Mehmet Özay 28
Eylül 2014
Tayland siyaseti tüm zaafları ve açmazlarıyla
birlikte sadece Güneydoğu Asya’nın değil belki de Asya kıtası içinde ‘hasta
adam’ lâkabıyla anılmayı hak ediyor. Bu noktada siyasi gözlemcilerin neredeyse
ortak bir kanaatte olduğunu söylemek mümkün. Bir yandan bölgede ‘aktif’
sömürgeleştirilmeye maruz kalmamış bir ülke, öte yandan dünya Budizmi’nin en
önemli ayaklarından birini oluşturmasıyla dikkat çeken ve çevresindeki komşu
ülkeler gibi çok etnikli/çok dinli bir yapıya sahip olup azınlıklar gibi bir sorunu
devasa boyutlarda yaşamayan -Patani’yi bu kategori dışında ele almak gerekir-
Tayland, monarşi ile halkın yönetimi arasında bir açmazı tecrübe ediyor. Bu
tecrübe elbette yeni değil. Dönemin siyasi çalkantıları/gelişmeleri içerisinde
yer bulan ve 1932 yılında monarşiye karşı girişilen müdahalede parlamenter
sisteme geçilse de, süreç daimi olarak monarşiye odaklanmış bir siyasi yapı
üretti. Monarşi’nin ordu-siyasi elitler ile kurduğu tarihsel ittifak modern
dönemde adına parlamenter demokrasi denilen dönemin ‘hakkıyla’ ortaya ortaya
konulmasının önündeki engeli oluşturdu. Bugünden bakıldığında ‘1932
Hareketi’nin acaba ‘içerden bir müdahale’ olup olmadığını da akla getirmiyor
değil. Daha açıkça ifade edersek, monarşinin toptan devrilmesi yerine,
‘ileriyi’ görebilen saray ve çevresinin siyasi evrime ön ayak olması şeklinde
yorumlamak mümkün.
Darbeler ülkesi olmaklığın getirdiği özellik
nedeniyledir ki, Tayland, yukarıda dile getirdiğim şekilde hâlâ ‘hasta adam’
olgusuyla anılan bir ülke özelliği sergiliyor. Geniş bir coğrafyaya sahip, Doğu
Çin Denizi, Bengal Denizi gibi iki farklı deniz yoluna açılan sınırları,
kuzeyinde Çin güneyinde Malay Müslüman dünyası ile etkileşimi bu ülkeyi sadece
ekonomik anlamda değil, sosyal ve kültürel dünyasını da zenginleştirecek unsurlar
olarak dikkat çekiyor. Bu potansiyel maddi imkânların pratiğe dökülmesinde
Tayland’da 1980’li yıllardan başlayan bir ‘kalkınma’ olgusundan bahsedilebilir.
Aslında Tayland gibi bir ülkede yakinen tecrübe edildiği üzere, ‘kalkınma’ gibi
bir kavramın çok da iç açıcı olmadığını söylemek gerekir. Kalkınmanın toplumda
hedef birlikteliği, var olan ahenk düzeyini azamiye çıkarma arzu ve isteği ile
içinde bulunduğu coğrafyaya ve dünyaya modellemeler sunma kabiliyeti gibi
hususlar dikkate alındığında Tayland’ın pek de bu bağlamlarda esamesi
okunmuyor.
Kaldı ki, henüz doğru dürüst anayasası olmayan bir
ülkeden bahsediyoruz. Sayısı yirmiyi bulan darbe ve darbe benzeri müdahaleler,
ülkede sivil siyaset ve kurumlarının ortaya koyduğu bir anayasadan
bahsedilemiyor. Bunun yerine, gücünü Tay kozmolojisinden alan kraliyet
kurumu/saray ve buna eklemlenen ordu ve bürokratik yapı ile elitler arasında
bir sözlü anlaşmadan bahsedilebilir. Bu sözleşmenin pratikte ülkenin nasıl
yönetileceği konusuna verebildiği pratik bir cevap da yok.
Tabii Tayland monarşisi dendiğinde, bu yapının
yarı-kutsal bir niteliğe büründüğünü, öte yandan Hindistan/Sri Lanka ve Çin
Budist gelenekleri arasında kendine özgü bir yeri olduğunu ifade edelim. Kadim
monarşi geleneği süreçte Budizmi koruyan bir kurum olarak hizmet verirken,
benzer şekilde monarşi de Budizmin kutsallığından kendine pay almaya başladı.
Bugün, modern Tayland’ın içinden çıkamadığı ikilem temelde bu. Son dönemde
ortaya çıkan muhalefet hareketine karşılık, Monarşiye karşı gelmenin dinsel bir
inanç bağlamında ‘aykırılık’ olacağından hareketle bu kuruma yönelik
bağlılığını sürdüren güçlü yapılar olduğu bir gerçek. Bunun başında ordu,
siyasi elit geliyor. Yingluck Shinawatra hükümeti son gösterilere direnirken,
kimi gözlemciler ordunun tarafsızlığına atıfta bulunuyordu.
Ancak 22 Mayıs’da gerçekleşen darbe, ordunun, dün gibi
bugün de, gücünü aldığı monarşiye bağlılığını sergilemekte olduğunu ortaya
koyuyor. Bunu salt darbe girişimine bağlamıyorum. Darbecilere davetiye çıkartan
sözde muhalefet grubunun lideri Suthep Thaugsuban herhangi bir yargılamaya konu
olmazken -ki örneğin Yingluck da buna cesaret edememişti-, ülkenin mevcut
sistemi içerisinde seçimle iktidara gelen Yingluck Shinawatra ve bakanlar aynı
yapı tarafından mahkemeye çıkartılabiliyor. Tabii Suthep gibi muhalefet
kanadını temsil edenlerin bu ‘sivil’ güçlerini nereden aldıkları sorusu önemli.
Aslında Suthep’in monarşi yanlısı Demokrat Parti’de başkan yardımcılığı
görevini yaptığını daha önceki çeşitli yazılarda dile getirmiştim.
Bununla birlikte, Kral’ın ilerlemiş yaşı ve
hastalığı nedeniyle ülke siyasetine doğrudan müdahalesi söz konusu değil. Ancak
kralın biyolojik olarak sağlıklı olsa da, tek başına hareket etmediği, bir siyasi
mekanizma olarak krala danışmanlık yapan bir komite bulunuyor. Bu komitenin
üyelerinin de eski ordu mensupları, siyasiler olduğu dikkate alındığında
Saray’da sözü geçen kitle ile sokakta ‘sivil’ muhalefet yaptığını söyleyen
Suthep ve benzerlerinin oluşturdukları bloğun ‘sağlamlığı’ ortaya çıkıyor. Suthep,
‘seçilmiş’ Başbakanı ve hükümetin görevden alınıp, yerine ‘atamayla’ getirilen bir
Başbakan ve meclis istiyordu. Ve istediği de oldu. Kadim dönemlerde kralın bir bölgeye
vali ataması gibi bir atama diyebiliriz buna. Bugün hasta yatağında Kral bunu yap/a/mıyor,
ancak kral adına ülkeyi yönetme azmi ve gücünü kendinde bulan ordu yapıyor. Sistem
aynı şekilde işliyor, sadece aracılar farklı.
Geçen yıl 31 Ekim’de gösteriler başladığında, Bangkok
caddelerinde hayat felç olduğunda az da olsa ‘sivil savaş’ tehlikesinden bahsediliyordu.
Dönemin Başbakanı Yingluck -daha doğrusu abisi Thaksin Shinawatra- taraftarları
sokağa dökülme egzersizleri yapıyordu. Sivil savaş çıkmadı. Ancak ordu, siviller
üzerinde yine baskısını ortaya koyarak sivil yaşamı yeniden yönlendirme, çeki düzen
verme ‘görevini’ üstlendi.
Tayland, 1932 yılından bu yana 84 yıllık modern tarihinin
en kara günleri yaşıyor. Ülke siyasi yapısı üzerinde egemen güçler bu duruşlarıyla
ne ülkeye ve halkına, ne ülkenin üyesi olduğu ASEAN’a ne de genel anlamıyla küresel
sisteme bir umut vaad edebiliyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder