Mehmet Özay 6
Ocak 2014
5 Ocak Pazar günü yapılan 10. genel seçimler darbeler ve askeri vesayet
altında hükümetler görmüş ülkenin belki de en çelişkili seçimleri oldu. Sadece ülke
muhalefetinin değil, uluslararası çevrelerin de meşruiyeti konusunda ciddi
kaygılar duyduğu ve çok düşük oranda katılımın gerçekleştiği seçimler kana
bulandı. Muhalefet seçimleri boykot ederken, uluslararası çevreler gözlemci
göndermeyerek tepkilerini ortaya koydular. 300 sandalyeli parlamentonun yeni üyelerini
belirleyecek seçimde yaklaşık 200 bölgesinde oy kullanılmadı. Çok az sayıda
seçmenin oy kullandığı gözlendi. ‘Seçim güvenliğini’ polisle sağlayamayan
hükümet ordu birliklerini göreve çağırdı. Buna rağmen, pek çok seçim merkezine
saldırılar gerçekleşirken, resmi rakamlara göre 18, muhalefet kaynaklarına göre
ise 22 kişi hayatını kaybetti. Öldürülenlerin büyük bir bölümünün muhalefet
destekçisi olduğu ve birinin de polis olduğu belirtiliyor. Hükümet şiddet
olaylarından muhalefeti özellikle de Ulusal Parti Başkanı Begüm Halide Ziya’yı
sorumlu tutuyor. Ziya’nin son beş gündür ev hapsinde olduğu da biliniyor.
Muhalefetin seçimleri boykot kararı almasının ardından seçim bölgeleri
dağılımına göre 153 sandalye doğrudan iktidardaki Halkçı Parti’ye gitmiş oldu.
Zaten Başbakan Şeyh Hasina da bunu seçimler öncesinde bir zafer edasıyla
gündeme getirmişti. Seçimler sonrasında açıklama yapan Enformasyon Bakanı,
seçmenlerin kaçta kaçının oy kullandığının öneminin olmadığını, önemli olanın
boykot çağrısına uymayarak sandık başına gidenler olduğunu söylemesi akıllara
durgunluk verecek düzeydeydi. Oysa seçimlerden daha bir hafta önce yapılan
kamuoyu yoklamalarında halkın %77’si, seçimlerin yapılmasına karşı oldukları çoktan
beyan ediyordu. Muhalefet lideri ve Ulusal Parti başkanı Begüm Halide Ziya ise,
seçimleri ‘şaka’ gibi bir gelişme diye yorumladı ve bu seçimlerin gerçekte
hiçbir siyasi meşruiyeti olmadığını dile getirdi.
Aslında bu çelişkili ve belki de siyasi felâket olarak adlandırılabilecek
bu gelişme aylar öncesinden ipuçlarını vermeye başlamıştı. Muhalefetin
Hükümet’teki Halkçı Parti’ye (Awame League) seçim hükümeti kurulması yolundaki
tavsiyelerine akabinde ABD ve İngiltere, Avrupa Birliği gibi güçlerce Hükümet
kanadına yönelik muhalefetle işbirliği içerisinde seçime gidilmesi çağrısı da
sonuç vermedi. Seçime gidilirken, Başbakan Şeyh Hasina’nın izlediği tehlikeli
yollardan biri ‘seçim hükümeti’ kurmamaksa, bir diğeri de seçim
ittifaklarındaki rolüyle iktidar değişikliklerinde önemli bir rol oynayan
Cemaat-i İslamiye’nin liderlerini ve akabinde bu partiyi ve hareketi ortadan kaldırmaya yönelik girişimi
oldu.
Aslında bu iki süreç birbiriyle ilintiliydi. Çünkü son yirmi yılda yapılan
seçimlere üç ay kala kurulan ‘seçim hükümeti’yle gidilmesini siyasi bir öneri
olarak gündeme getiren Cemaat-i İslami liderleri olmuştu. Akabinde, gerek
Halkçı Parti gerekse Ulusal Parti ile dönemin siyasi konjenktürlerine uygun
olarak seçim ittifakları yapan Cemaat-i İslami her iki partinin eş değerdeki oy
potansiyellerini ‘kırabilecek’ halk desteğine sahip olmasıyla öne çıkan bir
anlamda dengeleri belirleyici siyasi bir güç olarak ortaya çıkıyordu. Şeyh
Hasina’nın 2009 yılı başlarındaki seçimlerin ardından Başbakan olması ve hükümeti
kurmasıyla birlikte ülke siyasal yaşamını baştan aşağıya değiştirme çabasında
olduğu görülüyordu. Yargı sistemine ve emniyet kurumuna atamalar, ordunun önde
gelen bazı subaylarının ‘ortadan kaldırma’ gibi icraatları nihayetinde adına
bağımsızlık savaşı denilen süreçte Cemaat-i İslami üyelerinin ‘bağımsızlığa
karşı çıkması’ ve o dönem Pakistan ordusuyla sözde ‘işbirlikçilik' yapması
argümanını gündeme getirerek adına “Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi”
denilen yapı ile Cemaat-i İslami’nin önde gelen liderlerini hapis ve ölüm
cezalarına çarptırma süreci başladı.
Tabii 5 Ocak seçimlerine gidilirken ülke siyasal ve de toplumsal yaşamını
kaosa sürükleyen gelişmeleri Bangladeş’in iç meselesi olarak yorumlamak, hele
hele günümüz koşullarında son derece ‘naif’ bir yaklaşım olacaktır. Aslında
ülkenin bugünkü siyasal ‘gerçekliğinde’ belirleyici olan ‘dış güçler’ daha
bağımsızlığa giden süreçten ele alınmayı hak etmektedir. Kimi gözlemcilerin
ifade ettiği üzere, son beş yılda Hindistan Bangladeş’den büyük bir kazanım
elde etti. Sadece ekonomik anlaşmalar yoluyla değil, ticaret yollarıyla. Öte
yandan bazı ayrılıkçı Hint eyaletleri üzerinde sağladığı kontrol de
unutulmamalı. Tam da bu noktada Hindistan’ı sadece Bangladeş üzerinde değil,
tüm bölgede siyasi temsilci atayan Batılı gücün rolünü göz ardı etmemek
lazım...
Bütün bu konulardaki başarı Halkçı Parti’yi iktidarda tutulmasıyla
sağlandı. Bu nedenledir ki, Şeyh Hasina’nın ana destekçisi komşu ülke
Hindistan’dır. Hindistan, Halkçı Parti’yi iktidarda tutmak için büyük çaba
gösterdi. Bugün ortaya çıkan gerçekler sadece Şeyh Hasina’nın politikasıyla
açıklanamaz. Bu Hindistan politikalarının bir sonucudur. Bu yaklaşımı ‘komplo’
diyerek küçümsemek veya olan biteni iki kadın siyasetçi arasındaki ‘dalaşla’
ifade etmeye yerine, bölgenin tarihine derinlikli bir bakışla yaklaşmanın
gerekli olduğuna kuşku yok. Belki bu iki kadın siyasetçi figüründen geriye
doğru giderek de ülkenin görece kısa siyasi tarihini ve bağımsızlık öncesini
incelemeye başlanabilir.
Şimdi Bangladeş’te ne olacak sorusunu sorma zamanı. Kimi gözlemcilerin dile
getirdiği üzere, Başbakan Şeyh Hasina ülkenin Başbakanı değil, “Dakka’nın
Başbakanı” olarak anılıyor. Bunun arkasında hiç kuşku yok ki, Başbakan ve
hükümetin ülke genelinde muhalefetin yürüttüğü grev ve boykotlara müdahale
edemediği ve güvenliği sağlayamadığına işaret eden bir tanımlama. Zaten bu
nedenledir ki, Başbakan ordu birliklerinin güvenliği sağlamasını talep etti.
Ancak bu güvenliği sağlamak yerine, toplumsal kaosu daha da artırmaya ve
çatışmaların içine orduyu da çekmeye yönelik bir girişim olduğuna kuşku yok.
Bugün gelinen noktada Cemaat-i İslami liderlerine yönelik yargılamalar ve
idamlar konusu hâlâ gündemde. Seçimlerin ardından bu konuda hükümetin tavrı ne
olacağı merak konusu. Son yirmi yıllık tecrübenin
ardından Cemaat-i İslami’yi ortadan kaldırmadan Halkçı Parti’nin iktidarı elde
etmesi mümkün gözükmediği anlaşılıyor. Cemaat-i İslami kimi desteklerse o
iktidara geliyor. Bunun sonucu olarak, Halkçı Parti Cemaat-i İslami’yi ortadan
kaldırmaya karar verdiği söylenebilir. Bunun öncelikli sebebi olarak da 40 yıl
aradan sonra 1971 hadisesi gündeme getirildi. Şu ana kadar bir lideri astılar ve
diğerleri sırada bekliyor, aralarında ulusalcı liderler de var. İdamlar
başladığına göre, yönetim muhalefeti dikkate almıyor demektir. Düşük katılımlı
seçimler ülkenin sözde demokratik meşruiyetini temsil etmiyor. Şeyh Hasina’nın
önünde iki şık bulunuyor. Ya ordu destekli baskı rejimini giderek artırmaya
devam edecek. Ya da Bangladeş halkının talep ettiği asgari demokratik
yöntemleri hayata geçirme konusunda muhalefetle masaya oturacak... İlkini
seçtiği taktirde, sadece Cemaat-i İslami mensupları değil, geniş kesimler
gelişmelerden etkilenecek. İkincisini seçtiğinde ise Bangladeş halkı en azından
kısa vadeli olarak derin bir soluk alacak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder