Mehmet Özay 23 Eylül 2014
Malezya’da ulus-devlet sorunu bağlamında ‘vatandaşlık’ olgusu önemli bir
yer işgal eder. Bu önemi hemen yazısın giriş bölümünde bir uzman görüşüne atıfla
ortaya koyalım. Barolar Birliği Anayasa Komisyonu üyelerinden bir avukatın dile
getirdiği üzere “Anayasa’da vatandaşlık ile ‘özel etnik yapı’ ayrımı Malezya anayasasını
diğer ülke anayasalarından ayırmaya kafi bir özellik taşıyor. Buna ilâve olarak,
vatandaşlığı, aynı hedef ve idealler etrafında biraraya gelmiş toplumsal grup
olarak ele alacak olursak, bunun Malezya sosyolojisindeki yerinin tartışmaya
epeyce açık olduğu görülür.
Malaya topraklarında, etnik ve tarihi kökenleri farklı toplum kesimlerinin
biraraya getirilmesi sömürgecilik döneminde bir proje olarak gündeme gelmedi ve
getirilmedi de. İngiliz sömürgesi yönetim biçimini tanımlamada çok yaygın bir
şekilde kullanılan böl/yönet metodunun aslında Malaya’da uygulanabilecek ne
gibi bir temele sahip olup olmadığı sorgulanabilir. Çünkü ortada
‘bölünebilmeye’ müsait toplumsal yapılarla ilgili ciddi bir sıkıntı söz
konusuydu. Öyle ki, bu topraklarda hakim unsur olan Malay kitlelerin ‘kırsal’
yaşama bağımlılıktan kurtulma gibi bir çaba içerisinde olmamaları; aksine bu
kırsala bağımlı yapıyla organik ilişkileri ve de her bir Malay alt grubunun ait
olduğu ‘sultanların’ gölgesinde yaşam sürmek zorunda kalışları -veya buna
gönüllü iştirakleri-, onları sonradan gelişme gösterecek göçmen kitleleri ile
ilişkilerinde sınırlayıcı etkisi olan ‘kasıtlı bir eylem’ olarak
anlaşılmalıdır.
Çin’in güneyinde kır toplumuna mensup kitlelerin hayata sarılabilecekleri
yeni bir mekan arayışıyla göç eden ve değişik alt-etnik gruplara mensup Çinli
kitlelerin zaten birlikte olma gibi bir özellik taşımıyorlardı. Bunun somut
göstergelerinden biri, alt-etnik gruplara aiditeyin bir unsuru olarak tezahür
eden ve diğerlerinden ciddi bir ayrışmaya neden olan ‘dil farklılaşması’ydı.
Kırsalından çıkmayan Malay ile, madencilik sektörüne eklemlenen Çinli göçmen
karşısında İngiliz sömürge yönetimi ekonomik gelişimi hedeflemesi çerçevesinde
ihtiyaç duyduğu tarımsal işgücünü Hindistan ve Sri Lanka’dan (Ceylon) karşılama
gereği duyuyordu.
Farklı etnik kitlelerin bir araya gelemediği böylesi bir şema içerisinde
İngilizlerin ‘bölme’ gibi bir çaba içinde olmasına da gerek yoktu. Bugün dahi
süren bu bölünmüşlüğe tarihi perspektiften bakan entellektüel/akademisyenlerin
‘bizi bu hale getiren İngilizler’ demelerinde pek bir anlam aramak mümkün
değil. İngilizlerin bu topraklarda ortaya koyduğu icraat, tarihi koşullar
çerçevesinde oluşan ve kitlelerin ‘etkileşimsizliği’ üzerine bina edilen yapıyı
yönetmekten ibaretti ve böyle de yaptılar.
Peki 2. Dünya Savaşı sonrasında neler olup bitti? Vatandaşlık konusundaki
tartışmalara bağımsızlık öncesinde başlandığına kuşku yok. Çünkü İngiliz
milletler topluluğuna bağlı kurulacak yeni bir ulus-devletin üyelerinin kimler
olacağına karar verilmesi önemliydi. Yapılan pek çok tartışmaların ardından, İngilizlerin
öncülüğünde üç etnik yapı yani Malay-Çin ve Hint toplumu temsilcilerinin
anlaşmasıyla üç etnik yapının yeni ulus-devletin vatandaşları olmasına karar
verildi. Böylece, etnik yapı ayrımı gözetilmeksizin belli şartlara haiz olan
herkese vatandaşlık stasüsü verildi. Aslında buna mecbur kalındı. Çünkü bu bir
ön şart olarak İngilizlerce masaya getirilmişti. Bu noktada, Malay çevrelerinde
bu şarta muhalif seslerin de yükseldiğini not edelim.
Her bir etnik grubun liderleri/elitleri arasındaki sözlü anlaşmaya dayalı
‘toplumsal sözleşme’nin ülke toplum yapısına nasıl yansıdığı aslında bu
vatandaşlık olgusunun Malaya topraklarında neye tekabül ettiğini de ortaya
koyuyor. Bu çerçevede, Malayların ‘iktidar’ olgusuyla eşleştirilmeleri, diğer
‘vatandaşları’ ülkede misafir konumunda görülmesine neden oldu. Aslında bu ‘misafirlik’
olgusu, aradan geçen zaman zarfında ortadan kalkmış da değil. Kimi Malay
politikacılarının bu olguyu şu veya bu şekilde kimi zaman kullanmaları ‘misafir
vatandaşlar’ca bir aşağılanma şeklinde algılandığı da vakidir.
Tam da bu noktada, ulus-devlet kavramını gizleyen bir ayrım ortaya çıkmış
veya çıkartılmış oluyor. Asli vatandaşlar ile -ki bu aslilik açıkça Federal
Anayasa’da yer almasa da, büyük kitleler bağlamında ‘gizli/açık’ bir gerçeklik
olarak ‘bumiputra’ (Anayası’nın 153. Maddesi),
yani ‘vatanın asıl sahipleri’ kavramıyla yer etmiştir- bu yapıya şu veya bu
şekilde eklemlendirilmiş ‘misafirler’ arasında ne türden bir ülke ve hedef
birliğinin sağlanacağı ise bugüne kadar çözümlenmeyi bekleyen önemli bir soru.
Çoklukla dile getirildiği üzere bunun cevabının ‘ekonomik kalkınmada’ bulunduğu
görülür.
Hâl böyle olunca, adına ulus-devlet denilmesi gereken yapı içerisinde geniş
kitlelerin ‘vatandaş’ olarak nerede durduğu sorunsalıyla karşılaşılıyor. Çünkü,
kendilerine ‘bumiputra’ diyenler vatandaşlığı ‘Malaylılıkla’ eşdeşleştirirken,
özellikle diğer etnik yapıların siyasi liderleri, entellektüelleri ve sıradan
halk katmanları ‘Malezyalılık’ kavramına sığınıyorlar. Mevcut iktidar kalıpları
içerisinde bakıldığında, Malay iktidar odakları da ‘Malezyalılık’ söylemini
gündeme getirmiyor değiller. Ancak kurulan ilişkinin başka boyutlarda seyrettiği
de bir gerçek. Bu kavrama atıflar olsa da, içeriğinin neye tekabül ettiği konusunda
da tartışmalar söz konusu.
İşin içine, burada kimilerince seküler olduğu ifade edilen bir ülkede
‘vatandaşlık’ olgusunun anayasal bir teminat olup olmadığını tartışmaya açacak
şekilde din ile, bumiputra ilişkisi bağlamında dile getirecek olursak,
‘Müslümanlıkla’ bağının kurulduğuna dikkat çekmek gerekir. Bu yapı içerisinde
bir diğer handikapmış gibi gözüken ise, örneğin ülkede diğer etnik yapıların
dışında görece az bir kitleyi oluştursa da Hindistanlı Müslümanların varlığı,
bu kitleyi ‘bumiputra’ yapmaya yetmiyor. Çünkü aranan bir başka şart ‘Malay’
olmak. Bu bağlamda, Müslümanlık ile Malaylılığın eş anlamlı kullanılmış olduğu
aşikâr bir durum. Mevzuya hakim olanların “ Sabah ve Sarawak’daki yerli
kabileleri arasında Müslüman olmayan unsurlar da ‘bumiputra’ sınıflamasına
dahil” diyeceklerini işitmek güç değil. İşin komplikasyonu burada bitmiyor. Bu
ise başka bir hikâye...
Şimdi ortaya çıkan bu yapı içerisinde ‘Malaylılık’ asli ve üst kategori
olarak ‘vatandaşlık nosyonun’da yer alıyor. Peki o zaman, bağımsızlık öncesinde
Çin ve Hint kökenlilere niçin ve ne tür ‘vatandaşlık’ verildi sorusu haklı bir
şekilde sorulmayı bekliyor. Bu sorunun cevabını ülkenin yetiştirdiği önemli
sosyal bilimcilerden Dr. Chandra Muzaffer’le bir görüşmemde almıştım. Sayın
Chandra, o dönemde, yani bağımsızlık öncesinin koşullarında biri şehir
ekonomisini, diğeri tarım ekonomisini üstlenen bu iki etnik unsurun yeni
kurulacak ‘ulus-devlet’ sınırlarına dahil edilmemesi nasıl bir toplum/nasıl bir
devlet ilişkisinin hedeflendiğiyle alâkalıdır. Bu cevabın devamında, bugün
halen yürürlükte olan ‘Malaylara yönelik imtiyazlar/ayrıcalıklar’ tasarımının,
yukarıda zikredilen bağımsızlık öncesindeki ‘misafir azınlıkların’ sahip
olduklarıyla kıyaslamasına dayandığı ifadesi ortaya çıkar. Tabii görünürde eğitim/geniş
anlamıyla bürokrasi/yönetimi içine alan ayrıcalıklar ile Malaylılık ilişkisi,
diğerlerinin yerini sorgulamaya kafi geliyor. Bu çerçevede, ‘Malaylar’ ile ‘misafirler’
arasında mevcut duruma dair reaktif ve savunmacı tarzda gelişen ilişki türü bugüne
kadar varlığını sürdürüyor. Gene Dr. Chandra’ya müracaatla bu yapının, kuşkusuz
bir entegrasyon sorunu olarak sürekli güncellendiğine tanık olunuyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder