Mehmet Özay-Kuala
Lumpur
28
Ocak 2014
Çin’de 2013 yılında yaşanan yönetim değişikliği ve akabinde
gerçekleştirilen 18. Komünist Parti Kongresi sonrasında Çin ekonomisinde daha
da liberalleşme yolunda adımlar attığı konusunda görüşler ağırlık kazanıyor.
Bununla birlikte, Çin ve bölge ülkeleri arasında 1970’lerde sümen altı edilen
Güney Çin Denizi’ndeki teritoryal haklar meselesi yeniden gündeme taşınması ile
bölgesel ve uluslararası ilişkilerde nasıl bir dış politika izlediği konusunda tartışmalar
da dikkat çekiyor. Aslında burada Çin’in ekonomide izlediği liberal açılımlara
paralel olarak yönetimin, bir yanda Dışişleri öte yanda Ordu’nun geleneksel
yönelimleri arasında nasıl bir etkileşim olduğu üzerinde durulmalı.
Çin, ekonomisi ile dünya sistemine eklemlenmede başarısını dünya
liderliğine taşıyabilecek bir düzeye getirme yolunda rasyonel açılımlar
yaparken -ki burada liderlik için ekonominin yeterli bir faktör olmadığını
söyleyelim-, Güney Çin Denizi bağlamında Çin milliyetçiliği üzerinde agresif
bir yönelim sergiliyor. Aslında bu yönelimin ne türden bir tarihsel
devamlılığın izi olduğu da kuşkulu . Çünkü tarih boyunca Çin’in Güneydoğu Asya ve
ötesine dair yaklaşımı Batının uluslararası ilişkiler algısının çok ötesinde
olmuş ve teritoryal genişleme peşinde olma gibi bir iddiası da olduğu
söylenemez.
Peki Çin’i dış politikada bölge ülkeleri ve uluslararası örgütler nezdinde
görece açık ve katılımcı bir politika izlerken, aynı zamanda bir yanda
Dışişleri öte yanda deniz gücü marifetiyle gene bölgesinde anlaşmaları hiçe
sayan veya anlaşmaya yanaşmayan taraf olarak gözükmesinin nedenleri nedir?
Bunun birkaç önemli süreçle bağlantılı olduğu söylenebilir. Birincisi, ekonomide
geçiş dönemi yaşaması; ikincisi de, yönetimde farklı unsurların inisiyatif alma
girişimi olarak yorumlanabilir.
1978’de Deng Xiaoping’in başlattığı gelişme odaklı ekonomi politikaları, iç
ve dış baskılarla obsessif bir hâl almış gözüküyor. Kimi gözlemciler bunu
Stanilist ekonomi uygulamalarından kalma bir bağımlılık olarak yorumluyor. Bu
bağlamda Çin ekonomisinde yaşanan temel problem, geçen otuz yılda izlenen ve
sürdürülebilirliği şüpheli bir ekonomik büyüme modelinin miadını doldurduğu
yönünde. Bu noktada gündeme acil olarak sürdürülebilir bir ekonomi
yapılaşmasına geçilmesi noktasında bir talep var. Sürdürülebilir ekonomi için
öne çıkan husus hiç kuşku yok ki, devlete yaslanan ‘kalkınma’ eğilimleri ve
doğal çevre ile uyum başta geliyor. Özellikle belli eyaletlerdeki yerel
yönetimlerin öncülüğündeki kalkınma hamleleri bağlamında merkezi hükümete
borçlanma, özel sektörün zaafiyeti ve gene hızlı kalkınma sonucu metropolitan
şehirlerde ortaya çıkan çevre, nehir kirlilikleri gün geçtikçe göz ardı
edilebilecek gibi değil. Ancak bu talebin pratikte neye karşılık geleceği konusunda kafa
karışıklıkları Çin’de kimi agresif politikaların ortaya çıkmasına neden oluyor. Buna aşağıda
değineceğim...
Çin ekonomik kalkınmasına kısaca bakalım. Öyle ki, bu noktada ucuz işgücü
ve hammadde kaynaklarına ulaşabilmesi sayesinde orta gelir düzeyine çıkan
Çin’de yaşanan şu anki kriz üst gelir grubuna nasıl sıçrayacağıyla alâkalı. Yani
ortada, ekonomide geçen otuz yılda yaşanan gelişmenin bir üst düzeye evrilmesi
zorunluluğundan kaynaklanan bir gerilim gözlemleniyor. Bu gerilim içerisinde,
bir yandan Batı ile ilişkileri geliştirme ve eko-ideoloji noktasında Batıyı
taklit ettiğini görmek mümkün. Politikacıların polit büro etkileşiminin bir
yanda Japonya, öte yanda ASEAN ile APEC ve özellikle son dönemde TPPA ile ABD
öncülüğündeki Batı eksenli yapılaşmalar da dikkat çekici gelişmeler.
Burada aslında Batılı yorumcuların kafasını karıştıran ekonomik anlamda
liberalleşen ve bu konuda çekinceleri de olmayan Çin’in, dış politikasına yön
verme ve ordusunun kapasitesini ve kabiliyetini genişletme konusundaki
agresifliğini birbiriyle örtüştüremiyorlar. Bu durumda, Çin’den beklenen ve kapitalistleştikçe
her anlamda Batı’ya eklemleneceği düşüncesinin -en azından-bugün için
gerçekleşmemiş olması. Daha da ötesinde, bu kapitalistleşen ekonominin
meyvelerini devşiren hem bir ölçüde Çin halkı hem de Çin yönetiminin bir tür
milliyetçiliğe evrilerek çevresi ile giderek sorunlu ve de içinden çıkılmaz bir
‘ilişki’ biçiminde ısrarcı olmasından kaynaklanıyor.
Bununla birlikte, bir diğer dikkat çeken husus kimi çevrelerin güçlü bir
şekilde yapılaştırmaya çalıştığı ‘Asya Yüzyılı’ konseptinin Çin’i dış
politikada agresifliğe sevk ettiği söylenebilir. Bu bir tür savunma psikolojisi
olarak adlandırılabileceği gibi, geçen otuz yılda elde edilen gücün düne kadar
gündemde olmayan teritoryal ‘haklar’ meselesini gündeme getirmiş olmasıdır.
Bunun dış politikadaki karşılığı ise “Hava Savunma Bölgesi” ve ardından çevre
denizlerini balıkçılarına açan bir tür “Serbest Alan” uygulamalarına geçti. Özellikle
Güney Çin Denizi adıyla anılan bölgedeki adalar ve çevresindeki hak iddiasını
pratiğe dökecek girişim ise ilk adımı 1984’de atıldığı iddia edilen Sahil
Güvenlik biriminin tek çatı altında toplanması oldu.
İşte bu açılım başta komşu ve bölge ülkeleri olmak üzere krizleri peş peşe
çıkmasına neden oluyor. Bu noktada kimi Batılı çevrelerde ‘Çin’in Dış
Politikası Yok’ söylemi bir tür kışkırtıcılıktan öte bir anlam ifade etmiyor
açıkçası. Çin gibi geçmişi binyıllar öncesine dayanan ve Doğu Asya ve Güneydoğu
Asya’da yüzyıllarca etkileşimde bulunmuş, siyasi gelişmişliğine ve gücüne bağlı
olarak dönem dönem bölgesel açılımını yapmış bir ülkenin dış politikası yok
denilmesini ciddiye almak mümkün değil. Çin tarih boyunca, bölgenin kendine
özgü, kimi zaman Budist kimi zaman Müslüman devletleriyle muhataptı. Ve bu muhataplığını
yukarıda değindiğimiz gibi modern Batı uluslarası ilişkiler politikaları ile
açıklamak da ne zayık ki mümkün değil.
Oysa, özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki süreçte, bölge ülkelerinin
Batı’ya yapısal anlamda eklemlenişi ile geleneksel olarak bölgesel bir güçten
bahsetmek yerine, ‘stratejik ortak’ olarak öne çıkan Amerika oluyor. Bu nedenle
Çin’in karşısında bugün tek tek -veya aslında bir blok olarak da- bölge
ülkeleri olduğunu söylemek fotoğrafın bütününü görmemizi engelleyecektir.
Aksine, karşısında var olan güç Amerika’dır. Ancak bugünkü ilişkiler ağında
Amerikasız bir Güneydoğu Asya, veya bunun tersini iddia etmek hele hele Çin
karşısında böylesi bir ayrışmaya gitmek zor. Bugün Çin’de giderek yükseldiği ve
dış politikayı yönlendirmekte olduğu ifade edilen ‘milliyetçiliğin’ yeni bir
damar olmadığı, komünist devrim sürecinde yeşeren ve kapitalist ekonomiye
eklemlenmekle bir başka deyişle, kapitalizmin beşiğine meydan okumakla devam
eden bir süreçle ilişkilendirmek mümkün.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder