Mehmet Özay 20 Eylül 2014
Malezya, 1957 yılındaki bağımsız kararından bu yana, ulus-devletleşme
sürecine konu oldu ve olmaya devam ediyor. Hemen burada hatırlatmakta fayda var.
Bugün adına ‘Malezya’ denilen ülke aslında iki aşamalı bir ‘bağımsızlaşma’ ve ‘ulus-devletleşme’
sürecine konu olmuştur. İlki 31 Ağustos 1957 tarihinde dönemin Malay lideri Tunku
Abdul Rahman’ın ilân ettiği bağımsızlık tarihsel olarak Malaya toprakları kabul
edilen Malay Yarımadası’nı içine alıyordu. İkinci süreç ise 16 Eylül 1963 tarihinde
Borneo Adası’ndaki -ki bu ada Endonezya tarafından Kalimantan Adası olarak adlandırılmaktadır-
Sabah-Sarawak ve Singapur’un katılımıyla gerçekleşen ikinci süreç. Uzun uzun konuşulması
gereken bu süreçleri başka yazılara havale ederek, burada temel soruna dönelim.
Bu süreç, lineer bir yayılım göstermediği gibi, kendi haline terk edilmiş
bir yapı da değil. Bu anlamda, söz konusu sürecin, bağımsızlık öncesinde
sömürgeci gücün, yani İngilizlerin belirleyiciliğine konu olduğunu görmek
gerekir. Bu belirleyicilik nedeniyledir ki, bugüne değin ulus-devlet olamama da
bu dış gücün tesiri göz ardı edilemez.
Bu girişin ardından sömürgecilik-ulus devlet ilişkisi üzerine kısaca bir şeyler
söylemekte fayda var. Eski sömürge topraklarında II. Dünya Savaş’ı sonrasında
bağımsızlık eğilimlerini körükleyen ‘milliyetçiliğin’ başat bir ideoloji olarak
öne çıktığı ileri sürülür. Ancak, bu görüşte haklılık payı kadar, süreçte
‘bağımsızlık eğilimleri’ ve belki de ondan çok daha fazla rol oynamış sömürgeci
güçlerin süreci yönetme kararlılığında oluşu ise pek dikkate alınmaz.
Öyle ki, kimi bölgelerde yüzyıllar süren sömürgeci ve ardından emperyalist
yönetimler ve uygulamaları, küresel gelişmelere paralel olarak, artık yeni bir
sürece evrilme arefesinde olduğunu 20. Yüzyılın ortalarında kendini iyice
ortaya koymaya başladı. Bu bağlamda, adına ulus-devlet denilen sürecin nasıl
yönlendirildiği konusunu anlamada, sömürgeci ve emperyalist güçlerin yerli
işbirlikçilerle bağının da bir yere not edilmesinde fayda var.
Avrupa eksenli sömürgeci hareketler, gene bu kıtada nükseden ideolojik
ayrışmalar, bunun sosyo-ekonomik ve siyasi yansımaları sömürge topraklarını
yönetmede sömürgeci güçlere ekonomik anlamda bir ‘yük’ olarak yansıdı. Ancak bu
‘yük’ten kurtulma niyeti ve sürecinin, tam anlamıyla yerlilere terk
edilebilecek bir alan açtığını söylemek mümkün değil. Bunun böyle olmadığının
en açık göstergesi, sömürge toprakları yönetiminden aktif olarak çekilme süreci,
sömürge yönetimlerinin şekillendirdiği ulus-devlet yapıları olarak belirmesidir.
Çokça zikredildiği şekliyle, II. Dünya Savaşı ve sonrasındaki
milliyetçileşme süreçleri çeşitli kurumlar vasıtasıyla aslında çok daha
önceleri başlatılmıştı. Örneğin, 19. Yüzyıl ikinci yarısında İngiltere’de
‘üniversal eğitim’ anlayışı daha pratiğe dökülmemişken, Güneş Batmayan
İmparatorluğun Güneydoğu Asya’daki sömürgesi Malaya topraklarında, eğitimin
konuşlandırılış biçimi bu noktada dikkat çekicidir. Eğitim kurumu bağlamındaki
bu hazırlık, gelecekte neler olabileceğini kestiren keskin zekâların ürünü
müydü, yoksa şartların doğurduğu tesadüfi bir kurumsallaşma mıydı
tartışılabilir. Ancak kesin olan bir şey varsa, o da, sömürge topraklarında
doğması arzu edilen siyasi yapının bu eğitim süreçlerinde ‘takibe alınmış’
kadrolar eliyle gerçekleştirilmesi niyetiydi. Ki böyle de oldu. Ancak sanıldığı
gibi geniş kitlelerin bu eğitim olanaklarından istifadesi söz konusu değildi.
Eğitim sürecine konu olan toplum kesimi, İngilizlerin siyaseten kendileriyle
anlaşma yolu aradığı -ve de bulduğu- saray çevresi ve elitlerdi.
Tüm bu özellikleri dikkate alarak yeniden Malaya topraklarına dönebiliriz. Malaya
topraklarının çok etnikli/çok dinli yapısı modern zamanların algısı
çerçevesinde bir ‘kültürel zenginlik’ olarak zikredilse de, bu zenginliğin
ulus-devlet yapılaşmasına ne denli katkıda bulunduğu sorunu hâlâ tartışılmaya
devam ediyor. Öyle ki, bağımsızlık sürecinde baş gösteren etnik ayrıma dayalı
siyasi oluşumlar, bugün dahi ülkeyi idare eden siyasi yapının, aynı etnik
ayrıma dayalı siyasi partilerince yütürülmesinin tarihsel temelini teşkil
ediyor. Bunun bir başka ifadesi, bağımsızlık öncesi yapılan ‘toplumsal sözleşmeye’
matuf bir şekilde, 57 yıldır ülkede iktidarın aynı eller tarafından yürütülüyor
oluşu.
Söz konusu bu ayrım, toplumsal kurumlar içerisinde sadece politik
kurumlarda görülmüyor sadece. Her bir etnik yapının çoğunluk gruplarınca
benimsenen farklı inanç sistemleri ile dil farklılaşması da geniş kitlelerin
biraraya gelmesi önündeki önemli bir etken.
Bu ayrışmada, gene sömürge dönemindeki belirlenmişlik rol oynuyor.
Çinlilerin ekonomik kazanımlarına paralel olarak çocuklarını Çince eğitim veren
okullar kadar imkânlar ölçüsünde giderek artan bir şekilde İngiliz okullarına
göndermeleri; tarım plântasyonlarının değişmez işçi kitleleri olan Tamillerin, işletmecilerin
insafına kalmış -derme çatma da olsa- eğitim kurumları oluşturmalarıyla Tamilce
eğitime tabi tutulmaları; Malay Müslümanların ise, çoğunlukla ‘seçkinlerin’
çocuklarının gönderildiği Malay okulları...
Eğitim kurumları boyutundaki bu ayrımın bağımsızlık sonrasında da sürmesi modern
ulus-devletlerin dil birliğini eğitim kurumları vasıtasıyla tanımlama ve pratiğe
geçirmenin Malaya topraklarında ne kadar karşılık bulduğunun da göstergesidir açıkçası.
Her ne kadar, bu yaşanan süreçlerin kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya
çıktığına şüphe olmayan 13 Mayıs 1969 tarihinde baş gösteren anarşi ortamının
ardından topluma yeniden ‘çeki düzen’ verme sorumluluğunun bir sonucu olarak
1970 yılında yapılan düzenlemelerle, ‘Malay diliyle eğitim’e ağırlık veren
eğitim kurumları, Çinlileri ve Tamil/Hintlileri ‘ulusal devlet okullarına’
yönlendirmedeki başarısı sorgulanmayı hak ediyor. Dolayısıyla, bugün bu yapının
ulus-devlet yapılaşmasına ne denli kayda değer katkı yapacak boyutlara ulaştığı
da gündemdeki tartışmalar arasında yerini koruyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder