31 Ocak 2014 Cuma

Tayland Seçime mi Gidiyor Yoksa Kaosa mı? / Thailand Goes to Poll or Chaos?

Mehmet Özay                                                                                                                    31 Ocak 2014

Tayland’da Kasım ayından bugüne kadar muhalefetin gerçekleştirdiği gösteriler nedeniyle neredeyse devlet kurumlarının işleyişi felç oldu. Gelişmelerin böylesi bir yönelim sergilemesinde mevcut Başbakan Yingluck Shinawatra ve hükümetin, toplumsal barışı zedelememe adına göstericilere karşı güvenlik güçlerini harekete geçirmemesinin de payı olduğunu söylemeliyiz. Aslında gösterilerin liderliğini üstlenen politikacıların arzusu bu yöndeydi. Polisin ve ordunun yoğun müdahalesi ve akabinde hükümeti meşruiyet krizine sokmak. Muhalefet eylemlerden vazgeçmezken, Başbakan Yingluck da ‘demokratik’ hakkı olduğunu söylediği Başbakanlıktan feragat etmiyor. Belki de kimilerine göre ‘toy’ bir siyasetçi olan Yingluck’un bu sağlam duruşunun ardında,  toplumsal dayanaklarının olduğuna kuşku yok.

Bu süreçte Yingluck hükümetinin, muhalefetin manevralarına verdiği karşılık erken seçime gitmek oldu. Ancak, ülkenin temel siyasi yapılaşmasının uzantılarından biri olan seçim komisyonun güvenlik gerekçesiyle seçimleri iptal etme eğilimine rağmen, hükümetin seçimleri 2 Şubat’ta gerçekleştirme iradesi, mücadelenin bir başka kurumsal boyuta taşındığını gösteriyor. Yingluck seçimlerin meşru olduğunda ısrar eder ve seçim güvenliğini polis marifetiyle sağlayacağını ilân ederken, muhalefet seçimleri boykot etmekle kalmıyacak, iki aylık ‘gösteri performansı’ dikkate alındığında Pazar günü seçim merkezlerinde ‘engelleme’ çabalarını da ortaya koyacak. 

Tayland’da siyasi satranç kördüğüme varırken, her iki tarafın şiddetten kaçındığını ısrarla vurgulaması kimi ülkelerde süre giden şiddetler akla getirildiğinde öyle böyle değil bir ‘başarı’ olarak da görmek mümkün. Muhalefetin Yingluck hükümetine yüklenmekle kalmadığını daha önceki yazılarda dile getirdik. Ortada iktidar-muhalefet çatışmasından çok, son yirmi yılda ortaya çıkan ve sosyo-siyasi arenada var olma istitadı gösteren kitleleri temsil eden Sinawatra ailesi ile ülkede köklü kurumlaşmayı ve hiyerarşiyi temsil eden monarşi-muhafazakâr çevrelerinin çatışmasına dönüşmüş olduğu aşikâr.

Muhalefet taleplerini haklı gerekçe olarak Yingluck hükümetinin ve de mensubu olduğu Shinawatra ailesinin ‘yolsuzluğuna’ vurgu yaparken, neredeyse tüm gözlemcilerin ortak yaklaşımı, ülke modern tarihinde izinin siyaset sahnesinden silinmemiş bir ‘endemik bir yolsuzluğu’ söz konusu olması dolayısıyla muhalefetin argümanını açıkçası ciddiye almıyor. Bunu Tayland halkının da bildiğine kuşku yok. Ancak ikibin yılından bu yana kendisini siyaset sahnesinde şu veya bu şekilde ifade etme fırsatı yakalamış kitlelerin şu veya bu ölçüde sosyo-ekonomik ‘kalkınmanın’ nimetlerine ulaşmalarının da Shinawatra ailesinin hâlâ güçlü olmasının temel nedeni gözüküyor.

Pazar günkü seçimin bir çözüme mi yoksa kaosa mı neden olacağı merak konusu. Mevcut iktidarın, tüm engellemelere rağmen, halkın çoğunluğunun desteğini alacağı düşünülse de, kimi bölgelerde adayların seçim bölgelerinde kayıt yaptıramamış olması da kendi başına bir problem. Seçim adı verilen eylemde adayların var olmamasının adının kaosla eş anlama geldiğini görmek zor değil.

Bu siyasal kaos ortamında gözler ister istemez ordunun yaklaşımına çevriliyor. Kimi çevrelerce ha geldi ha geliyor denilen ‘müdahale’den eser yok. Aslında bu durum, Tayland toplumunun ne denli bölünmüş olduğunun da bir göstergesi. Bir yanda, sistemin köklü yapılarını oluşturan monarşi ve yanlılarının varlığı öte yanda, halk arasından neşet eden ve kayda değer bir siyasi yapılanma olmasa da, yakın geçmişe kadar var olan hiyerarşik tasarıma alternatif olmak isteyen kitlelerin varlığı ordunun bir anlamda ne yapacağına karar verme sürecinde ‘tarafsızlık’ gibi görünün durumu bugüne kadar getirmiş durumda. Bu iki siyasi ayrışma, ordunun müdahalesi ile ülkenin belki de yaşamadığı yeni dramatik sonuçlara neden olabilir.  Bunu, bakış açısına bağlı olarak, ordu üst tabakasının ‘akıllı duruşu’ veya ‘çaresizliği’ şeklinde yorumlamak da mümkün..

Tayland’da çözümü ufukta gözükmeyen siyasi kriz, sadece bölgenin ikinci büyük ekonomisi olan bu toplumda siyasi ve ekonomik gerilimleri kangren hale getirmekle kalmıyor. Aynı zamanda, birincil coğrafi çeperde, yani bir yanında Doğu Asya öte yanında Hint-Alt Kıtasıyla etkileşimleriyle kalmayıp öte yanında küresel güçlerle giderek çok işlevselli etkileşimleriyle öne çıkan ve yakın geleceğinde sosyo-ekonomik birlik olma ‘hayali kuran’ ASEAN içinde de bölgesel istikrar ve huzur konusunda soru işaretlerinin oluşmasına zemin hazırlıyor. Tabii kimi açılardan, krizin Tayland’da ekonomik kayıplara yol açarken, aynı sürecin özellikle ulusaşırı şirketlerin komşu ülkeler örneğin Kamboçya, Laos için bir umut ışığına’ dönüşmesi de gündemde. Ancak bu bölgeyi bir bütün olarak düşündüğümüzde Tayland’aki krizin komşu ülkelere görece bir avantaj olarak yansısa da, önemli bir nüfus ve büyük ekonomisi ile zaaf içerisindeki Tayland’ın konumu komşularını da etkileyecektir.


Malezyalı Genç Ressam Ken Yang ve Rönesans

Mehmet Özay                                                                                                                   30 Ocak 2014

Malezya’da Rönesans’a tanık olmak olağanüstü bir durum. Ressam Ken Yang’la tanışmamız birkaç gün öncesine dayanıyor. Sergi haberini geçte olsa bir gazete ilânıyla duyduğumda hiç vakit kaybetmeden Ressam Ken’le irtibat kurup sözleştik... Memleketi Perak Eyaleti... 11 yıldır Paris’te yaşayan ve ressamlık konusunda bilgi görgü ve tecrübelerini geliştirme yolunda epeyce mesafe kat etmiş genç bir ressam. Kendisini “Saray Ressamı” olarak tanımlayan 35 yaşındaki Ken Yang memleketi Malezya’da ilk defa profesyonel sergisini açtı. Sergi 28 Ekim’den bu yana açık olan sergi 31 Ocak’ta son bulacak.

Serginin pek çok ilkleri içinde barındırdığını söylemek mümkün. Bunların başında bu sergi, Malezya Ulusal Görsel Sanatlar Merkezi’nde hem ressamın yaşı itibarıyla hem de serginin maddi boyutları bakımından bir ilk olma özelliği taşıyor. Serginin başta Sultan Abdül Halim Şah olmak üzere önemli şahsiyetlerin ziyaret etmesini bir ölçüde dikkate alabiliriz. Bunun elbette ki, ressamın eserlerinde ortaya koyduğu Avrupa sanat tarihinin en önemli dönemlerinden olan Rönesans resim tekniğini Malezya’ya taşımasının rolü büyük. Serginin küratorü ise Suriyeli ve yirmi yıldır Paris’te yaşayan Khawajah Musa Hoshi. Bu yönüyle de, aslında söz konusu bu uluslararası etkinliğin Güneydoğu Asya, Ortadoğu ve Avrupa bağlantısı kurulduğunu söyleyebilirim. Malezya sadece siyasi kültür olarak değil, toplumsal kültürel yapılaşmalar bakımından da İngiliz özelliklerini barındırıyor. Ancak Ken Yang ile Londra değil de, Avrupa’nın bir başka merkezi, özellikle de sanat merkezi Paris’den Kuala Lumpur’a uzanan bir geçişi gözlemlemek mümkün. Ayrıca, Rönesans tekniğinin sadece Malezya’da değil, neredeyse tüm bir Güneydoğu Asya’da ilk örneğini gördüğümüzü söylersek yanılmış olmayız... Sanatçılar için zorlu bir mekân olan dünyanın sanat merkezi Paris’te tutunabilmek zor bir iş. Ken Yang genç yaşına rağmen bunu başarabilmiş ve Paris’te kendine bir yer edinebilmiş bir sanatçı... Bugün Malezya’da tanık olduğumuz sergisinin yakın ve orta vadede çok daha farklı açılımlarla gerek Malezya’da gerekse bölgedeki diğer ülkelerde dikkat çekeceğini söyleyebilirim. Sergi’de 35 eser sergileniyor. Ken’le yaptığım sohbette yaşının da 35 olduğunu bunun tevakfuk mu olduğunu yoksa bilerek mi böyle bir seçime gittiğini sorduğumda tamamıyla tevafuk olduğunu söyledi.

Sergide yer alan 35 tablonun yer aldığı katalog çalışması da ayrı bir öneme sahip. Özenle hazırlanmış katalog bile ressamın ve serginin başarısını ortaya koyması bakımından dikkat çekici. Katalog çalışmasına Malezya Kültür ve Turizm Bakanlığı, Savunma Bakanlığı, Malezya Genelkurmayı ve Ulusal Görsel Sanatlar Galerisi’nin katkısı bulunuyor. Kültür ve Turizm Bakanı Mohamad Nazri bin Abdulaziz, Malezya hükümeti sosyo-kültürel konularda danışmanlık yapan ve eski Kültür ve Turizm Bakanı Dr. Rais Yatim, Malezya Savunma Bakanlığı Genel Sekreteri İsmail bin Hacı Ahmed ve Genelkurmay Başkanı Zulkifli bin Mohammad Zin, Fransa’nın Malezya Büyükelçisi Martine Dorance’ın katalogda giriş yazılarının olması da bir başka özellik. Ülkenin önde gelen kurumlarının başındaki şahsiyetlerin bir ressamın katalog çalışmasına önsöz yazmaları genç bir ressamı koruma kollama güdüsünden başka, Ken Yang’ın bir deha olarak kabul edilmesinden kaynaklanıyor. Bunu Dr. Rais Yatim’ın giriş yazısında ifade ettiği şu cümlede bulmak mümkün: “Hayranlık uyandıracak bir inci bulmak zorunluluktur. Artık incimizi bulduk. Her sınıftan Malezya halkı ülkemizin yetiştirdiği olağanüstü kabiliyetli Ken Yang ile gurur duymalı.”.

Malezya Ulusal Görsel Sanatlar Galerisi’nin ikinci katındaki geniş galeride Sultanlık rengi ‘sarı’ kumaştan perdelerle açılıyor sergi... Karşımızda Malezya’nın günümüz sultanı Abdul Halim Şah ve eşinin portresi...

Paris serisinde dikkat çeken tablolar arasında kumarbaz, bilardo oyuncuları ve narsist adlı tablolar geliyor. Bu tablolarda ressam Ken Yang, İtalyan Rönesansı tekniğiyle Paris’teki sosyal çevresindeki figürler üzerinde çalışmış. Bu bağlamda tablolarda dramatik ışık görüntüleri hakim. Ressamın ‘Malezya İlhamı’ adını verdiği Kuala Lumpur serisinde ise, saray çevresinin yanı sıra, belki de günümüz Malezya Başbakanı Necib Bin Razak’ın “Bir Malezya” olgusunu yansıtan Malezyalı üç genç bayanın yer aldığı tablo. Üç bayan olması, ülkenin etnik çoğunluğu içinde öne çıkan üç etnik azınlık grubu yani Malay, Çinli ve Hintli kesimi temsil etmesi. Günümüz Malezya toplumunda tanınan ünlüler arasında yer alan bu üç kadın figür, ait oldukları etnik yapının geleneksel giysileriyle bu farklılıklarını ortaya koyuyorlar. Ressam Ken Yang, tabloda görülen bu üç kadının birlikteliğinin ülkedeki toplumsal ahengi yansıttığını ileri sürüyor. Serginin en önemli tablolarından biri ressam Ken Yang’ın kendi portresi. Beyaz bir at önünde, 17. yüzyıl şövalyelerini ansıtan tablo, aynı zamanda serginin tanıtım kataloğu ve broşürlerinde de kullanılmış. Ressam Ken Yang, bu tabloyu ‘Rönesansa yaptığı yolculuğu yansıtan bir çalışma’ olarak yorumluyor. Bu nedenle bir şövalye edası ile poz verdiğini söylüyor. Bunun sıradan bir ‘taklit’ değil, o döneme özgü kültürü sosyal yaşamında yer vermesiyle gerçekleştirdiği ileri sürüyor.

Kendisini ‘saray ressamı’ olarak adlandıran Ken Yang, resim tekniği ve stili olarak İtalyan Rönesans’ından esinleniyor. Bu anlamda serginin başlığına, yani “Paris-Kuala Lumpur”a atıf yapacak olursak tabloları hem Fransa hem de Malezya kültürünü yansıtıyor. Bu anlamda iki farklı tablo dizisi var. İlki ressamın Avrupa etkilenimlerinden yola çıkarak çizdiği tablolar var. Diğeri de Malezya’dan ilhamla ele aldığı tablolar bulunuyor.  Ressam Ken Yang, sergideki tablolarını tek tek bize tanıtma alçakgönüllüğünde bulundu. Böylece iki farklı konseptin ortaya konduğu serginin detaylarını da kendisinden duyma fırsatı bulmuş olduk. Ayrıca bizi kırmayıp mülâkat talebimizi de memnuniyetle kabul etti.

Mehmet Özay: Serginin başlığı “Paris-Kuala Lumpur”. İki şehir veya kültür arasındaki fark nedir?

Ken Yang: Aradaki farkı şöyle açıklayabilirim. Paris’deki geçirdiğim 11 yıl boyunca edindiğim tecrübemden hareketle orada edindiğim Avrupa resim eğitimi ve ilhamının ürünleri yansıtılıyor... Bu eserlerin tamamı figüratif eserler... Serginin ikinci ayağı Kuala Lumpur ise Malezya’da saray çevrelerinin önde gelen şahsiyetlerinin portrelerini içeriyor... Ve tabii ki bunlarda, Malezya kültürel öğelerini bulmak mümkün... Çok etnikli bir toplumsal yapıyı kostümlerde ve de portrelerde görebiliriz... Bu ve benzeri unsurları içkin olan bu bölümü, Paris serisinden ayıran özellikler diyebilirim... Benim için ayrı bir önemi var Kuala Lumpur serisinin. Çünkü burada Malezya kültürünü ön plâna çıkarmayı hedefledim... Bunun temel nedeni, bugüne kadar Avrupa sanatı tekniği ile Malezya konularının yapılmamış olması. İşte bu nedenle başta saray çevresi olmak üzere çeşitli konuları işliyorum.

Paris önemli bir sanat merkezi. Aynı zamanda, zor bir yer. Sanatçı olarak uzun süre Paris sanat ortamında kalmayı nasıl başardınız?

Evet, Paris bir sanatçı için kolay bir yer değil... Paris bir sanat ve kültür merkezi... Sanırım ben şanslıyım... Dediğiniz gibi bir anlamda yaptığım eserler dikkate alındığında Avrupa klasik tekniğini kullanarak ürün veren ‘tek sanatçıyım’ diyebilirim. bu nedenle, sanat galerileri ve kolleksiyonerlerin ilgi duyduğu çalışmalar yapıyorum... Bu da Paris’de yaşamamı kolaylaştıran bir unsur elbette... Çünkü çalıştığım galeriler diğer galerilerde olmayan eserler vermek istiyorlar...

Bu eserlerinizle Paris’te nasıl bir tepkiyle karşılaştınız?

Öncelikle genç bir Malezyalı sanatçının bu kalitede ürün vermesinden çok etkilendiler... Yani, Avrupa klasik sanatında saray ressamlarının tekniğini edinebilmiş olmam ilgiyle izlendi... Tabii ki eserlerimi kalpten gelen duygularla yapıyorum... Sanatıma duyduğum sevgiyi eserlerimde bulmak mümkün... Bu nedenlerle çalışmalarım beğeniliyor. Sanat felsefem ve çizimimdeki incelik bu kaliteyi belirleyen ve çalışmalarımın ‘saray sanatı’ olarak kabul edilmesini sağlayan unsurlar...

Konuları ve figürleri seçerken neye özen gösteriyorsunuz?

Portrelerini yaptığım şahsiyetler bireysel bağlantılarımın sonucu... Yani, bu insanlar benim çevremdeki kişiler... Bu sergide de görüldüğü gibi, portre çalışmalarım dikkat çekiyor... İlerleyen dönemde de saray çevresindeki kişilerin portrelerini yapmaya devam edeceğim. Bunu kendime bir görev addediyorum. Çünkü bu kitle saygı duyduğumuz bir kitle... Yani, bu anlamda kültür ve kimlik konuları üzerine eğiliyorum... Yabancı kültürler de ilgi alanımda. Kim bilir bir gün Türkiye’de de çalışma imkânı bulur ve Türk kültürüne özgü unsurları işlerim çalışmalarımda... Kültürleri dünyamızdaki çok güzel farklı renkler olarak görüyor ve değerlendiriyorum...

Türkiye-Malezya ilişkilerinde sanata yer var mı? Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Türkiye-Malezya arasındaki ilişkiden hareketle sanat anlamında birlikte çalışmayı isterim. Hatta Türkiye’de sergi açmayı bile düşündüğümü söyleyebilirim. Her iki ülke de, İslam ülkesi olarak biliniyor. Ancak sanat vesilesiyle iki ülkenin farklı kültürel yönlerini öne çıkartmak mümkün... Bu anlamda iki ülke arasında sadece ekonomik ilişkiler değil, sanat ve ekonomiyi birlikte düşünürek daha güzel birliktelikler yakalamak mümkün... Bu konu hiç kuşku yok ki çok önemli.

Yakında başka sergi hazırlığınız var mı?

Bu yıl “2014 Malezya Turizm Yılı” ilân edildi. Bu nedenle bir diğer sergi hazırlığı içinde olacağız... Malezya serisinden bir seçki yaparak bu sergiye hazırlanacağım... Aslında Malezya’nın kültürel vechesini ortaya koymak için çok güzel bir vesile. Ancak yakın gelecekte başta ülkelerde de sergi açmayı isterim...

Bu keyifli sergi ve mülâkat için teşekkür ederim.


Ben de teşekkür ederim.

28 Ocak 2014 Salı

Çin’de Sivil Yönetim ve Bölgesel Otokratizm / Civil Rule in China and Regional Autocratism

Mehmet Özay-Kuala Lumpur                                                                                 28 Ocak 2014

Çin’de 2013 yılında yaşanan yönetim değişikliği ve akabinde gerçekleştirilen 18. Komünist Parti Kongresi sonrasında Çin ekonomisinde daha da liberalleşme yolunda adımlar attığı konusunda görüşler ağırlık kazanıyor. Bununla birlikte, Çin ve bölge ülkeleri arasında 1970’lerde sümen altı edilen Güney Çin Denizi’ndeki teritoryal haklar meselesi yeniden gündeme taşınması ile bölgesel ve uluslararası ilişkilerde nasıl bir dış politika izlediği konusunda tartışmalar da dikkat çekiyor. Aslında burada Çin’in ekonomide izlediği liberal açılımlara paralel olarak yönetimin, bir yanda Dışişleri öte yanda Ordu’nun geleneksel yönelimleri arasında nasıl bir etkileşim olduğu üzerinde durulmalı.

Çin, ekonomisi ile dünya sistemine eklemlenmede başarısını dünya liderliğine taşıyabilecek bir düzeye getirme yolunda rasyonel açılımlar yaparken -ki burada liderlik için ekonominin yeterli bir faktör olmadığını söyleyelim-, Güney Çin Denizi bağlamında Çin milliyetçiliği üzerinde agresif bir yönelim sergiliyor. Aslında bu yönelimin ne türden bir tarihsel devamlılığın izi olduğu da kuşkulu . Çünkü tarih boyunca Çin’in Güneydoğu Asya ve ötesine dair yaklaşımı Batının uluslararası ilişkiler algısının çok ötesinde olmuş ve teritoryal genişleme peşinde olma gibi bir iddiası da olduğu söylenemez.
Peki Çin’i dış politikada bölge ülkeleri ve uluslararası örgütler nezdinde görece açık ve katılımcı bir politika izlerken, aynı zamanda bir yanda Dışişleri öte yanda deniz gücü marifetiyle gene bölgesinde anlaşmaları hiçe sayan veya anlaşmaya yanaşmayan taraf olarak gözükmesinin nedenleri nedir? Bunun birkaç önemli süreçle bağlantılı olduğu söylenebilir. Birincisi, ekonomide geçiş dönemi yaşaması; ikincisi de, yönetimde farklı unsurların inisiyatif alma girişimi olarak yorumlanabilir.

1978’de Deng Xiaoping’in başlattığı gelişme odaklı ekonomi politikaları, iç ve dış baskılarla obsessif bir hâl almış gözüküyor. Kimi gözlemciler bunu Stanilist ekonomi uygulamalarından kalma bir bağımlılık olarak yorumluyor. Bu bağlamda Çin ekonomisinde yaşanan temel problem, geçen otuz yılda izlenen ve sürdürülebilirliği şüpheli bir ekonomik büyüme modelinin miadını doldurduğu yönünde. Bu noktada gündeme acil olarak sürdürülebilir bir ekonomi yapılaşmasına geçilmesi noktasında bir talep var. Sürdürülebilir ekonomi için öne çıkan husus hiç kuşku yok ki, devlete yaslanan ‘kalkınma’ eğilimleri ve doğal çevre ile uyum başta geliyor. Özellikle belli eyaletlerdeki yerel yönetimlerin öncülüğündeki kalkınma hamleleri bağlamında merkezi hükümete borçlanma, özel sektörün zaafiyeti ve gene hızlı kalkınma sonucu metropolitan şehirlerde ortaya çıkan çevre, nehir kirlilikleri gün geçtikçe göz ardı edilebilecek gibi değil. Ancak bu talebin pratikte neye karşılık geleceği konusunda kafa karışıklıkları Çin’de kimi agresif politikaların  ortaya çıkmasına neden oluyor. Buna aşağıda değineceğim...

Çin ekonomik kalkınmasına kısaca bakalım. Öyle ki, bu noktada ucuz işgücü ve hammadde kaynaklarına ulaşabilmesi sayesinde orta gelir düzeyine çıkan Çin’de yaşanan şu anki kriz üst gelir grubuna nasıl sıçrayacağıyla alâkalı. Yani ortada, ekonomide geçen otuz yılda yaşanan gelişmenin bir üst düzeye evrilmesi zorunluluğundan kaynaklanan bir gerilim gözlemleniyor. Bu gerilim içerisinde, bir yandan Batı ile ilişkileri geliştirme ve eko-ideoloji noktasında Batıyı taklit ettiğini görmek mümkün. Politikacıların polit büro etkileşiminin bir yanda Japonya, öte yanda ASEAN ile APEC ve özellikle son dönemde TPPA ile ABD öncülüğündeki Batı eksenli yapılaşmalar da dikkat çekici gelişmeler.

Burada aslında Batılı yorumcuların kafasını karıştıran ekonomik anlamda liberalleşen ve bu konuda çekinceleri de olmayan Çin’in, dış politikasına yön verme ve ordusunun kapasitesini ve kabiliyetini genişletme konusundaki agresifliğini birbiriyle örtüştüremiyorlar. Bu durumda, Çin’den beklenen ve kapitalistleştikçe her anlamda Batı’ya eklemleneceği düşüncesinin -en azından-bugün için gerçekleşmemiş olması. Daha da ötesinde, bu kapitalistleşen ekonominin meyvelerini devşiren hem bir ölçüde Çin halkı hem de Çin yönetiminin bir tür milliyetçiliğe evrilerek çevresi ile giderek sorunlu ve de içinden çıkılmaz bir ‘ilişki’ biçiminde ısrarcı olmasından kaynaklanıyor.

Bununla birlikte, bir diğer dikkat çeken husus kimi çevrelerin güçlü bir şekilde yapılaştırmaya çalıştığı ‘Asya Yüzyılı’ konseptinin Çin’i dış politikada agresifliğe sevk ettiği söylenebilir. Bu bir tür savunma psikolojisi olarak adlandırılabileceği gibi, geçen otuz yılda elde edilen gücün düne kadar gündemde olmayan teritoryal ‘haklar’ meselesini gündeme getirmiş olmasıdır. Bunun dış politikadaki karşılığı ise “Hava Savunma Bölgesi” ve ardından çevre denizlerini balıkçılarına açan bir tür “Serbest Alan” uygulamalarına geçti. Özellikle Güney Çin Denizi adıyla anılan bölgedeki adalar ve çevresindeki hak iddiasını pratiğe dökecek girişim ise ilk adımı 1984’de atıldığı iddia edilen Sahil Güvenlik biriminin tek çatı altında toplanması oldu.

İşte bu açılım başta komşu ve bölge ülkeleri olmak üzere krizleri peş peşe çıkmasına neden oluyor. Bu noktada kimi Batılı çevrelerde ‘Çin’in Dış Politikası Yok’ söylemi bir tür kışkırtıcılıktan öte bir anlam ifade etmiyor açıkçası. Çin gibi geçmişi binyıllar öncesine dayanan ve Doğu Asya ve Güneydoğu Asya’da yüzyıllarca etkileşimde bulunmuş, siyasi gelişmişliğine ve gücüne bağlı olarak dönem dönem bölgesel açılımını yapmış bir ülkenin dış politikası yok denilmesini ciddiye almak mümkün değil. Çin tarih boyunca, bölgenin kendine özgü, kimi zaman Budist kimi zaman Müslüman devletleriyle muhataptı. Ve bu muhataplığını yukarıda değindiğimiz gibi modern Batı uluslarası ilişkiler politikaları ile açıklamak da ne zayık ki mümkün değil.

Oysa, özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki süreçte, bölge ülkelerinin Batı’ya yapısal anlamda eklemlenişi ile geleneksel olarak bölgesel bir güçten bahsetmek yerine, ‘stratejik ortak’ olarak öne çıkan Amerika oluyor. Bu nedenle Çin’in karşısında bugün tek tek -veya aslında bir blok olarak da- bölge ülkeleri olduğunu söylemek fotoğrafın bütününü görmemizi engelleyecektir. Aksine, karşısında var olan güç Amerika’dır. Ancak bugünkü ilişkiler ağında Amerikasız bir Güneydoğu Asya, veya bunun tersini iddia etmek hele hele Çin karşısında böylesi bir ayrışmaya gitmek zor. Bugün Çin’de giderek yükseldiği ve dış politikayı yönlendirmekte olduğu ifade edilen ‘milliyetçiliğin’ yeni bir damar olmadığı, komünist devrim sürecinde yeşeren ve kapitalist ekonomiye eklemlenmekle bir başka deyişle, kapitalizmin beşiğine meydan okumakla devam eden bir süreçle ilişkilendirmek mümkün.

http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/287859/cinde-sivil-yonetim-ve-bolgesel-otokratizm

24 Ocak 2014 Cuma

Kamboçya’da Demokrasi Krizi Sürüyor / Crisis in Cambodia Continues

Mehmet Özay                                                                                                                   24 Ocak 2014
Hint-Çini bölgesindeki Kamboçya’da halk demokrasi sınavı veriyor. Ülkede altıncı ayı bulan siyasi istikrarsızlık giderek kronik bir hal alırken, iç siyasette çözüm yolları için dış faktörler devrede.
Halk Partisi başkanı ve Başbakan Hun Sen’in uzun yıllar süren iktidarına karşı başlatılan muhalefetteki Kamboçya Ulusal Kurtuluş Partisi, geçen Temmuz ayındaki seçimlerde aldığı oy oranıyla meşruluğunu kanıtlamış gözüküyor. 125 sandalyeli mecliste 55 sandalye kazanan muhalefet partisi, aslında seçimlere hile karıştırıldığını, ileri sürerek önce başta ABD olmak üzere uluslararası çevreleri ardından da muhalefeti destekleyen kitleleri harekete geçirme amacı güttü. Avrupa Parlamentosu’nun 16 Ocak’ta aldığı kararla Temmuz seçimlerinin araştırılması konusundaki kararı dikkate alınacak olursa bunda da kısmen başarılı olduğu söylenebilir. Ayrıca halkın desteğini sokak gösterileri şeklinde ortaya koymasıyla aradan geçen altı aydı kayda değer bir karşılık bulduğunu söylemek mümkün.
Bu anlamda adına demokrasi denilen sistemin bölge ülkeleri kadar Kamboçya’da da etkin olabilmesi için verilen mücadelelerde iktidar/muhalefet ikilisinin etkileşiminde farklı faktörler ve yönelimler söz konusu. Şeffaf olmayan seçim sistemi, hilenin karıştığı bir süreç sonunda parlamentonun kilitlenmesi ve sokak gösterileri şeklinde tezahür ediyor. Gösterilerde, özellikle ülkedeki yabancı yatırımların gelişmesine parallel olarak kayda değer bir sektör haline gelen tekstil işinde çalışanlar oluşturuyor. Bu kitlenin de %90’ının genç kadınlardan teşekkül ettiği göz önüne alındığında, ülkede hükümete yönelik tepkinin temelinde fakirlik olgusu kadar, genç kitlenin farklı taleplerinin olduğu da bir gerçek. Örneğin, aylık geliri 85 Dolar olan bu kitlenin talepleri karşısında hükümet, maaşları 95 Dolara yükseltirken, işçilerin taleplerini göz ardı ettiği tepkisini almaktan kurtulamıyor. Çünkü işçiler asgari ücret olarak 160 Dolar talep ediyor. Kimi STK yetkilileri ise, insanlık onuruna uygun yaşam standartlarını sağlamakla yükümlü olan hükümetin bu ücret politikasıyla ilgili anayasa maddesini ihlâl ettiğini ileri sürüyor. Gösterilerin hedefinde ise, meşruiyeti sorgulanan başbakan Hun Sen’in istifası ve yeni ancak adil bir seçime gidilmesi bulunuyor. Ancak bu sürecin nasıl gerçekleştirileceği ise şimdilik bir muamma.
Kuşku yok ki muhalefet geçen Temmuz ayında yapılan ve son otuz yıllık iktidarını pekiştiren (!) Hun Sen’e karşı parlamentoda çoğunluğu kazandığı yönündeki iddiasını sürdürüyor. Seçimler öncesi ve sonrasında uluslararası kurumları adil bir seçim yapılmasını sağlama yönündeki çağrı mevcut iktidar tarafından kabul görmemişti. Muhalefet lideri San Rainsy ise, sokak gösterileri ile tepkisini ortaya koyacağını ifade etmişti. Aradan geçen süreçte ülke temsili demokrasisinin kitlendiği gözleniyor. İktidar, muhalefet gösterilerine ‘sıfır tolerans’ politikası ile emniyet birimlerini harekete geçirirken, muhalefet ise kendi toplumsal dayanaklarından beslenerek haklılığını ortaya koymaya çalışıyor. Muhalefetin girişiminin bir yanında, mecliste kayda değer sayıda milletvekili kazanmasına rağmen, meclis çalışmalarına katılmaması yer alırken, öte yanında, yukarıda zikredilen toplumsal yapılar etkileşimiyle tepkisini sokakta gösteriyor. Muhalefetin sahaya sürdüğü güçler arasında, uluslararası şirketlerin yatırımları sonucu oluşan imalat sanayiinde çalışan işçilerinin önemli bir yer var. Hükümetin daha Temmuz ayındaki seçimler ertesinde göstermeye başladığı güvenlik güçlerini göreve çağırma kartı, Aralık ayının sonunda göstericiler üzerine ateş açılmasıyla ölümlerin meydana gelmesiyle artık gündemde ciddi bir şekilde yer almış gözüküyor. Ölümlerle birlikte Batılı ülkelerden tepkiler de gelmeye başladı. Özellikle bu ay başında gerçekleşen ölümlerin ardından AB Parlamentosu söz konusu vakaların araştırılması kararı aldı. Ayrıca, Başbakan Hun Sen, BM özel rapörtörüyle başkent Phnom Penh’de biraraya geldi. Bu görüşmede, BM yetkilisinin iktidar ve muhalefet arasında arabuluculuk yaparak iki tarafın masaya oturmasını istiyor.
Muhalefetin, Hun Sen hükümetinin meşruiyetini sorgulama sürecinde önümüzdeki günlerde Birleşmiş Milletler Konseyi’nin Cenova’daki toplantıları önem taşıyor. BM Konseyi’nce “Dönemsel İzleme Raporu” görüşmeleri yapılacak. Bu toplantılarda hükümet tarafı, son görüşmelerin yapıldığı 2009 yılından bu yana ne gibi gelişmeler kaydedildiğini BM üye devletler temsilcileri önünde ortaya koyacak. BM sitesinde ise toplantılara üye ülkelerin yanı sıra STK’ların katılabileceği belirtiliyor. Öte yandan, BM’nin muhalefet lideri Sam Rainsy’i de toplantılara davet ettiği ifade edildiği ve bu amaçla Rainsy’in, toplantılara katılmak üzere Cenova’ya gittiği belirtiliyor. Ancak, hükümet yetkilileri muhalefet liderinin toplantılara katılamayacağını ileri sürüyor. Rainsy’in Avrupa ziyareti Cenova’daki toplantı ile sınırlı değil. Buradan Brüksel’de Avrupa Parlamentosu’nu ziyaret ederek çeşitli temaslarda bulunacak. Hiç kuşku yok ki, bu temaslar yukarıda dile getirilen seçim ve güvenlik güçlerinin göstericilere yönelik saldırılarında ölümlerin araştırması konusunda Avrupa Parlamentosu’nun aldığı kararın AB Komisyonu’nca onaylanmasını sağlamaya yönelik. Bunda başarı sağlandığı ölçüde, Hun Sen hükümetine yönelik siyasi ve ekonomik baskıların gerçekleştirilmesine yönelik bazı girişimleri beklemek mümkün.
Muhalefet, tüm olasılıkları göz önünde bulundurarak alternatif eylem plânları hazırlıyor. Bu bağlamda, hükümeti istifaya ve yeni seçimler yapılmasına iknaya yönelik olarak Mart ayında yeni girişimler olabileceği belirtiliyor. Bununla birlikte, muhalefet liderleri amaçlarının kesinlikle şiddet kullanmamak olduğunu da ısrarla vurguluyorlar. Bir yanda düşük ücrete tabi tutulan tekstil işçileri ve kırsalda yaşayan nüfusun büyük bölümünün ekonomik sıkıntıları, öte yanda gençlerin yeni ve farklı talepleri karşısında hükümet bugünlerde uluslararası baskıyla da karşı karşıya kalabilir. Bu süreçte iktidar aygıtını elinde tutan Hun Sen’in muhalefetin ve uluslararası çevrelerin taleplerine nasıl karşılık vereceğini kestirmek ise güç.

20 Ocak 2014 Pazartesi

Hindistan’da Değişen Siyasi Atmosfer ve Seçimler / The Changing Political Atmosphere and Elections in India

Mehmet Özay                                                                                                           20 Ocak 2014
Hindistan’da son on yıldır iktidardaki Kongre Partisi zor günler yaşıyor. Seçimlere birkaç ay kala, yeniden seçilme şansı zora giren partiyi kurtarma çalışmaları sürerken, ülke siyasal yaşamına yeni bir parti adımını attı. Nükleer gücü, uzay çalışmaları, Hint Okyanusu’nun doğusu ve batısına uzanabilme kabiliyetine sahip, ASEAN ile tarihsel bağları, Pakistan’la bitmeyen siyasi mücadelesi, Bangladeş’te iç siyasete müdahaleye kadar varan ilişkiler ağı olan bir ülke Hindistan. Öte yandan, Çin’in Doğu Asya’dan Güneydoğu Asya ve Hint Okyanusu üzerinden Ortadoğu ve Afrika’ya doğru uzanan ekonomik yayılmacılığı karşısında Hindistan, Amerika’nın ‘müttefiki’ konumunda.
Tüm bu özellikleri ile bölgesel ve küresel arenada dikkat çeken Hindistan’da Mayıs ayında yapılacak seçimler bir başka önem taşıyor. Bugüne kadar Kongre Partisi ve Bharatiya Janata Partisi (BJP) mücadelesine sahne olan Hindistan siyasetinin bu dönem yeni kurulan Halk Partisi (Aam Admee) (AAP) ile farklı bir yöne evrileceği konusunda görüşler gündemde yer buluyor. 545 sandalyeli meclisi belirleyecek seçimler öncesinde üç siyasi parti çalışmalarına başladı. Partilerden birinin tek başına iktidar olabilmesi için 273 sayısına ulaşması gerekiyor. Her şeyin değişmeye matuf olsa da, geçenlerde yapılan kamuoyu yoklamalarında Kongre Partisi’nin üç parti arasında son sırada yer alıyor.
Son iki dönemdir, yani on yıldır köklü Kongre Partisi Hindistan’da yönetimde. Başbakan Manmohan Singh’in adı, son dönemde özellikle telekomünikasyon ve kömür madenleri işletmelerindeki yolsuzluklarla birlikte anılıyor. En son yaşanan skandal ise İtalya ile yapılan Savunma Anlaşması’nın iptali oldu. Gözlemciler bu iptal ülkenin prestijini etkilediği gibi, hükümetteki yolsuzluklara uzanan boyutuna dikkat çekiyorlar. Bu ve benzeri nedenlernle Kongre Partisi’nin yeniden seçilmesi güç gözüküyor. Başbakan Singh, bu gelişmeler sonrasında gelecek dönem siyaset sahnesinde aktif olarak yer almayacağını açıkladı. Bu nedenle, yakın geçmişte yaşananlardan sonra Parti Meclisi, yeni lider arayışında. Uzunca bir süre başkanlıkta gözü olmadığını ifade eden Nehru-Gandhi ailesinin genç temsilcisi ve Kongre Partisi’nin genel başkan yardımcılarından Rahul Gandhi geçenlerde partinin başbakan adaylığını kabul ettiğini açıkladı. Yakın döneme kadar Başbakanlıkta gözü olmadığını ve gücün zehirleyici etkisi olduğu yönünde felsefi görüşleriyle dikkat çeken Rahul Gandhi öyle gözüküyor ki, yakın çeveresinin baskılarına yenilmiş gözüküyor. Rahul Gandhi’nin başkanlık yarışına çekilmesi sadece parti yönetiminin bir kararı olmanın ötesinde, başta medya ve iş çevrelerinin de etrafında uzlaştığı bir isim olduğu dikkat çekiyor. Rahul Gandhi’nin adının geçmesinin bazı makul nedenleri var. İlki ülkenin modern siyasal yaşamında egemenlik tesis etmiş olan Gandhi-Nehru ailesinden olması. Bir başka ifadeyle söylersek, babası, babaannesi ve büyükbabası ülke yönetiminde söz sahibi olmuş bir siyasetçi Rahul… 43 yaşında oluşu da küresel bir fenomeon olarak öne çıkan genç seçmen kitlelerine yönelik bir cazibe unsuru olarak düşünülüyor. Raluh’un öne çıkmasının nedeni aile adının, giderek halk katmanlarında desteğini yitiren Kongre Partisi’ni yeniden harekete geçirecek bir kişi olarak görülmesinde yatıyor.
Kongre Partisi, Rahul ile seçime hazırlanırken, muhalefet partisi ve Hindu milliyetçiliğinden beslenen BJP’nin adayı Narendna Mori. Mori, Müslümanların demografik yapıda önemli bir yeri olan Batı’daki Gücerat Eyaleti’nden geliyor. Mori, Eyalet Valisi olduğu 2002 yılında Gücerat’ta Müslümanlara karşı gerçekleşen şiddet olaylarına göz yummakla hatırlanıyor. Kongre Partisi’nin ‘seküler eğilimleri’ ile öne çıktığı dikkat çekildiğinde, ilk etapta Hindu milliyetçiliğini diğer azınlıklar üzerinde baskı aracı kullanan BJP ile kayda değer bir ayrımı olduğu düşünülebilir. Ancak kimi gözlemcilerin dile getirdiği üzere, son on yıllık Kongre iktidarı döneminde ülke yönetiminin sözde bir ‘Avrupa’ sekülerliğini ortaya koyduğunu söylemek güç. Bunun referanslarını ise, ülkenin sembolik değerlerinde referansların ‘Hinduizme’ yaslanmasında bulmak mümkün. Ancak bu dev ülkede aralarında Müslümanların da olduğu çeşitli etnik-dini gruplarla ilişkilere geldiğinde her iki partinin toplumsal kökleri itibarıyla farklılık gösterdiğini düşünmek zor. 
Kuruluşu bundan bir yıl öncesine dayanan AAP ise, henüz başbakan adayını açıklamasa da, Partiyi öne çıkaran liderden ziyade mevcut sisteme yönelik eleştirileri oluşturuyor. Bir yanda muhalefet partisi, Bharatiya Janata Partisi (BJP), öte yandan yeni kurulan Aam Admee Partisi (AAP) seçimlerde hükümeti kuracak çoğunluğu almasının şimdilik mümkün olmasa da, olası bir koalisyon gücü olarak ortaya çıkabileceği hesapları yapıyor. Gözlemciler, bu noktada, AAP’nin, son on yıldır iktidardaki Kongre Partisi’ne karşı yoğun eleştirileri dikkate alındığında BJP ile iktidar ortaklığı düşüncesi üzerinde durabileceği üzerinde duruyorlar.
Bu üçüncü siyasi parti üzerinde kısaca durmakta fayda var. Bu parti Hindistan siyasetesine henüz yeni girmiş bir oluşum. 2011 yılında yolsuzluklara karşı başlatılan doğan sivil inisiyatife mensup bir oluşumun bir devamı olarak siyasi partiye evrildi. Bu oluşumun liderlerinden Arvind Kejriwal, sistem içinde aktif olarak mücadele vermek için siyasi parti kurduklarını söylüyor. Bu partinin çarpıcı çıkışının en bariz ifadesi ise geçen Aralık ayında yapılan Delhi yönetim çevresinde üstünlüğü sağlamış olması. Siyasi parti oluşumundankısa bir süre sonra Başkent Delhi yönetimini ele geçirmesi partinin olağanüstü çıkışı olarak yorumlanıyor. Ve geleneksel iki partili Hindistan siyasetine yeni bir soluk getireceği yönünde tahminler yapılmasına neden oluyor. Bu süreçte din ve etnik ayrımcılık yapmaması ile ülke siyasal yaşamında bugüne kadar egemen olmuş kabulleri yıkmaya başladığı şeklinde yorumlanıyor. Ayrıca, pek çok sorunlarla boğuşan şehir halkını rahatlatmak amacıyla elektrik ve su ücretlerinde indirim yapmasıyla dikkat çeken politikalara imza attı. Bu ve benzeri politikaları ile mevcut Kongre Partisi ile muhalefeti oluşturan bir alternatif bir siyasi yapılanma olarak halk nezdinde bir karşılık bulduğunu söylemek mümkün. Sivil toplum, genç şehirli seçmenin iltifat gösterdiği AAP, aynı zamanda güçlü Hint diasporası için de cazibe merkezi oluyor. Bu anlamda partiye önemli bağışların geldiği ifade ediliyor. AAP’nin siyasal yaşama katılımıyla birlikte yukarda sözü edilen kitleler ülkede siyasal bir değişimin hedeflendiği görüşünde. Yılların birikimine sahip Kongre Partisi ile Hindu milliyetçiliğini azdırmaya matuf muhalefetteki Bharatiya Janata Partisi arasındaki yarıştı üçüncü yol AAP olarak gözüküyor. Seçim yaklaştıkça siyasi atmosferin daha da ısınacağı Hindistan’da büyük bir ihtimalle iktidar değişikliği gerçekleşecek. Ancak şimdiden bunun hangi yönde evrileceğini kestirmek ise zor.

17 Ocak 2014 Cuma

Myanmar ASEAN dönem başkanlığında / Myanmar Chairs ASEAN

Mehmet Özay                                                                                                                   17 Ocak 2014

Myanmar ASEAN’a ev sahipliği yapıyor. Birliğe 17 yıl önce üye olan Myanmar’ın bu ilk dönem başkanlığı olmasıyla dikkat çekiyor. Ülkenin kuzeyindeki tarihi ‘Bagan’ şehrinde dün başlayan üst düzey yetkililerin katıldığı toplantının ardından bugün Dışişleri Bakanları toplantısı düzenleniyor. Söz konusu bu toplantı, Myanmar yönetiminin reform sürecinde uluslararası faaliyetlere ev sahipliğinde önemli bir aşama olarak değerlendiriliyor. Yakın geçmişte “Doğu Asya Dünya Ekonomi Forumu” ve “Güneydoğu Asya Oyunları”na ev sahipliği yaptığına dikkat çeken Myanmarlı otoriteler, ASEAN toplantısının da altından kalkabileceklerini ileri sürüyorlar.

Öte yandan, dönem başkanlığı çerçevesinde Myanmar yönetimine kimi uyarılar gelmiyor değil. Özellikle 2012 yılında Kamboçya’nın dönem başkanlığı sırasında, Çin’in nüfuzuyla ASEAN tarihinde ilk defa sonuç bildirgesi açıklanamamış olması hatırlatılıyor. Çin’in, Mekong Bölgesi’nde güçlü ekonomik ilişkileri ve bu bölge devletlerinin görece zayıf siyasi yapıları, söz konusu yönetimleri kimi manipülasyonlara ve yönlendirmelere açık kılıyor. Bu nedenle, Çin’in Myanmar’daki güçlü ekonomik faaliyetleri bu dönem başkanlığı sırasında kimi istenmeyen gelişmelere konu olabileceği ihtimali üzerinde duruluyor. Bu noktada, belki Myanmar’ın bir ikilem içinde olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bir yanda Batılı devletlerin ve ulusaşırı şirketlerin desteğini arkasına almış bir Hükümet ve iş çevreleri öte yanda, Çin gibi bölgede etkin olan bir güç... Myanmar yönetiminin, özellikle ASEAN dönem başkanlığı sırasında bu ikilemi sürekli yaşayacağını ileri sürebiliriz.   

Myanmar’daki Dışişleri Bakanları toplantısı temelde 2015 yılındaki Ekonomik İşbirliği’ne hazırlık anlamı taşıyor. Bununla birlikte sabah açılış konuşmasını yapan Myanmar Dışişleri Bakanı Wunna Maung Lwin, bölgede süre giden son gelişmelere, özellikle de Tayland ve Kamboçya’daki siyasi krizlere dikkat çekti. ASEAN’da süreç Ekonomik İşbirliği’ne doğru giderken, aslında bir yandan da kimi kaygılar devam ediyor. Dünyanın gözünün üzerinde olduğu bölgede insan hakları, ‘klan’ temelli siyasi yapılanmalar, yolsuzluklar vb. kadar ASEAN topluluğunun sosyo-kültürel bağının dahi gerçekleştirilememiş olması gündeme getirilen konular arasında yer alıyor. Myanmar Dışişleri Bakanı’nın çevre ülkelerini değerlendirirken, kendi ülkesindeki insan hakları, etnik ayrımcılık gibi alanlardaki ‘günah defterini’ açmaması dikkat çekici. Bunu gündeme getirmekte kimi ‘bağımsız’ uluslararası kuruluşlara düşüyor.

Bu çerçevede, bölge ülkelerinin ne kadar ‘birlik ruhunu’ yakalabildiği de sorgulanırken, toplantılarda hedef dünyada ASEAN’ın giderek güçlenen bir yapı olduğunu kanıtlamak. Bunun temel ayağını da ekonomi dışında başka bir şeyin oluşturamadığı da gerçek. Tabii bu noktada, ‘Birlik Anlaşması’nda yazılı ve halen geçerliliğini koruyan “diğer ülkelerin içişlerine karışmama” maddesi üye ülkeleri diğerleri üzerinde siyasi angajmanlara girmeyi engelliyor. Her ülkenin kendi sorunları ile yüzyüze kaldığı bir ortamda, ASEANlılık ruhunu ne siyasi ne de toplumsal anlamda ortaya koymak en azından şimdilik pek de mümkün gözükmüyor.

Myanmar, 2011 yılında cunta rejiminin sivil yönetime evrilmesiyle birlikte, uluslararası medya tarafından vaatler ülkesi olarak gündeme geldi. Bu süreçte, Batılı ve de Batı sistemine endeksli Doğulu devletlerin ve ulusaşırı şirketlerinin önemli yatırım alanı olarak dikkat çeken Myanmar, bir anlamda bölgenin yükselen yıldızı konumuna yerleştirildi. Ekonomi temelli bu yaklaşımda dünyada yaşanan ekonomik krizden çıkışı sağlayacak alternatif kaynak arayışları, Myanmar’ın henüz bakir yer altı ve yer üstü zenginliklerini paylaşma hırsı, ucuz iş gücü pazarı ve de tüketimci kültüre endekslenmeyi bekleyen kalabalık nüfusu gibi faktörleri göz ardı etmemek lazım.

Bugüne kadar, Myanmar’da, özellikle çeşitli etnik azınlıklarla çatışma bölgelerindeki sorunları gidermeye yönelik programlarına dikkat çekildi. Bu gruplara mensup siyasi tutukluları salıvermesiyle, medya üzerindeki baskıların kaldırıldığı yönündeki ifadelerle bir anda kimilerince özgürlükçü açılımların hızla ilerlediği yanılsamasına neden oldu. Bu süreçte, başka Rakin Eyaleti’nde yaşayan Arakanlı Müslümanlar olmak üzere ülkedeki Müslüman azınlığa yönelik baskı, şiddet ve yok sayma konularında kayda değer bir çaba ortaya konamadığı gözleniyor. Mart ayında yapılması plânlanan Sivil Toplum Forumu, diğer azınlıklar konusu kadar Arakanlı Müslümanlar konusunun da ne denli ciddi bir şekilde ele alındığı ve çözümler noktasında ne gibi ciddi adımlar atıldığı ve atılacağının sınanacağı bir süreç olacak.

Muhalefet lideri konumundaki Suu Kyi’nin on beş yıl süren ev hapsi sona ererken, ara seçimlerde Parlamento’ya seçilmesi sağlandı. Ülke iç siyasetinde bunlar olurken, bölgesel değişim sürecinde Myanmar’ın ne gibi katkı sağlayabileceği tartışılıyor. Bununla birlikte, üyesi olduğu ASEAN’da dönem başkanlığını yürütmesi kimi çevrelerde ülkedeki reform sürecini destekleyeceği düşüncesiyle dikkat çekiliyor.

Myanmar’ın dönem başkanlığı, sadece ülkedeki reform sürecinin devam ettiği sürece değil, aynı zamanda ASEAN içerisinde de köklü bir yapılanma olarak dikkat çeken 2015 Ekonomik İşbirliği arefesinde hazırlık sürecini yönetme sorumluluğu ile gündemde. Bununla birlikte kimi gözlemciler, Myanmar’a, Birliği söz konusu ekonomik işbirliğine hazırlama sorumluluğu verilmesine gereğince fazla umut bağlanmasının yanlış olduğuna vurgu yapıyor. Bu yaklaşımın bir yanında Myanmar’da yapısal unsurların eksikliği kadar, ülke içinde gerekse ASEAN bünyesinde insan hakları, azınlık meseleleri, dini özgürlükler kadar teritoryal hak iddiları gibi hâlâ çok temel sorunların halledilememiş olmasından kaynaklanan nedenler başı çekiyor. Cunta rejiminini ürünü anayasanın ülkenin gerçeklerine aykırı yapılanmasının aşılamamış olması kadar, mevcut sivil yönetimin halen ‘nonimal’ olarak adlandırıldığı da unutulmamalı.

Devlet Başkanı Thein Sein, 2015 yılındaki Genel Seçimler yaklaştıkça ve de Batı’dan gelen tepkilere paralel olarak “ulusal, ekonomik ve sosyal ihtiyaçlar dikkate alınarak Anayasa’da değişikliklere gitmenin yerinde olduğunu” açıklaması gündemde yer alıyor. Anayasa çalışmalarında ise önceliğin, Suu Kyi’nin başkanlık adayının önündeki engelin kaldırılmasına yönelik olduğu dikkat çekiyor. Anayasa, devlet başkanı ve devlet başkan yardımcısı gibi üst düzey görevlilerin ailelerinde yabancı milletten kimse olmaması şartı taşıyor. Yıllar önce bu şart Suu Kyi’nin devlet başkanı olma girişiminin önünü almak için Anayasa’ya konmuştu. Bugün de gene Suu Kyi’e devlet başkanı olmasının önünü açacak en önemli değişiklik olarak gündeme taşınıyor. Tabii Anayasa değişikliğini gerçekleştirecek Parlamento’da %75’inin desteğinin alınması şart. Ancak iş bununla bitmiyor... Geri kalan ve ordu mensuplarına ayrılmış %25’lik kesimin ise veto etme hakkı bulunuyor. Aslında bu bile demokratikleşme yolunda önemli adımlar attığı ileri sürülen Myanmar’da ordunun sivil siyaset üzerindeki hegemonyasının ciddi şekilde devam ettiğinin bir göstergesi. Bu engeller karşısında Suu Kyi ve muhalefet anayasa’da gerekli değişmeler yapılmadığı taktirde 2015 seçimlerini boykot edeceklerini çoktan ilân ettiler bile. Ancak unutulmamalı ki, Myanmar’da adına demokratikleşme süreci denilen yapılaşmada merkezi yönetimin, ‘çevre’de, en azından bugüne kadar görmek istediği tek isim olan Suu Kyi’nin Arakan Müslümanları meselesindeki tavrından ötürü sadece Müslüman kitle nezdinde değil, diğer azınlıkların haklarının savunulması konusunda Naypyidaw yönetimi karşısında sergilemekten kaçındığı siyasi duruşdan ötürü de çok çeşitli gruplarca eleştirildiği unutulmamalı. ASEAN dönem başkanlığı Myanmar’daki açılımların daha farklı evrelere taşınmasında kayda değer bir rolü olabilir. Ancak Myanmar’ın bu süreçte ASEAN’ın gelişmesine ne denli katkı yapabileceği ise oldukça şüpheli. 

http://www.dunyabulteni.net/asya/286641/myanmar-aseanin-yeni-donem-baskani-oluyor

14 Ocak 2014 Salı

Jubir PA: Buku Mehmet Ozay Bukti Pengakuan Dunia untuk Aceh

Banda Aceh                                                                                                                       14 Januari 2014

Juru Bicara Partai Aceh (PA) Fachrul Razi mengatakan bahwa buku sejarah hasil penelitian Mehmet Ozay berjudul “Kesultanan Aceh dan Turki – Antara Fakta dan Legenda", merupakan bukti pengakuan dunia terhadap sejarah Aceh.

“Ini luar biasa, inilah buku terbaik untuk sejarah Aceh yang ditulis pada tahun-tahun awal abad XXI, ini adalah bukti bahwa sejarah kegemilangan Aceh bukanlah dongeng,” kata Fachrul Razi, di Banda Aceh, Selasa, 14 Januari 2014/12 Rabiul Awal 1435 H.

Fachrul mengucapkan terima kasih atas perhatian Mehmet Ozay yang merupakan seorang peneliti independen sekaligus sosiolog muslim asal Istanbul, Turki, terhadap kebenaran sejarah Aceh sehingga bersedia menuliskan sebuah buku tentangnya.

Fachrul mengharapkan, kedutaan Turki untuk Indonesia sekarang supaya melakukan sesuatu para untuk melestarikan bukti sejarah hubungan Antara Aceh dan Turki di masa Ottoman yang masih tersisa sekarang.

“Dr Mehmet Ozay telah memulai langkah baik itu, ditambah peluncuran buku tersebut sebagai bentuk peringatan tsunami Aceh ke 9, yang dilaksanakan di ACC Sultan II Selim, Banda Aceh, pada 26 Desember 2013, merupakan sebuah kepedulian yang luar biasa dari saudara tua Aceh, Turki,” kata Fachrul

http://www.peradabandunia.com/2014/01/jubir-pa-buku-mehmet-ozay-bukti.html

Tayland’da Muhalefet Baskısı Sürüyor / Opposition Pressure is Ongoing in Thailand

Mehmet Özay                                                                                                                   14 Ocak 2014

Tayland’da çeşitli aralıklarla inkitaya uğrasada, son sekiz yılda varlığını hissettiren siyasi kriz farklı bir evreye doğru gidiyor. Bu noktada, Suthep Thaugsuban yine iş başında... 2010 yılında 90 kişinin öldürülmesinden sorumlu tutulanlar arasında bulunan, geçen Kasım ayında başlayan gösterilerin organizatörü olarak öne çıkan ve akabinde Demokrat Parti başkan yardımcılığından istifa eden Suthep bugün yine geniş kitlelere önderlik ediyor. Hükümetin seçim kararı almasına rağmen, kurumsal yapıyı hiçe sayan Suthep önderliğindeki ‘Halk Konseyi’ adlı oluşum seçimlere Başbakan Yingluck’sız gitmede kararlı. Yingluck’ın görevden ayrılması ve yönetimi “Halk Konseyi”ne devretmesini istiyorlar. Amaçları sadece Yingluck değil, 2001-2006 yıllarında Başbakanlık yapan Thaksin Shinawatra da bulunuyor. Ülkenin mevcut demokratik süreçleri içerisinde 2011 yılında göreve gelmiş olan Yingluck’a ve de hükümete yönelik bu protestoların ardında yurt dışında sürgündeki abisi Thaksin’in ‘sözcülüğünü’ yaptığı, Thaksin’in perde arkasından hükümeti yönlendirdiği suçlaması bulunuyor.

Oysa, Thaksin’in hakkında verilmiş yargı kararı olsa da, bunun sadece Thaksin’i bağlayacağı aşikâr. Ancak, muhalefet çevrelerinin, Başbakan Yingluck’ı bu suçlamaya itmesine sebep, Ekim ayındaki anayasa düzenlemesinde Thaksin’e ‘özgürlük’ bahşeden karar gösteriliyor. Kimi çevreler iktidar partisi milletvekillerinin desteğiyle gündeme gelen Af Yasası’nın, ülkenin en karanlık dönemlerinden biri olarak tarihe geçen 2010 yılında yaşananlardan o dönem Başbakan Abhisit Vejjajiva’nın da içinde olduğu iktidardaki Demokrat Parti’nin önde gelenlerinin bulunduğu tüm sorumluların affını içermesiyle aslında bir tür ‘siyasi rüşvet’ olarak da yorumlamıştı. Buna rağmen, parlamentodaki görüşmelerde Demokrat Parti yasayı onaylamaya yanaşmadı. Aslında bu süreç, bir tür toplumsal konsensüs şeklinde değerlendirilerek farklı bir evreye taşınabilir ve ülke siyasal yaşamında görece rahatlama ve istikrara doğru yol alınabilirdi. Ancak buna engel köklü sosyo-siyasi bağlamlar olduğu biliniyor…

Suthep ve peşinden giden muhalif kitlenin, Shinawatra ailesini sadece ülke siyasetinden değil, ülkeden de kovmak için Kasım ayında başlattığı girişimlerin ardından Kral’ın, ordunun ve de kimi sivil toplum örgütlerinin girişimiyle iktidar ve muhalefet arasında anlaşma çabaları sonuç vermemişti. Gerek sokak gösterilerin lideri konumundaki Suthep, gerekse muhalefetteki Demokrat Parti’nin bildiği ve de tahammül edemediği gerçek, olası bir genel seçimde Yingluck’ın yeniden Başbakan seçilme şansının yüksek oluşudur. Bu sürece, Yolsuzlukla Mücadele Kurumu üzerinden yargının da müdahaleye hazırlandığı yönünde gelişmeler yaşanıyor. Yolsuzlukla Mücadele Kurumu, geçenlerde parlamento’daki çoğunluğu iktidar partisinden olmak üzere 308 milletvekilinin görevlerini kötüye kullandıkları gerekçesiyle soruşturma açmıştı. 

Bu süreçte, Yingluck hakkında yeterli kanıt olmadığı açıklandı. Bu girişim, Başbakan ve hükümeti yargıyı devreye sokarak işlevsiz hale getirmek. Böylece, demokratik yollarla siyasi gücü ele geçiremeyen monarşi ve destekçileri dolaylı yolları devreye sokarak ülke siyasetinde belirleyici olmaya çalışıyor. Benzer bir sürecin 2006 seçimleri sonunda da o dönem Thaksin’in başında olduğu “Thai Rak Thai” partisine karşı da gerçekleştirildiği hatırlandığında bu gelişme hiç de sürpriz değil aslında. 2 Şubat’taki seçimleri önlemeye yönelik bir hamle de Demokrat Parti’den geldi ve parti sözcüleri seçimleri boykot ettiklerini açıkladılar. Bununla birlikte merkezi Singapur’da bulunan Kontrol Risk Grubu adlı bir araştırma kurumu yetkilileri, 2006 yılındaki gelişmelerin aksine bu kez diğer siyasi grupların seçimi istediğini ve büyük bir değişiklik olmadıkça 2 Şubat seçimlerinin yapılabileceğini belirtiyor.

Dünden itibaren başkent Bangkok’un belli başlı bölgelerinde ortaya konan gösterilerden amaç başkentte hayatı durdurmak, bir anlamda dünyaya kapatmak. Bu noktada hedefe ulaşılmakta olduğu söylenebilir. Başkentte otellerin ve alışveriş merkezlerinin bulunduğu dev caddeler trafiğe kapanırken, okullar da tatil edildi. Aynı zamanda, kamu binalarının da işlerliğini ortadan kaldırmaya yönelik ‘hamleler’ gündeme geliyor. Halkın olası gelişmelere karşı önlem olarak gıda stoğu yaptığı belirtiliyor. Dünkü gösterilerde polisin ateş açması sonucu ona yakın kişi hayatını kaybederken yaralananlar da var...

Yeni başlayan sokak gösterileri dalgası bitmemiş bir hesabı yeniden gündeme taşıyor. O da Yingluck’u mümkün olduğunca çabuk bir şekilde yerinden etmek. Kasım ayındaki gösterilerin ardından hükümet işlevsizleşirken, Yingluck’un ‘erken seçim’ manevrası karşısında görece stratejik üstünlüğü kaybeden muhalefet güçleri bu kez yeniden sokak gösterileri ile yarım kalmış işi bitirmeyi hedefliyor. Böylece işlevsizleşen hükümetten sonra, bu sefer ülkeyi genel seçimlere taşıyacak olan Yingluck başkanlığındaki geçici hükümeti devirme yolunda belki de son çabaları ortaya koyuyor. Bunu da Yingluck’ı istifaya zorlayarak yapma niyetindeler. Hükümet bugüne kadar gerçekleştirilen gösterilere karşı polis gücünü tedrici olarak kullanırken, orduyu göreve çağırmadı. Ordu sözcüleri de ‘sivil’ siyasetteki gelişmeleri izlemekle yetindiklerini, ancak taraflar arasında çatışmalar baş göstermesi halinde sokağa çıkabilecekleri sinyalini vermekten de geri kalmadı.

Peki bu ikinci gösteri dalgası da hedefine ulaşmaz, yani Yingluck Başbakan olarak seçimlere girer ve seçimlerde başkanı olduğu “Pheu Thai Partisi” yeniden parlamentoda çoğunluğu alırsa ne olacak? İşte bu muhalefetin, Demokrat Parti’nin kesinlikle istemediği bir durum. Gözlemciler bu noktada bugüne kadar pek de sokağa çıkma eğilimi sergilememiş olan Kırmızı Gömleklilerin, yani Shinawatra ailesi yanlılarının da, sokağa çıkmalarının an meselesi olduğunu vurguluyor. Şayet böylesi bir tepki doğarsa, tıpkı 2010’daki gibi gösteriler gündeme geleceği, seçim arefesinde sokakların kana bulanacağı ve ülkenin yeni bir kaosa doğru evrileceği görüşü hakim. Bu noktada bir sivil savaş ihtimali söz konusu... Suthep, böyle bir şeyin ortaya çıkması halinde gösterileri sona erdireceğini söylese de, bugüne kadarki ortaya koyduklarından hareketle bunun inandırıcı olduğunu söylemek güç. Kaldı ki, Kasım ayından beri başını çektiği gösterilerin yasal zemini bulunmaması, şayet ‘haklar’ nezdinde konuşulacak olursa toplumsal karşılığının da sorunlu olduğu dikkate alındığında, zaten bu gösterilerin meşruiyetine halel getirmeye yetiyor... Suthep, mevcut kuralları içerisinde ülke demokrasisine şu veya bu şekilde katkı yapmak yerine, toptan reddiyeci bir tutum takınmakla zaten potansiyel olarak böylesi bir sivil ayrışması -henüz ‘kan’ boyutuna taşınmasa da- ortaya koymuş durumda. 

Aslında bu nokta son derece kritik... Sadece bir seçim veya bir siyasi liderin varlığına endekslenmeyecek devam eden bir değişim süreci söz konusu. O da, ülkenin köklü siyasi eliti ve monarşinin siyasal yaşamdaki başat gücü karşısında sözü sahiplenme en azından paylaşma istidadı gösteren bir kitlenin bu talebinden vazgeçip geçmeyeceği meselesi.

Güneydoğu Asya’daki genel değişim eğilimlerine paralel olarak Tayland’ın 1980’li ve de daha çok 1990’lı yıllarda ortaya konan ‘kalkınma’ hamleleri ile toplumsal sınıflarda farklılaşmanın, bir tür yenilenmenin meydana gelmesiyle bunun siyasi alana yansıması görülüyordu. Bu değişim, kendisini 1990’ların sonlarına doğru Thaksin’in önce iş dünyasında, ardından da merkez siyasette varlığıyla kanıtladı. Thaksin’in hitap ettiği kesimlerin merkez siyasette, iş ve toplumsal çevrelerde elde ettiği elde ettiği ‘görece’ başarıdan feragat edecekleri düşünülebilir mi? Bu kitle 2010 yılında bu feragatta bulunmayacaklarını kanıtladığını biliyoruz. Bu çerçevede 14 yıldır süren mücadelenin nasıl bir seyir izleyeceği merak konusu.

Bu bağlamda, Başbakan Yingluck devam eden bu gösteriler sırasında tüm meydan okumalara rağmen, siyasi varlığını devam ettirmeye gayret ediyor. Seçim Komisyonu geçen Cumartesi günü yaptığı açıklamada, kimi seçim bölgelerinde adayların kayıt yaptıramadığını ve 2 Şubat’taki seçimlerin 4 Mayıs’a ertelenmesi yönünde tavsiye kararı aldı. Yingluck bu kararın görüşülmesi amacıyla, tarafları yarın yapılacak toplantıya davet etti. Güneydoğu Asya’daki siyasi ve sosyal alanlarda araştırmalarıyla tanınan Uluslararası Kriz Grubu temsilcileri ise, seçimlerin ertelenmesinin veya geniş kitlelerin seçim sandığına gitmesinin engellenmesinin ülkedeki kaosu daha da artıracağı endişesini dile getirdi. Seçimler olsun ya da olmasın ülkede siyasi tansiyon düşecek gibi gözükmüyor.    


11 Ocak 2014 Cumartesi

ARAF’TA BİR TOPLUM ARAKAN

Mehmet Özay                                                                                                                                                                            11.01.2014

             Myanmar’da Rohingya Konusu: Çözümler

http://istanbul.mazlumder.org/webimage/arafta-bir-toplum-arakan-kitabi.pdf

10 Ocak 2014 Cuma

Başbakan Erdoğan’ın Malezya Ziyareti / PM Erdoğan’s Visit to Malaysia

Mehmet Özay                                                                                                                 10 Ocak 2014

Başbakan Erdoğan, Japonya ve Singapur ziyaretinin ardından Malezya’da. 6-11 Ocak tarihlerinde Uzak Doğu’dan Güneydoğu Asya’ya uzanan bir resmi seyahat... Bu ziyaret, Malezya Başbakanı Necib bin Razak’ın 2011 yılı Şubat ayında Türkiye’ye yaptığı ziyaretin bir karşılığı olarak da değerlendirilebilir. Başbakan ve heyeti taşıyan uçak Perşembe akşamı saat 20.05 sularında Kuala Lumpur’a ulaştı. Cuma sabahı Malezya’nın yönetim merkezi Putrajaya’da resmi törenle karşılanan Başbakan Erdoğan ve mevkidaşı Malezya Başbakanı Necib bin Razak ikili görüşmelerde bulundu. Aynı zamanda heyetler arası görüşmelerde gerçekleştirildi. Ziyaret çeşitli programlarla devam edecek. Bu ziyaret ne anlam ifade ediyor? Malezya’da görüştüğümüz akademisyen ve sivil toplum liderleri iki ülke arasındaki ilişkilerin 50. Yılı’na tekabül etmesi dolayısıyla ayrı bir önemi olduğuna vurgu yapıyorlar.

Aslında Malezya-Türkiye ilişkilerini sadece iki ülke perspektifinde değerlendirmek yanlış olur. İki ülkenin ‘hinterlandı’ diyebileceğimiz geniş bir coğrafya hem Ortadoğu/Afrika/Orta Asya, hem de Malay dünyası/ASEAN’dan bahsetmek günümüz jeo-politik koşullarında hiç de gerçekdışı olmayacaktır. Bu nedenle iki ülke yetkililerinin söz konusu bu ziyareti bu bağlamlardan ele almasında fayda var. Tabii ilişkilere bu boyutta bakabilme vizyonu için yukarıda zikredilen bu iki hinterlanda dair kayda değer tarihi, jeopolitik, sosyo-kültürel değerlendirmelerin çoktan yapılmış olması ve de var olanların gelişmelere göre güncellenmesi gerekir. Bu süreçte üniversitelerin, araştırma kurumlarının, kimi devlet kurumlarının, STK’ların ve de bürokrasinin sağlıklı yaklaşımları olmadan ve de bu yaklaşım senkronizasyonu sağlanmadan rol alabilmek mümkün değil. Bu alanlardan birinin ‘ıskalanması’ halinde, diğerlerinin çabalarının da kayda değer bir zedelenmeye maruz kalacaktır. Bu anlamda ayrıştırıcı ve dışlayıcı değil, bütünlükçü bir yaklaşıma her zamankinden fazla ihtiyaç olduğu ortada. Bu yaklaşım tarzının neye tekabül ettiğine aşağıda kısmen değineceğim.

Tabii birkaç yıl önce gündeme getirdiğimiz hususu yeri gelmişken bir kez daha hatırlatmakta fayda var. Türkiye’de Malay Kültür Tarih ve Medeniyeti adıyla herhangi bir bölüm, araştırma kurumu olmadan, Malezya’da bunun mukabili Türk Kültür Tarih ve Medeniyeti gibi bir bölüm açılmadan bu işlerin nasıl gerçekleştirileceği önemli bir sorun. Kendisiyle görüştüğümüz Malezya Teknoloji Üniversitesi İslam Bilim ve Medeniyetleri Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Wan Muhammed Nur Wan Daud da benzer kaygıları dile getirdi. İlişkilerin salt ekonomik temelli olmaması gerektiği eğitim ve kültür alanlarında da kapsamlı işbirliklerine ihtiyaç olduğuna vurgu yaptı. Aradan geçen yarım yüzyıla rağmen, akademik çevrelerin bu ve benzeri alanlara halen yabancı kalmaları, iki ülkeyi ayrı ayrı ve birarada ele alacak araştırma kurumlarının olmaması önemli bir algı yanlışlığından kaynaklanıyor. 

Bununla tezat teşkil edecek şekilde medyada bu ziyarete dair değerlendirmeler, elli yılda olup bitenler, sorunlar, başarılar, gelecek elli yıl için öneriler bir yana haberlere dahi rastlamak güç. Öyle ki, resmi görüşmelerin ardından liderlerin basın açıklamaları sırasında soru-cevap bölümünün olmaması bile fiyasko. Ellinci yılına varılan ilişkiler, son dönem bölgesel yani Güneydoğu Asya perspektifi, bölge Müslümanlarının ahvali, Hint Okyanusu/Malaka Boğazı/Güney Çin Denizi su yolunda ve enerji havzalarında neler olup bittiği vb. sorular Malezya’yı ve Türkiye’yi ilgilendirmiyor mu? Sorulacak onlarca soru varken  ve de inanıyoruz ki, Başbakan Erdoğan’ın ve de Başbakan Necib Bin Razak’ın cevap vermekten memnun olacağı konular dururken neden soru cevap bölümü olmadığı sorgulanmalıdır. Bunu salt bir kayıtsızlık olarak değerlendirerek geçiştirmek mümkün değil. Bu dahi kendi başına üzerinde kayda değer araştırmalar yapmayı gerektiren bir husus.

Girişte ifade ettiğimiz üzere bu ziyaret, 1963 yılında temelleri atılan yarım yüzyıla dayanan bir geçmişin üzerine gerçekleşiyor. Ancak Başbakan Erdoğan’ın ve heyetin bu ziyaretini, geçmişe bakışın ötesinde gelecek vaad eden ve bu anlamda yeni başlayacak ikinci yarım yüzyıl ilişkilerinin ilk safhası olarak değerlendirmek daha doğru olur. Böyle bir vizyonla bu ziyarate ve etkilerine bakmak, bir yanda İslam coğrafyası denilen bütünün neredeyse batısından doğusuna iç ve dış kaynaklı sorunlarla boğuştuğu bu dönemde yapıcı ve düzenleyici ilişkilere kapı aralamak, öte yandan ASEAN gibi dünyanın gözünün üzerinde olduğu bir bölgede Türkiye’nin gelecek elli yılda ne türden rollere aday olabiliri düşünmek gerekir.

Ancak burada bu ziyaret çerçevesinde hangi alanların geliştirilmeye matuf olduğuna bakmakta fayda var. Kaçınılmaz olarak enerji, ticaret ve yatırım, turizm, inşaat sektörü, İslami Finans, otomotiv sanayi, halklar arası kültürel bağlam gibi konvansiyonel alanların dışında afet yardım mekanizması, küçük-ve orta ölçekli işletmeler üzerine araştırma-uygulamalar, Helâl Gıda’yı da içeren gıda güvenliği, savunma sanayii, alternatif enerji üretimi vb. geliştirilmesine vurgu yapılmalıdır. Bu alanlardan Helâl Gıda, İslami Finans, alternatif enerji gibi alanların küçümsenmemesi, aksine ciddi kurumlar vasıtasıyla ilk elden işbirliklerinin geliştirilmesinde fayda var. Adı ‘İslami’ olsa da nihayetinde ‘paranın’ konuştuğu bir finans sektöründe bölgede Singapur, Avrupa’da da İngiltere’nin son birkaç yılda ne tür bir yaklaşım sergiledikleri biliniyor. Singapur, Ortadoğu’daki en önemli ticaret ortağı Suudi Arabistan’la bölgede de Malezya ile İslami Finans konusunda çabalara ağırlık verirken, İngiltere Başbakanı David Cameron da geçen yılın sonlarına doğru yaptığı açıklamada Londra’yı İslami Finans merkezi yapmak istediklerini açıkça dile getirmişti.

Başbakan Necib bin Razak’ın Türkiye ziyareti sırasında gündeme gelen savunma sanayii işbirliği halen geliştirilmeyi bekleyen önemli bir alan gibi gözüküyor. Özellikle kendisiyle görüştüğümüz Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi Başkanı Tan Sri Rastam Muhammed İsa, geçen yıl Şubat-Mart aylarında Sabah Eyaleti’ne yapılan Sulu Sultanlığı’na bağlı olduğu açıklanan gerillaların çıkartmasına atıf yaparak, bu ve benzeri gelişmeler karşısında Malezya’nın savunma alt yapısını Türkiye ile gerçekleştireceği ilişkilerle sağlamlaştırabileceğine vurgu yaptı.

Gündemin ekonomik ilişkiler bağlamına oturtulması bir ölçüde anlaşılabilir. Ancak ilişkiler ağını ‘maddeci’ algı ve algılatmalara yönlendirmek hiç kuşku yok ki, büyük fotoğrafın görül(e)mediğini ortaya koyar. Bu bağlamda kendileriyle sık sık görüştüğümüz Malezya akademisi ve sivil toplum liderleri, iki ülke arasındaki ilişkilerde “halklararası” ilişkilerin öncellenmesi, en az ekonomik ilişkiler kadar yer verilmesi kanaatini açık ve net dile getiriyorlar. Örneğin, Malezya’nın doğduğu yer Cohor Eyaleti başkenti Cohor Bahru ile İstanbul’un kardeş şehir olma özelliklerinden hareketle bile ciddi birlikteliğin önünü açacak girişimler olabilir. Bu noktada, söz konusu çevrelerin kaygılarına tekabül edecek kaygılara sahip yetkililer bulmakta fayda var. Veya bu yetkililerden bu kaygıları azami ölçüde dikkate almalarını beklemek değil, bunu realize edecek süreçleri harekete geçirmekte bir zorunluluk arz ediyor. Bu çerçevede, görüşmelerde Türkiye’de Malezya yılı, Malezya’da da Türkiye yılı ilan edilmesinin gündeme gelmesi bu anlamda olumlu bir girişim. Hazırlıkların ve çalışmaların nasıl sonuç vereceğini de birlikte izleyeceğiz.

Bu çerçevede, her iki ülkenin ortak özellikleri derken atıf yapılan nokta Müslümanlık olduğu ortaya çıkarken, halklararası ilişkilerin karşılığının da bununla ilintili olması kadar doğal bir durum yok. Herhalde bunun sembolik ifadesinin Başbakan Erdoğan’ın, Malezya Başbakanı Necib bin Razak’ı ‘kardeşim’ olarak hitap etmesiydi. Halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan ve parlamenter demokratik değerleri benimsemiş, görece istikrarlı bir yapıya sahip, son bölgesel ve küresel ekonomik krizlerden en az zararla çıkmış iki ülke gündeme getiriliyor. Kimi aydınlara, Malezya’nın neye tekabül ettiğinin sorduğumuzda aldığımız şu unsurlar öne çıkıyor: ekonomik rezervleri güçlü, ekonomik istikrarı sağlayabilmiş, son derece düşük işsizlik oranlarına ulaşmış, enflasyonu kontrol altında tutabilen, özellikle son otuz kırk yıl içinde yoksulluğun önemli ölçüde azaltılması oluyor. Dr. Chandra Muzaffer’in dediği gibi sorunlar olmakla birlikte iki ülkede demokrasi ‘etosunu’ geliştirmeye gayret ediyor. Bu özellikleri ile dikkat çeken Türkiye ve Malezya’nın bir yandan Birleşmiş Milletler, öte yandan D-8, G-20 içinde sadece ikili bağlamlarda değil, bölgesel ve küresel özellikle de az gelişmiş ülkelerin sosyal ve ekonomik kalkınmışlıklarında yerli halkların varlığını, düşünce yapısını da dikkate alarak oynayabilecekleri roller elbette ki var.

Her iki ülkenin bölgesel ve uluslararası arenada işbirliğinin temelleri de temelde yukarıda zikredilen ‘Müslümanlığıyla’ bağlantılı... Öyle ki, bu kökler Malay entellektüel ve akademi çevreleri ile sınırlı kalmayıp, halk arasında da Müslümanlıkla örtüştürüldüğü görülür. Kökleri Malaka Sultanlığı ve akabinde Cohor Sultanlığı ile devam eden -kimi veya çoğu boyutları mitsellikten kurtulamamış da olsa- bir tür tarihi kökler referansı güçlü. Modern dönemde ülke yönetimleri ve uluslararası siyaset bağlamında ele alındıkta, Filistin sorunu, Irak ve Afganistan İşgalleri, Suriye ve Mısır’daki gelişmeler, Myanmar’daki soykırım vb. sorunlara benzer karşılıklar iki ülkenin işbirliklerinin temelleri olarak değerlendirilmelidir. Bu noktada Başbakan Erdoğan’ın gene görüşmeler sırasında Suriye, Mısır ve Güneydoğu Asya’da Myanmar’daki Arakan Müslümanlarının ahvaline dair görüş alışverişinde bulunulduğunu söylemesi önemliydi. Ancak bu hususlarda iki ülkenin sarf edeceği enerjinin kimi ilgili ülkeler nezdinde benzer yaklaşımların tetiklenmesini sağlayacak bir derinlikte olması da kaçınılmaz. Bugün Malezya’nın Mindano ve Patani’de barışı sağlama konusundaki girişimlerinin Türkiye’nin gözlemciliğin ötesinde rol almasını gerektirecek tarihi ve de jeo-stratejik boyutları unutulmamalıdır. Öte yandan, Myanmar’da Arakanlı Müslümanlara yönelik soykırım sürecinde her iki ülke tarafından ortaya konan çabaların sahada ses getirecek şekilde yapılandırılması elzemdir. Henüz görece yeni bir sorun olarak ortaya çıkan, ancak köklü siyasi değişikliklerin ufukta olduğu izlenimi veren Bangladeş bağlamında da acilen aktif rol alınmasında bölgenin sosyo-kültürel güvenliği için kaçınılmazdır.

Yukarıda zikrettiğimiz ‘hinterland’ bağlamı geliştirilmeye matuf olduğu aşikârdır. Bugün Başbakan Erdoğan’ın Malezya ziyareti nedeniyle Güneydoğu Asya hinterlandında kayda değer bir ‘heyecan’ bulunmaktadır. Sadece Malezya’daki değil, aynı zamanda kendi coğrafyalarındaki Patanili, Açeli, Arakanlı, Bangladeşli, Mindanaolu çevrelerde bu heyecanın varlığını yakinen biliyoruz. Bu heyecanla bu çevrelerin Başbakan Erdoğan’la görüşme talepleri olduğuna bizzat şahidiz. Ancak buna karşı gelecek bir yapı ortada var mı? Bu talepleri dinleyecek, bu taleplerin neye tekabül ettiğini idrak edecek bir yapı... Bu yapıyı ortaya çıkartabilecek bir insan gücü, bir kabiliyet merkezi var mı sorularını da hemen peşinen sormakta fayda var.

http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/285873/basbakan-erdoganin-malezya-ziyareti