Mehmet Özay 03.03.2017
Şubat ayının son günleri,
ABD başkanlarından Richard Nixon’un 1972 yılında Çin’e yaptığı ziyaretin 45. yıldönümüne
tekabül ediyordu. Doğurduğu sonuçlar bakımından bu hadiseyi, Çin’in
küreselleşmesinin yıldönümü olarak adlandırmak ta mümkün. Çin yönetimi bu
yıldönümünü önemsediğinin bir ifadesi olarak başbakandan daha kıdemli konumdaki
Yang Jiechi’yi ABD’ye gönderdi.
Yıldönümü vesilesiyle bazı toplantılar tertip edilirken, ziyaretin
sadece o yıllarda kalan bir ‘anı’ olmadığı, aksine bugünlere kadar etkisi devam
eden bir dönüm noktası olması nedeniyle ele alınmayı hak ediyor. Nixon’un o dönem
süpriz addedilen ziyareti ABD-Çin ilişkilerinin seyrini değiştirmesi kadar,
uluslararası siyasette yeni bir döneme girildiğine de işaret ediyordu. Ziyaret
‘Nixon’ adıyla anılsa da, bu ziyaretin mimarı ise Nixon’un ulusal güvenlik
danışmanı Henry Kissinger’dı. Kissenger 1971 yılında yaptığı ‘gizli’ ziyaretle
Nixon’un önünü açan ve ABD-Çin ilişkilerini yapılandıran kişi olarak tarihe
geçti.
Ziyaret, Nixon’un 21
Şubat 1972’de Pekin havalimanında dönemin Çin Başbakanı Chou En-lai’nin
karşılanmasıyla başladı. Aynı gün devlet başkanı Mao Tse-tung’la bir saat süren
bir görüşmesinin ardından, başbakan Chou en-Lai ile her gün yapılan görüşmeler iki
ülkeyi birbirine yaklaştırmaya matuf gelişirken, 27 Şubat’ta imzalanan ‘Şangay
Tebliği’yle taçlanmış oldu.
Bu ziyaretin yıldönümünde
Kaliforniya’da düzenlenen toplantıya katılan Çin konsolosu Liu Jian yaptığı
konuşmada, söz konusu bu ziyareti Nixon’un 45 yıllık mirası olarak
değerlendirerek aradan geçen süreye rağmen, etkisini yitirmediğini söylüyordu. ‘Nixon
Vakfı’ başkanı Bill Baribault ise, iki ülke arasındaki ilişkilerin ticaret ve
ekonomik işbirliği boyutuna dikkat çekerken, ‘Şangay Ruhu’nun devamını dile
getiriyordu. Bu iki ifade de aslında 45 yıl önceki gelişmeyi sade bir tonla
hatırlatmaktan öte, Tayvan üzerinden ‘Tek Çin’ politikasına yönelik ucu açık
mesajları, güçlü bir şekilde verdiği içe kapanma sinyalleriyle başta Çin’le
olmak üzere küresel ticarete ‘darbe’ vurmaya matuf çıkışları ile gündem
oluşturan ABD’nin çiçeği burnunda başkanı Donald Trump’a mesaj niteliğindeydi.
Bu nedenle Nixon ziyaretinin
yıldönümü, sadece Amerikan tarihine değil, küresel anlamda döneme damgasını
vurmak isteyen Trump’ın, dış politikada ve küresel ekonomide kayda değer
değişimlerin ipuçlarını ortaya koymaya başladığı bu günlerde daha farklı bir
anlam taşıyor. 45 yıl öncesi ve sonrasında her ikisi de Cumhuriyetçi partiye
mensup iki başkanın yani, Nixon ile Trump’ın Çin politikalarının
karşılaştırılmalı olarak incelenmesi gibi oldukça önemli bir durumda söz
konusu.
Cumhuriyetçi başkan Nixon’u
ABD tarihinde değil, dünya tarihinde önemli kılan bir gelişme olarak kabul
edilen Çin ziyareti, iki ülke arasında ilişkilerin ‘normalleşmesi’ anlamına
gelir. Ancak bu normalleşme iki ülke arasındaki buzları eritirken, ortaya çıkan
yakınlaşma ile küresel ilişkilerde yeni bir döneme girildiğine de işaret
ediyordu. Başkan Nixon’un, “sekiz yüz milyon kişiyi kızgın ve dünya kamuoyundan
izole bir durumda bırakmak istemiyoruz. İletişim kurmak ve Çin’i uluslararası
toplumun ve Pasifik bölgesinin bir üyesi yapmak istiyoruz.” sözü yukarıda
atıfta bulunduğum ‘Şangay Ruhu’ olgusunu net bir şekilde ortaya koyuyor.
Bu buluşma öncesinde
Çin’in durumuna kısaca bakmakta yarar var. Amerika’yı bir tehdit olarak
algılayan hatta bir saldırı gelebileceği endişesiyle yaşayan Çinliler, Nixon’un
ziyaretiyle bir anda yanı başlarında beklenmedik bir ‘dost’ buldukları bile
söylenebilir. Komünist ideolojinin farklı versiyonlarına mensup olmaları
nedeniyle Sovyet Rusya’sını bir tehdit olarak gören; 1949’daki ayrışmanın
ardından uluslararası arenada ‘Büyük Çin’i temsil makamında görülen ve giderek
büyüme eğilimi gösteren Tayvan sorununu başağrısı olarak yanı başında taşıyan; ve
Japonya’nın o dönem agresif endüstrileşme süreçleriyle ortaya çıkan ekonomik
gelişmişliğinin siyasi ve askeri gücünü yeniden ortaya çıkarabileceğinden
kaygılanan köşeye sıkışmış bir Çin görüntüsü vardı.
Bunlar, “Mao’ya rağmen” o
dönem Çin’in uluslararası politikada karşı karşıya kaldığı en önemli sorunlara
tekabül ediyordu. Nixon-Kissinger ve Chou en-Lai arasında geçen görüşmelerde yukarıda
zikredilen üç alanda sağlanan görüş birliği sayesinde Çin yönetimi, Sovyet
Rusya karşısında kendini daha iyi konumlandırmaya başladı. Bunda özellikle,
‘Henry Kissinger’in mimarı olduğu ‘çok gizli’ görüşmelerde Çin tarafına Sovyet
askeri varlığı hakkında bilgiler verilmesinin önemi yadsınamaz. Öte yandan, ABD’nin
Tayvan’ın bağımsızlık iddialarına destek vermeyeceği aksine Çin’i muhatap
almaya başlayacağı ve Tayvan’ın Çin’e ait olduğunu dolayısıyla ‘Tek Çin’
politikasını kabul ettiğini ifadesi Çin yönetiminin Tayvan gibi bir sorun
karşısında uluslararası arenada mücadele etmek zorunda kalmayacağı anlamı
taşıyordu. Bu teminatın en açık göstergesi ise, Çin Halk Cumhuriyeti ile resmi
adı Çin Cumhuriyeti olan Tayvan’ın yerine Birleşmiş Milletler’de Çin Halk
Cumhuriyeti’ni ‘büyük Çin’in temsilcisi olarak tanıması oldu. Böylece Çin küresel
bir gönürürlük ve tanınırlık düzeyine ulaştı.
Japonya’nın o dönem gerçekleştirdiği endüstriyel gelişmesi sayesinde,
yeniden askeri ve siyasi bir güç kazanması ve bölgede Tayvan ve Güney Kore’de
yayılmacı bir nitelik kazanması olasılığından ötürü Çin yönetiminde hasıl olan
kaygı da, Nixon ve Kissinger’ın, “ABD ile Japonya arasında güvenlik anlaşması
olduğu sürece böyle bir tehdit söz konusu olamaz” teminatıyla ortadan kaldırıldı.
Böylece, Çin yönetimi, 1930’lu ve 40’lı yıllarda Japon saldırısının neden olduğu olumsuz
tecrübenin getirdiği psikolojik ağırlığı da üzerinden atmaya başladı. Bu
ziyaret neticeleri bakımından, Çin adına rejimin uluslararası ilişkilerde dışa
açılmasının da adıdır. Başbakan Chou En-lai’nin 1955 yılında Asya-Afrika
liderlerini bir araya getiren ve bağlantısızlar toplantılarına ivme kazandıran
Bandung Konferansı’na katılmasını unutmadan, Nixon’un ziyaretiyle, 1949 yılında
komünistlerin hakimiyetine geçen Çin kapılarını dünyaya açmaya başladı.
ABD içinse, 2. Dünya
Savaşı’nın ardından oluşan iki kutuplu dünya siyasetinde Sovyet Rusya’sıyla
yaşanan rekabet; bir türlü istikrarın sağlanamadığı Vietnam-Kamboçya-Laos’un
yer aldığı Hint-Çin bölgesindeki sorunlar; Vietnam’da içine girdiği batak ve
Hindistan ile Sovyet Rusya arasındaki gizli/açık yakınlaşma Amerikan yönetimini
yeni bir açılım yapmaya iten başat nedenlerdi.
ABD ve Çin yönetimlerinin
görüşmelerdeki performansı, Sovyet Rusya’ya karşı farklı nedenlerle de olsa
aynı tepkiselliği sergilemeleri siyasi frekanslarının ayarlanması kadar ticari,
ekonomi ve kültürel alanlardaki ilişkilerin önünü de açtı. ABD ile yapılan
anlaşmaların genel itibarıyla Çin için küresel sisteme entegrasyonu anlamı
taşıdığı hiç kuşku yok ki, 2000’li yıllarda daha net ortaya çıkmaya başladı. ABD,
Soğuk Savaş yıllarında Sovyet Rusya karşısında nüfusu ve kapsadığı coğrafya ile
ve sahip olduğu gelişme potansiyeli ile dev Çin’i ‘partner’ olarak seçmekle,
küresel düzeni yeniden organize ediyordu. Bu nedenle, ABD’nin bu inisiyatifi,
Soğuk Savaş yıllarının belki de en sıcak girişimlerinden biridir.
Ancak aradan geçen neredeyse yarım asır
sonra işler tersine dönmüş gözüküyor. Dün Japonya’nın ekonomik gelişmişliğinin
yol açacağı askeri ve siyasi yayılmacılık kaygısı Çin yönetimini rahatsız
ederken, bugün Çin’in dünyanın ikinci en büyük ekonomisi haline gelen ve sadece
kendi bölgesinde yani Doğu Asya’da değil, Afrika’dan Güney Asya’ya, Doğu
Avrupa’dan Ortadoğu’ya kadar geniş bir coğrafyayı içine alan ticari ve ekonomik
yayılmacılık düzeyine ulaşmış olan Çin karşısında Japonya aynı kaygıyı yaşıyor.
Sadece Japonya da değil… Başta, on ülkenin üyesi olduğu Güneydoğu Asya Birliği
(ASEAN) olmak üzere Avustralya’dan AB’ye kadar pek çok ülke Çin’in agresif
büyümesinin getirdiği ve pratikte Doğu ve Güney Çin Denizi’nde egemenlik alanın
genişletme şeklinde zuhur eden yayılmacılık süreci karşısında kaygı duyuyor. En
büyük kaygıyı ise Başkan Trump’ın başını çektiği ABD yönetimi gösteriyor. Nixon’un
tarihi Çin ziyaretinin 45. yılında, bir başka Cumhuriyetçi başkan Trump’ın
Çinle ilişkileri ve dolayısıyla yeni bir küresel düzeni tesis etme noktasında
nasıl bir politika izleyeceği halen merak konusu olmaya devam ediyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder