetmekte oluşu. Hint Okyanusu denildiğinde Endonezya bağlamında Sumatra Adası ve de bu adanın kuzeyindeki Açe
Eyaleti doğal olarak akla gelen isim oluyor. Ancak on iki yıl önce Açe’de
başlatılan ve sadece ‘pür akademik’ bağlamıyla da sınırlı kalmayan inisiyatifin
merkezi yönetim tarafından desteklenmemiş olması açıkçası sorunlu bir duruma
işaret ediyor. Söz konusu bu ‘Hint Okyanusu’ temelli yaklaşımın Açe’de gündeme
gelmiş olması aslında tarihsel bir devamlılığa işaret ediyor.
Açe’nin bin yıllık geçmişinde kurulan irili ufaklı devletlere ve bölge halklarına İslam’ın verdiği renk, bu toprakların erken dönemlerden itibaren Hint Alt Kıtası ve Arab Yarımadası ile ticari, siyasi, sosyo-dini ilişkilerini ortaya koyuyor. Aslında bu yaklaşım, örneğin Çin devlet başkanı Şi Cinping’in 2013 yılından itibaren, “Kara ve Deniz İpek Yolları” projesini gündeme taşıması ve Güney Çin Denizi’nin yüzde 90’lık bölümüne hakim olacak şekilde egemenlik çerçevesini genişletme politikasının tarihsel süreçlere referansla gündeme getirmesinden bir farklılık taşımıyor. Kaldı ki, Endonezya’da 2014 yılından bu yana iktidarda olan Jokowi hükümetinde de Bakan Dr. Susi’nin ortaya koyduğu ‘denizci bir ulus olma bilincinin’ ekonomik, siyasi ve de askeri vecheleriyle ortaya konması yönündeki yaklaşımı da -Cava Adası'nı dikkate alarak- İslam öncesi dönemde bölgenin denizci bir devleti olarak tarihte iz bırakmış Majapahit İmparatorluğu’na (13-15. yüzyıllar arası) referans yaptığı görülür.
Açe’nin bin yıllık geçmişinde kurulan irili ufaklı devletlere ve bölge halklarına İslam’ın verdiği renk, bu toprakların erken dönemlerden itibaren Hint Alt Kıtası ve Arab Yarımadası ile ticari, siyasi, sosyo-dini ilişkilerini ortaya koyuyor. Aslında bu yaklaşım, örneğin Çin devlet başkanı Şi Cinping’in 2013 yılından itibaren, “Kara ve Deniz İpek Yolları” projesini gündeme taşıması ve Güney Çin Denizi’nin yüzde 90’lık bölümüne hakim olacak şekilde egemenlik çerçevesini genişletme politikasının tarihsel süreçlere referansla gündeme getirmesinden bir farklılık taşımıyor. Kaldı ki, Endonezya’da 2014 yılından bu yana iktidarda olan Jokowi hükümetinde de Bakan Dr. Susi’nin ortaya koyduğu ‘denizci bir ulus olma bilincinin’ ekonomik, siyasi ve de askeri vecheleriyle ortaya konması yönündeki yaklaşımı da -Cava Adası'nı dikkate alarak- İslam öncesi dönemde bölgenin denizci bir devleti olarak tarihte iz bırakmış Majapahit İmparatorluğu’na (13-15. yüzyıllar arası) referans yaptığı görülür.
ABD yönetiminin 21. yüzyılda Asya-Pasifik’e
biçtiği ‘liderlik’ rolüne karşılık, siyasi ve ekonomik rekabetin
şekillendirmesiyle, bölge ülkelerinin
bir bölümünde tarihe referansla yeni bölgesel ve küresel projeleri gündeme
taşıyor. Şin Cinping liderliğindeki Çin yönetiminin tarihe referansla İpek
Yolları projesi, Güney Çin Denizi’nin neredeyse tamamına yakını üzerindeki
egemenlik iddiası tarihi referansı bölge ve küresel politikalarda tepki
doğurmaya devam ediyor. Endonezya’da ise, devlet başkanı Jokowi hükümeti,
tsunami sonrasında Açe Eyaleti’nde oluşan uluslararası ortamın doğurduğu ve
akademi dünyasının öncülüğünde yapılandırılan Hint Okyanusu temelli açılımı es
geçmiş olsa da, ortaya koymaya başladığı ‘denizci bir ulus olma özelliği’
dikkat çekici gelişmeler olarak okunmaya aday.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder