Mehmet Özay 28 Mayıs 2015
Malezya, son
yılların belki de en sıkıntılı dönemlerinden birini yaşıyor. Geçen yıl sonunda patlak
veren ve bugüne kadar sadece muhalefet çevrelerinden değil, başta Dr. Mahathir
Muhammed olmak üzere UMNO çevrelerinden de ağır eleştiriler almaya devam eden
‘Bir Malezya Kalkınma Fonu’ndaki (1MDB) usulsüzlükler,
ülkenin gurur kaynağı kurumlarından ‘Hac Vakfı’na (Tabung Haji) sıçramasıyla o güne kadar sessiz kalan bazı ‘İslamcı oluşumların
da eleştiri çevrelerine eklemlenmesine neden oldu. Bu anlamda, Malezya’da
yaşanan sıkıntılar, 5 Mayıs 2013 seçimleri sonrasında giderek artan bir ivme
gösterdiğine dikkat çekmek gerekiyor. Bu süreçte, siyasi, sivil ve ekonomik
alanlarda baş gösteren krizlere uçak kazaları, ‘Sulu’ saldırısının ardından Sabah
Eyaleti’nde süren insan kaçırma vak’alarının tekrar be tekrar ortaya çıkışı, yeni
vergi reformunun geniş toplum kesimlerinde şaşkınlık yaratan çapraşıklığı, ardından
Arakan Müslümanlarını taşıyan teknelerin Malezya karasularından geri çevrilmesi
ve nihayet gene Arakanlılara ait olduğu ileri sürülen mezarların bulunması
birbirine eklemlendi.
Seçimlerin ardından
1999 yılından bu yana bir şekilde devam eden ve liderliğini Enver İbrahim’in
yaptığı reform hareketine ‘son noktayı’ koyma adına Enver İbrahim’i bir kez
daha hapse göndermekle mevcut iktidar ‘rutin’ yönetim işini yürüteceğini
düşünüyordu. Her ne kadar bu süreçte Enver İbrahim’e yoğun bir halk desteğinden
bahsedilemezse de, Malezya halkının tastamam da tepkisiz kaldığını söylemek
mümkün değil. Hiç kuşku yok ki, Enver İbrahim’in mahkeme süreci ve akabinde
hapsedilmesi karşısında toplumsal tepkilerin dışa vurulmamış olmasının, adına ‘reform’
denilen sürecin bir türlü sonuçlandırılamaması ve bunun halk kitleleri üzerinde
doğurduğu ‘ümitsizlik’ psikolojisiyle açıklamak mümkün. Öyle ki, Enver İbrahim’le
hapse girmesinden kısa bir süre önce yaptığımız mülâkatta, kendisinin de vurguladığı
üzere örneğin Endonezya ve Filipinler hemen hemen aynı dönemde başlayan reform
sürecinde görece bir başarı elde etmelerine karşın, Malezya’da arzu edilen
dönüşümün yolu bir türlü açılamadı.
Son bir aydır
Malezya’yı sadece hükümet çevrelerinde değil, bir tür toplumsal çatışmaya
dönüşmüş izlenimi veren Arakan Müslümanları sorunu oldu. Aslında Malezya
hükümeti ve halkı Arakanlılara yabancı değil. Bu noktada, örneğin Mindanao’da -ki
hâlâ Sabah Eyaleti’nde nüfusu yüz bini bulan ve adına Filipino denilen Mindanao’lu
yaşıyor- ve Açe’de yaşanan çatışmalar/savaşlar nedeniyle bölgeye akın eden
kitleler gibi, Myanmar’da on yıllarca yaşanan siyasi sorunlar tıpkı diğer Müslüman
olmayan etnik azınlıklar kadar, belki de daha çok Arakanlı Müslümanların Malezya
topraklarındaki varlığı biliniyor. Hemen bu noktada, Malezya’nın Birleşmiş
Milletler’in (BM) temel insan hakları, göçmenler vb.alanlardaki sözleşmelerine
imza atmamış olması, bu kitlelerin Malezya’daki statülerini de yakından
ilgilendiriyor. BM sözleşmeleriyle bu ilintisizlik Malezya topraklarına akın
eden pek çok azınlık kadar Arakanlı Müslümanları da bir tür sömürü çarkının
içine itiyor. İşte bu nedenledir ki, geçen yıl, ABD tarafından insan trafiğindeki
rolü nedeniyle Malezya’nın notu üç’e yani en kötü dereceye indirildi.
Aslında bunun
ABD tarafından yapılıp yapılmamasının bir önemi yok. Burada dikkat çekilmesi
gereken husus. Daha önce bir yerde dile getirdiğim üzere, Malezya makamlarının ‘görmedim-duymadım-bilmiyorum’
politikasını sürdürüp sürdürmemeye niyetli olup olmamasıyla ilintili. Bölgenin
çeşitli etnik azınlıkları ‘Malezyalıların’ kaşına gözüne hayranlıklarından
Malezya Yarımadası’na konuşlanmıyorlar elbette. Malezya’nın adına ekonomik kalkınmacılık
denilen ve on yıllarca sürdürülen politikalarının bir sonucu olarak ABD’den
Japonya’ya kadar onlarca ülkenin açtığı imalat sanayiinin ana üretim
sektörlerinde yer almak ve de bireysel ekonomik ‘hürriyetlerini’ kazanmak
istiyorlar. Tabii, bu kitlelerin tümümün okumuş yazmış, nitelikli elemanlar
kategorisinde değerlendirmek de mümkün değil. Bu nedenledir ki, bu kitlelerin
kayda değer bir bölümü yerel iş sektörlerinde ihtiyaç duyulan insan açığını
karşılıyorlar. Zaten sorun da tam burada nüksediyor. Böylesine önemli bir iş
gücü açığı olan bir ülkeye yönelik gönüllü göçler ve bu gönüllü göçleri kendi
amaçları için kullanan adına ‘insan kaçakçıları’ denilerek muğlak bir varlık
olarak sunulan grupların varlığı ortaya çıkıyor.
Son bir aydır, uluslararası
baskının bir sonucu olarak Tayland ve Malezya’da yapılan çalışmalarda insan kaçakçılarının
kimlerden oluştuğu konusu açık bir şekilde ortaya çıkmış oldu. Her iki ülkede,
göçmen ofislerinde ve diğer ilgili birimlerde çalışan yetkililerin dahli
olmadan bu tür insan ‘transferlerinin’ mümkün olmadığını anlamak için uzman
olmaya gerek yok. Malezya gibi görece küçük, bürokrasisi yerli yerinde bir
ülkede insan mobilizasyonunun nasıl olup da milyonlarca kişinin kaçak olarak
çalıştığı, barındığını, bu ülkeyi geçiş noktası olarak kullanıp soluğu
Avustralya’da alma çabaları vb. konuları akıl ve hafsalanın alması mümkün
değil. Kaldı ki, Malezya topraklarına göç akışının Arakanlılar ve
Endonezyalılarla sınırlı olmadığını, bu topraklarda 1786 yılında başlayan
İngiliz sömürgeciliğine parallel yürüyen ‘göçmen işçi’ ihtiyacının, başta Çin
ve Hindistan olmak üzere bölge ülkelerinden nasıl karşılandığına dair tarihi
verilere dayalı araştırmalara göz atan Malezyalı yetkililerin herhalde daha da
yakından bilmesi gerekir. Çeşitli raporlar dikkate alındığında, Malezya’nın tam
da ortasında yer aldığı insan trafiği konusu, sadece bölge ülkeleri toplumlarıyla
da sınırlı değil. Nijerya’dan Etiyopya’ya Afrika ülkelerinden de bölgeye
yönelik bir ‘akışın’ olduğu görülüyor.
Malezya
topraklarında gündeme gelen insan trafiğini yürüten yerli ve yabancı ‘kadrolarının’
bir türlü ele geçirilemeyeşine rağmen, göçmen bürosu, polis gibi kurumların
marifetiyle ele geçirilen ve ‘mazlum’ konumunda olan kitlelere yönelik
politikalar da adalet standardını yakalanabildiğini söylemek mümkün değil. Bu
süreçte, kendilerini ‘kaçıranlar’ elinde maruz kaldıkları acziyetin üstüne bir
de kimi birimlerin bu insanların içinde bulundukları durumu istismar
girişimleri kabul edilebilir değildir. Bu bağlamda, çeşitli konularda sesi yüksek
çıkan resmi ve gayri resmi İslami kurum ve birimlerin bir tek söz etmemesi de hiçbir
şekilde anlaşılabilir değildir. Şayet birileri çıkıp da ‘ekmek/su veriyoruz ya!’
türlü yaklaşımları da bir tür kandırmacadan ve manipülasyondan ibaret değil mi?
Tüm bu sorunlar karşısında
uluslararası kurumların sözlü ve yazılı ‘uyarıları’ bir yana, bu gelişmeler
karşısında kısa ve orta vadede ne türden olumlu gelişmeler olacağını kestirmek güç. Çünkü ‘halim-salim’ halleriyle
tanınan, ülkenin yönetim tabakasını oluşturan ‘Malayların’, sıradan vakalarda
dahi negatif tepki vermeye eğilimli oldukları dikkate alındığında insan trafiği,
mülteciler/göçmenler gibi uluslararası boyutlara sahip konularda kapsamlı ve
sürdürülebilir çözüm bulmaları -en azından şimdilik- pek de mümkün gözükmüyor. Bu
soruyu yakinen teşhir eden Dr. Mahathir Muhammed’in, söz konusu bu toplumsal
atıllık psikolojisinin üstesinden gelmek amacıyla ‘Malaysia Boleh’ sloganını gündeme getirerek bir tür ‘motivasyon’
sağlama çabasının da bir sonuç verip vermediği üzerinde durup düşünmek gerekir.
Bu minvalde,
Başbakan Necib bin Razak’ın ülkenin çeşitli iç meseleleri bağlamında giderek
artan eleştirilere makul cevaplar vermesi kadar, Malezya’nın bu yıl ASEAN dönem
başkanlığını yürütmesinin de verdiği çok ciddi bir bölgesel sorumluluğu
olduğunu da olduğunu söylemek gerekir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder