30 Ağustos 2024 Cuma

Osmanlı Devleti’nde gerilemede saray ve ekonomi ilişkisinin rolü / The role of palace and economy relations in the decline of the Ottoman State

Mehmet Özay                                                                                                                            30.08.2024

Osmanlı Devleti’nin uzun süren gerileme ve ardından, yine süresi azımsanmayacak döneme yayılan çöküş sürecinde, hangi kurumların daha çok sorumlu tutulduğu sorusu önemlidir.

Acaba, ordunun sahadaki maddi mağlubiyetleri mi, saray mı, sivil bürokrasi mi, ekonomi mi, eğitim mi, din(i) kurumlar mı, dış politika mı?

Çoklu sebep

Bu olguların, sosyolojik kurumlar anlamına geldiği hatırlandığında, çöküşün tekli sebepten ziyade, birbiriyle ilintili tüm bu kurumların içinde yer aldığı bütünlüklü bir çöküş sürecini dikkate almak gerekir.

Bu çerçevede, Osmanlı Devleti’nde ekonominin çöküşü meselesine dair, 19. yüzyıl ortalarındaki doğrudan gözlemleriyle, Cevdet Paşa’nın ortaya koyduğu yaklaşım ve tespitler dikkat çekicidir.

Paşa’nın hem, bireysel bir gözlemci hem de, bürokraside giderek yükselen statüsü, dahil edildiği sosyal ve siyasal çevreler, onun sosyolojik yaklaşımlarının geçerliliği konusunda, bize bir fikir verdiğini düşünüyorum.

Saraylı kadınlar icraatı

Cevdet Paşa, 1856 yılını konu alan gelişmelerle ilgili olarak, 13 No’lu Tezkire’ye saraylı kadınların israflarıyla başlıyor...

Bu süreç, 2. Mahmut dönemi sonrasında saraylı kadınlar arasında, bir tür Batılılaşma’nın göstergesi olarak değerlendirilebilecek şekilde, saray dışı yaşam alanlarını keşfetmeleri ve bunun getirdiği tüketim ve zamanla israf ekonomisine dönüşmüş gözüküyor.

İlginç bir şekilde burada, o dönemde ortaya çıkmaya başlayan ‘ferace’ takmanın örneğin, bir dini zorlamanın ürünü değil aksine, saraylı kadınların “arzularının” sonucu ortaya çıktığını da öğreniyoruz...

Herhalde, saraylı kadınlar için, kendilerini dışa vurmanın ve de göstermenin bir yolu olarak, gayet işlevsel bir enstrüman olarak gündeme gelmiş olmalı ferace...

Tabii, bu saraylıların ne tüketip ne tüketmediklerinin detaylarını vermiyor Cevdet Paşa...

Bu tüketimin olası olduğu, “... her yerde gezip yürütmeğe başladılar. Şurada burada türlü rezaletler eder oldular” diyerek kafiyeli bir şekilde gündeme getirdiği hususlar bağlamında, yeni keşfedilen veya dönüştürülen kamusal alanlar ile ilgili vurgusu dikkat çekiyor.

Ekonomi ve ahlâk ilişkisi

Ahlâki tutumunu yansıtacak şekilde de, “Saraylıların bu rezaletleri millet-i İslamiyyeye mucib-i ar-u hacalet olduktan başka ...” belki, bugün pek de kimsenin umurunda olmadığı, hatta pek çok kişinin duyduğunda, reddiye çekecekleri bir ahlâklılığı gündeme taşıyor Cevdet Paşa.[1]

Söz konusu bu olan biteni, yenilikçilik arzusuyla gündeme taşıyan saray elitinin kadın kesiminin, sıradan bireysel gelişmeleri olarak değerlendirmek de mümkün.

Ancak, buna mani olan iki temel husus var.

Sosyolojik olarak, değişimlerin yukardan aşağıya, modellik tesisi ile ilgili husus. Yani, elitlerin yapıp ettiklerinin aşağı tabakalara yayılması...

İkincisi, saraylı kadınlara tahsis edilen meblağların kendi aile gelirleri değil, devletin temel maliyesiyle olan irtibatı.

Bu noktada, Cevdet Paşa’nın yaşananların Osmanlı ekonomisine ne denli darbe vurmakta olduğunu gündeme taşıması, sorunun azınsanmayacak bir düzeyde olduğunu bize gösteriyor.

“... Bir sene zarfında ettikleri borçlar iki yüz seksen sekiz biz keseye baliğ olup, bunun yüz yirmi beş bin kesesi Serfiraz Hanım’ın idi ...”

Bu kese işini, derinlemesine açıklama işini, dünyaca ünlü Osmanlı maliyesi uzmanı hocalarımıza bırakıyorum...

Derinleşen kriz

Cevdet Paşa’nın açıklamasına bakacak olursak, o dönem harcanmakta olan epeyce bir meblağ olsa gerek...

Nihayetinde, “... İşte bu haller devlet-i aliyye’nin muahharen gördüğü müşkiyat-ı maliyyeye mebde’ ve menşe’ olmuştur” demesi, olan bitenin bireysel arzular, istekler ve harcamalarla sınırlı olmadığına işaret ediyor.

Ve de bir karşılaştırma yapıyor...

Kanımca, bu karşılaştırma saray efradının tüketim ekonomisindeki yerlerini göstermesi bakımından kayda değer bir veri içeriyor...

Sultan Mahmud merhumun zamanında saray-ı hümayunun bilcümle masarıfı hiçbir vakitte 1000 keseyi tecavüz etmez iken, ondan sonra refte refte terakki bularak ...”[2] diyerek, harcamalarda birkaç on yılda nereye gelindiğini gösteriyor.

Askeri yenilgiler Tanzimat ilişkisi

19. yüzyılda, sadece saray kadınlarıyla da sınırlı olmayan bir israf ekonomisinin gündeme gelmesinin ardındaki gerçekliğe, kısaca da olsa bakmakta yarar var. 

Osmanlı Devleti’nde ekonomi kurumlarının varlığı ile bunun yönetimi meselesinin, 19. yüzyıl ilk yarısında Tanzimat yani, reform sürecinde ele alınması beklenen önemli meselelerden biri belki de, öncelikli olan bir konudur.

Bu konuya, tarihsel olarak biraz daha geriye giderek bakmakta yarar var...

Orduyu yenileme düşüncesinin ilk örneklerinin, 17. yüzyılda gündeme geldiği ortada...

Aradan geçen gayet uzunca bir süre sonrasında, söz konusu bu düşüncesinin, Tanzimat’la etkin bir kurumsal yapıya büründüğü görülüyor.

17. yüzyıl reform çabasının sadece, askeri yenilgilerle ilgili olmadığı aksine, bu mağlubiyetlerin doğrudan sonucu olarak giderek, siyasal ve toplumsal yapının genelini içine alan genel bir etkiye sahip olduğu düşünüldüğünde, askeriyede reform ile sınırlandırılacak bir yaklaşımın gayet kısır bir girişim olduğuna kuşku yok.

Ancak, burada bir an için durup, şöyle bir düşüncenin varlığının da, mümkün olduğunu söylemek mümkün...

O da, Osmanlı saray çevreleri ile sivil ve askeri elitinin, ordu üzerine konuşlandırdıkları reform çabasının, bir ekonomi-politiğe karşılık geldiğinin bilincinde olduğudur.

Burada, bir tenakuz olmadığını ileri sürebilirim...

‘Gaza’ ekonomisi

Daha açıkça ifade etmek gerekirse, ordu yenilenip, Batı Avrupalı ve Rusya ile mücadelelerde yeniden başarılar kazanılmaya başlanmasıyla, Osmanlı klasik dönemi ‘gaza’ nosyonuyla gelişme gösteren ekonomik yapının, yeniden diriltileceğine olan inançtır.  

Ancak, bu düşüncenin teorik ve pratikte başarıyı getirmediği, aradan geçen uzun dönemin ardından, Tanzimat’la birlikte çok daha geniş kurumsal yapılaşmalarla şekillendirilmek istenen kapsamlı reformla kendini ortaya koymuştur.

Önceki evrelerde, devlet hazinesinin, genel bütçe ile saray bütçesi arasında temel bir ayrıma tabi olmasının anlaşılabilir nedenleri olabilir.

Bu ayrımın, devletin sürekli ‘fetihler’ gerçekleştirdiği dönemlerde, ‘ganimetler’den padişaha düşen payı ile merkez hazinenin ayrışmasının gaza nosyonuna bağlı olarak ‘İslami’ ve de rasyonel bir duruma tekabül ettiği görülüyor.

Bununla birlikte, ‘fetih’ süreçlerinin yerini mağlubiyetlerin alması, ‘gaza ekonomisi’nin yerinin neyin alacağı sorusunun, Osmanlı saray çevreleri ve siyasi elitinde nasıl karşılık bulduğu hususu ilginç bir konu olsa gerek.

İlk bakışta, savaş meydanlarındaki yenilgilerle kalmayan, üstüne üstlük toprak kayıplarıyla da tedrici olarak devletin temel ekonomi politiğine darbe vuran gelişmeler karşısında, devletin önde gelenlerinin, 17. ve 18. yüzyılda ilk nüveleri görülen ‘reform’ çabalarında, gözlerini askeri reforma çevirmelerinin, gaza ekonomisinin güçlü yönüyle bağı olmadığını söylemek güç.

Temelde, reformu askerlerin eline daha etkili silahlar vererek gerçekleştirmenin, kısa sürede savaş meydanlarında karşılık bularak, Osmanlı ekonomisini yeniden dirilteceğinin bir inanç boyutunda olduğunu ifadede bir mahsur olmasa gerek.

Ancak, dini-devlet ekonomi politiğinin bu şekilde yaklaşılmasında bir sorun olup olmadığı ya da bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, bu ekonomi-politiğin dönemin şartları uyarınca kendini yenilebilecek bir yapıya kavuşturulup kavuşturulmayacağının dönemin uleması, sivil ve askeri eliti tarafından, ne denli dikkate alındığı kanımca üzerinde durulmaya değer bir konudur.

Osmanlı Devleti’nin çöküşü meselesinde sosyolojik olarak çeşitli kurumların oynadığı rol, ayrı ayrı değerlendirilebileceği gibi, bunları bütünlüklü bir yaklaşımla ele almak ta mümkündür.

19. yüzyılın ortalarını konu alan anlatısında, Cevdet Paşa bize bunun ipuçlarını veriyor.

Hem saraylı kadınlar, hem -daha önceki yazılarda kısmen dikkat çektiğim üzere- üst düzey bürokratlar arasındaki çıkar çatışmaları ve rekabet, bunun özellikle, Sultan Abdülmecid üzerinde yol açtığı yılgınlık devletin maliyesinin kontrol edilemez bir noktaya taşınmasındaki nihai gelişmelerdir.

Cevdet Paşa’nın derinlikli devlet tecrübesini yansıtan çalışmalarını yeni yorumlamalarla birlikte değerlendirmeye devam etmekte yarar var.

https://guneydoguasyacalismalari.com/osmanli-devletinde-gerilemede-saray-ve-ekonomi-iliskisinin-rolu-the-role-of-palace-and-economy-relations-in-the-decline-of-the-ottoman-state/


[1] Cevdet Paşa. (1960). Tezakir-i Cevdet, (2), Ankara: Türk Tarih Kurumu, s. 3.

[2] Cevdet Paşa. (1960). Tezakir-i Cevdet, (2), Ankara: Türk Tarih Kurumu, s. 4, 8.

27 Ağustos 2024 Salı

Bangladeş’te sorun Demokrasi mi Ekonomi mi? / Is the problem in Bangladesh Democracy or Economy?

Mehmet Özay                                                                                                                            27.08.2024

Bangladeş’te, başbakan Sheikh Hasina’nın kaçışının ardından, ülkede demokratikleşme düşüncesine dair gündemi belirleyen beklentilerin yerini, yavaş yavaş ağır ve katı gerçekler almaya başladı.

Aslında, bu noktada, pek de şaşılacak bir durum bulunmuyor...

Sheikh Hasina sonrası ülkede ‘duruma el koyan’ ordu, geçici hükümetin oluşumuna ön ayak olurken, protestocuların ve de geniş toplum kesimlerinin beklentisi hiç kuşku yok ki, demokrasiye geçiş...

Bunun için, üç aylık sürenin belirlenmiş olmasının sonuçta ortaya ne çıkaracağı merak konusu...

Bu noktada, Bangladeş’deki gelişmeleri anlamlandırabilmek için kimi gözlemciler, ekonomik ve siyasal değişmeleriyle benzerlikler sergileyen Sri Lanka ve Pakistan ile karşılaştırmaları gündeme taşıyor.

Ağır sorun

Ülkenin yakın geçmişindeki demokrasi pratiklerinin doğruluğu ve haklılığı gibi bağlamları göz ardı ederek, gayri safi milli hasılada -o da, tek bir sektörün yani, tekstil üretiminin ağırlığıyla- yaşanan gelişmelere bağlı olarak, ‘gelişmekte olan’ ülke tanımlaması yapmanın hem, protestolar öncesi hem de, protestolar sonrası ele alınmama yanaşılmayan sorunların temelini oluşturduğuna kuşku yok. 

Tıpkı benzeri ülkelerde olduğu gibi, Bangladeş’te de temel problemin belirli yıllarda artış göstene gayri safi milli hasıla ile belirli yıllarda, bir siyasi hareketin/partinin yönetimde oluşunun dışında, toplumsal ve siyasal gerçekliği belirleyen hususları fark etmek ve anlamak gerekiyor.

Tarafsız ordu!

Bu konuda, bazı görüşleri ortaya koymadan önce, şu soruyu sormakta yarar var: Bangladeş’te kampüsler öncülüğünde başlayan gösterileri ordunun tarafsız kalmasını kimler istedi?

Bu sorunun cevabı, Asya-Pasifik bölgesinde, tek tek ülkelerin küresel güç mekanizmalarının hedefleri arasında olduğu düşünelerek cevaplandırılmayı hak ediyor.

Bir yanda, Çin’in deniz ve kara ipek yolları projesiyle gündeme taşıdığı yeni bir teşekkülü projeksiyonu ile ABD’nin, Asya-Pasifik kavramını Hint-Pasifik’e dönüştürerek Amerikan öncülüğünde Batı değerlerini tüm bölgede hakim kılmak olmasa da, hissettirme yönündeki agresif tutumunu dikkate almakta yarar var.

Bangladeş benzeri ülkelerde, ulusal siyasetin kaderini belirlemede ulusal orduların rolü kadar, bu ordulara arka çıkan uluslararası güç merkezlerini göz ardı etmemek gerekiyor.

Bu yaklaşımı, pür bir komplo teorisi bağlamında ele alıp dikkatlerden uzak tutmak, makul bir durumu yansıtmayacaktır.

Aksine, var olan bu yapı üzerinden ‘niçin’i ve ‘neden’ini araştırarak, bugün dahi, şu veya bu şekilde devam eden bu kısır döngüden kurtulabilmenin çarelerini aramak gerekiyor.

Bu anlamda, Dhaka’da başlayan ve ülke geneline yayılan protesto dalgasının, uygun bir zamanlamayla, ulusal siyasetin merkezindeki güçler ve de güvenlik mekanizmasıyla engellenebilip engellenemeyeceği gündeme getirilebilir.

Öte yandan, bu tür kaosa evrilme potansiyeli taşıyan toplumsal hareketleri, kendi jeo-stratejik çıkarları bağlamında yönlendirebilme kabiliyetine sahip olan küresel güçlerin, Bangladeş’teki etkinlikleri dikkatle üzerinde durulmaya değerdir.

Yakın geçmiş ve gerçeklik/ler

Bu noktada, 1980’lerin sonları ve 1990’lara kısaca göz atmakta yarar var...

Benzeri ülkelerde olduğu üzere Bangladeş de, Soğuk Savaş dönemi kutupluluğunda kendine küresel kutuplardan birini seçerken, ulusal siyasette güç belirleyici unsurlardan biri olarak, ordunun rol alması bir tür zorunluluk olarak tezahür ediyordu.

Her ne kadar, adına demokratik denilen süreçler, bu süreçlerde aktör rolü oynadığı söylenebilecek siyasi partiler ve sivil toplum unsurlarının kendilerini ortaya koydukları ileri sürülebilir.

Bununla birlikte, temelde bu siyasi ve sivil oluşumların yönelimlerini belirlemede, uluslararası arenadaki belirleyici güç/ler ile, ulusal siyasette nihai noktada ya da zorunluluklar ortaya çıktığında karar mercii olan ordunun rolü kaçınılmaz bir kader olarak nüksediyordu.

Demokrasi pratiksizliği

Yine, tıpkı benzeri ülkelerde olduğu üzere, Bangladeş de, Soğuk Savaş’ın bitişiyle birlikte, beliren küresel neo-liberal zeminde, kendi siyasal sisteminin olabildiğince demokrasiye elverişliliğini göstermek adına, siyasi partiler arası yarışta daha bir demokrasi normlarına uygun hareket edeceği düşünülmüş olmalıdır.

Ancak, demokrasi pratiklerinin tıpkı, benzeri ülkelerde olduğu gibi öğrenilmiş, içselleştirilmiş, sürekli öğrenmeye açık ve bunun, kurumsallaşmış sivilleşme ile birlikte ortaya konulduğunu söylemek mümkün değil.

Aksine, siyasal partilerin ve bunlara, şu veya bu şekilde eklemlenen sivil toplum oluşumlarının, devlete içkin olan gücü ele geçirme ile hedeflenen kısır bir döngüye evrildiği anlaşılıyor.

Bu gelişmenin Bangladeş’deki adı, Bangdaleş Ulusal Partisi (Bangladesh National Party-BNP) ile Halk Partisi (Awami League) arasında tabiri caizse, kör döğüşü şeklinde cereyan eden seçim süreçleri olmuştur.

Bu sürecin gelip dayandığı nokta, aşağı yukarı son on beş yıla varan süre zarfında iktidarda yer alan Sheikh Hasina liderliğindeki Halk Partisi yönetiminin, önce bazı İslamcı liderleri bağımsızlık sürecine kadar geri götürülen iddialarla idam sephasına götürmesi ve ardından, BNP lideri Begum Khaleda Zia’yı ev hapsine layık görmesi oldu.

Seçilenlerin seçilemeyenleri layık gördükleri, böylesi bir demokrasi pratiğinin tıpkı, Pakistan gibi Bangladeş’te de ortaya çıkması tarihi bir tesadüf olmasa gerek...

Bu ay başında kaleme aldığım yazıda dile getirdiğim üzere, Bangdaleş’te yaşananlar ulusal bağımsızlık ve kurucu figür ve ilkelerine değin uzanan bir ‘yıkıcı ideolojik protesto’ya dönüşürken, ülkenin bağımsızlığını kazandığı Pakistan’da da aradan geçen on yıllar boyunca demokrasi pratiklerinin, üç aşağı beş yukarı benzerlikleri ile yaşatılmasındaki temel problemleri anlamak ve anlatmak gerekiyor.

Demokrasinin ve demokrasi pratiklerinin sıradan ve gelişigüzel bir şekilde, bir başka ülkeden alınıp uygulanabilecek bir siyasal sistem olmadığını, benzeri ülkeler gibi Bangladeş’teki gelişmeler bize açık seçik gösteriyor.

Üç ay sonrasında, diyelim ki, Bangladeş’te seçimlere karar verilir, ardından velev ki, olası bir şeffaf seçim süreci tatbik edilirse bunun, ülkede demokrasinin varlığına yorumlanmasının alelacele alınmış bir karar olacağını şimdiden söylemek mümkün gözüküyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/bangladeste-sorun-demokrasi-mi-ekonomi-mi-is-the-problem-in-bangladesh-democracy-or-economy/

 

25 Ağustos 2024 Pazar

Kamala Harris ve Amerikan değerlerinin yeniden inşası / Kamala Harris and the reconstruction of American values

Mehmet Özay                                                                                                                            24.08.2024

Demokrat Parti başkan adayı Kamala Harris, 22 Ağustos Perşembe günü, ulusal kongrenin son günündeki adaylık konuşmasının ilk bölümlerinde, güçlü bir şekilde Amerikan değerlerine vurgu yaptı.

‘Yeni bir yol haritası’ sloganıyla başladığı konuşmasında Harris, parti ve hizipcilik yapmak yerine, bütün Amerikan toplumunu kucaklayan bir bağlama dikkat çekti.

Başkan seçildiğinde, herkesi dinleyeceğini, sağduyulu hareket edeceğini ve her şekilde Amerikan toplumuna hizmet edeceğini söyledi.

Adaylığı kabul

Demokrat Parti başkan adayı Kamala Harris, partinin Şikago’da dört gün süren ulusal kongresinin son gününde yani, 22 Ağustos Perşembe günü yaptığı konuşmada, başkanlık adaylığını resmen kabul ettiğini ilân etti.

Böylece, Kasım ayında yapılacak olan başkanlık seçimlerine Demorat Parti, yeni bir solukla ve sinerjiyle sarılmaya başladığını söylemek mümkün.

Bu hususu, bir önceki yazıda ‘öngörülemezlik’ kavramı çerçevesinde kısmen dile getirmiştim...

Bu noktada, Harris’in Cuma günü yaptığı, yaklaşık 45 dakika süren konuşmasındaki bazı hususlara değinmekte yarar var.

Partiler üstülük

Açıkçası, doğrudan bir seçim konuşması olmamakla birlikte,  ülke genelinde sadece Demokrat seçmene değil, tüm Amerikan toplumuna hitap ettiği dikkate alındığında, Harris’in söyleminin partiler üstü bir bağlama oturduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Bu durumun, aynı zamanda, yüzünde geniş bir gülümseme ve daha doğrusu, hatta kahkaha formatıyla küresel basında karşımıza çıkartılan Harris’in, ‘Acaba bu kadının ne tür siyasal bir iddiası var ve bu çerçevede bize ne söylemek istiyor?’ vb. sorulara da bir şekilde yanıt vereceğini düşünüyorum.

Harris’in konuşmasını açıkçası tam da, bu çerçevede dinlemeye çalıştım...

Bu tür parti kongrelerinin profesyonel bir zeminde oluşturulduğuna, seçmen kitleleri arasından ‘en ateşli taraftarların’ salona yerleştirildiği malum...

Harris’in, konuşmasına başlamadan ve konuşmasının ilk evrelerindeki yoğun slogan desteğini buna bağlamak mümkün.

Bununla birlikte, dili, düşüncesi, duygusu 81 yaşın verdiği ağırlığı tamamıyla üzerinde taşıyan Joe Biden’ın ardından, karşımızda 59 yaşındaki dinç, direngen, bilinçli, söylem gücü yüksek bir kadın adayın platformda yer alması arada önemli bir farkı doğrudan hissetmemize neden oluyor.

İşinin ehli bir görünüm

Harris’in söylem ve hitabet gücünü tanık olunduğunda, “işine gayet iyi çalışmış bir siyasetçi” demek geliyor insanın aklına...

Ancak, meslekten hukukçu olduğu ve hayatının önemli bir bölümünü, ‘kadın ve çocuklara yönelik istimsar ve adaletsizlikler üzerine’ hasretmiş bir ‘adalet’ arayıcısı olduğu hatırlandığında, Harris’in söylemindeki doğallık ve akışkanlığın yapmacıklıktan ziyade, kendinde ve anlam bütünlüğü içeren bir yaklaşımın ifadesi olduğu kanaati hasıl oluyor.

Harris, bu doğallığın gayet temel bir ifadesi olarak ‘kendisinin kim olduğunu’ açıklayarak başladı konuşmasına.

Bu çerçevede, köken, aile, değerler vb. bağlamlar ile Harris, Amerikan toplum yapısının birkaç yüz yıl öncesinde çok daha başat hususlarına göndermede bulunuyordu.

Hiç kuşku yok ki, bu söylem ile bugün içinden çıktığı toplum yapısının ve bunun, Amerikan toplumundaki öz ilkelerle bağdaşıklığı, onun bir başkan adayı olarak Amerikanlılık kimliğini yansıtıyordu.

Aile değerleri ve toplumsal yapı

Önce, annesinin 19 yaşında Hindistan’dan kalkıp, epeyce bir güçlükle ABD’de sağlık alanında öğrenim görmesine değindi.

Memleketine dönüp, aile büyüklerince karar verilmiş -gizli/açık feodal toplum ilişkilerini hatırlatıyor Harris burada- evlilik ile hayatına Hindistan’da kaldığı doğallıkla devam etmek yerine, Jamaika’lı bir beyle evlenerek ABD’de kalıyor.

Aile sıcaklığını hatırlıyor/hatırlatıyor Harris, ailecek gittikleri parkta ‘korumacı’ anne ile ‘özgürlükçü’ baba karşılaştırmasına yer veriyor. ‘Aman dikkat et, orama buraya koşuşturma’ diyen anne ile, ‘Koş Kamala koş’ diyen bir baba...

‘Koşma’ fiili/kavramı ile Harris, hayatını geçirdiği alt/orta-alt sınıf yapısından Kalifornia’da savcılığa kadar yükselen mesleki kariyeri ve Demokrat Parti’den başkan yardımcılığı ve ardından bugün, başkan adaylığına kadar olan yükselen bir toplumsal statünün gelişim seyrini izah ediyor sanki...

Hindistan olmasa da, Jamaika akla, 16. yüzyıldan başlayarak ABD’de tedrici olarak gelişen Avrupalı beyaz göçmen sınıfının işçi ihtiyacı için Afrika’dan getirtilen ‘kölelerin’ yerleştiği mekânlardan birini hatırlatıyor...

Bir süre sonra, boşanma ile sonuçlanan evlilik kızkardeşiyle birlikte, tek-ebeveynli aile yaşam tecrübesine değindi Harris.

Bir üçüncü dünyalı olarak, Amerikan sosyal yapısında, çocuklarına bakmak ve okula göndermek için çalışan/çalışmak zorunda kalan anne, bu aidiyetin bir anlamda, doğrudan göstergesi olarak ‘getto’ denmese de, alt sınıfları içinde barındıran bir bölgede yaşam sürmesi, çocukluk ve erken gençlik yıllarının Harris’in zihninde oluşturduğu ‘toplumsal bilinç’ haline tekabül ediyor.

Sınıf eksenli bu söylem, demokrat parti ulusla kongresinin ilk günü başkan Biden’ın konuşmasında dile getirdiği, “ABD toplumunun ırkçılığa ve beyazların egemenliğine terk edilemeyeceği” yönündeki açıklamasıya örtüştüğünü söylemek gerekiyor.

Öte yandan, öteki cenahtan bakıldığında, tam da bu durum, Cumhuriyetçi parti adayı Donald Trump’ın, Harris’e yönelik gizli/açık ‘solcu/komünist’ eleştirilerinin kimlik oluşumundaki izlekleri olarak anlamlandırılmaya değer.

Harris, yaşadığı bu toplumsal yapıda çeşitle alt/orta-alt meslek gruplarını zikrediyor.... ‘Kardeşimle birlikte bize dadılık yapan teyzeler, hemşireler vs. vs.

Ev babasız olsa da, aile sıcaklığını hissettiren aynı kültürel yapıya mensup bakıcıların, komşuların, mahallenin birleşik ve bütünleşik hali...

“Biz kan bağıyla aile değildik ancak, ‘sevginin’ birleştirdiği bir aileydik” diyen Harris, burada hiç kuşku yok ki, ikinci nesil bir dışarlıklı olarak Amerikan toplumunda nasıl var olduğunu, Amerikan değerlerini nasıl benimseyip bunların savunucusu olduğunu ve bu var oluşun temel parametlerinden biri olan ‘aile’ ve ‘sevgi’ kavramlarını gündeme taşıyordu.

Ve böylece, gizli/açık Amerikan toplumununun bugün parçalı tpolum gerçekliğine atıfta bulunarak, ‘biz yine birleşebiliriz ve kenetlenebiliriz’ mesajını veriyor güçlü bir şekilde...

İstismar ve haklar

Harris, konuşmasının ilerleyen bölümünde -lise yıllarında olsa gerek- üvey babasının cinsel istismarına maruz kalan bir kız arkadaşı üzerinden niçin hukuk mesleğini seçtiğini ve kariyerini kadın ve çocuk istismarı konusuna adadığına değindi...

Cinsellik... istismar... erkek egemen... içerikli bu mesajda doğrudan temas ettiği bir diğer husus ise Donald Trump’dı. Trump’ın, hem toplumsal sınıflar içindeki üsünlükçü konumu, beyaz, erkek egemen ve cinsiyetçi fiil ve söylemi...

Bu söylem, meslekten hukukçu olan Harris’in meslekten beyaz, Anglo-Sakson, erkek ve egemenlik iddiasını sürekli ve her daim tekrarlayan ve hissettiren Trump ile karşı karşıya gelmesinin temel bir anlamı kadar, her iki lider tipinin Amerikan toplumunda oynadıkları rol ve temsil ettikleri çerçeveyi de bir şekilde ortaya koyuyor.

Adaletsizlik karşısındaki duruşunu öylesine keskinleştirmiş ki, tam da bu noktada yüzündeki geniş gülümsemenin yerini gergin bir duruş, şiddetli bir karşı çıkış ve direnç alıyor... Bu gayet açık...

Dikkat etmişsinizdir, ne aile değerleri ne de haklar konusunda herhangi bir ‘din’e referansta bulunuyor Harris...

“Toplumdaki her birey onura, güvene ve adalete sahiptir” diyor Harris... Bu duruş, özellikle Anglo-Sakson dünyasında gelişme gösteren ‘doğal hukuk’ düşüncesinin bir yansımasıdır...

Toplumdaki her bireye, onurlu olduğunu ve güvende olduğunu hissetirmek ve her daim adaletin hakim olduğunu belirtmek...

Ve ekliyor... Adalet sisteminin varlığının birey için olduğu kadar toplum geneli içinde ne denli bir ve aynı ölçüde önemli olduğunu şu cümlelerle ifade ediyor...

“İçimizden herhangi birine gelecek zarar, temelde hepimize gelmiş demektir.” Bireyi koruyan yapının temelde bireyselcilik ile bağı kadar burada belki de büyük ölçüde sadece Amerikan toplumunda görülebilecek olan birey-toplum dikotomisine değil, birleşikliğine tanık olmak mümkün...

Ve Harris, bu yapıya olan inancı dolayısıyladır ki, Amerikan toplumunun yeryüzündeki “en büyük millet” olarak tanımlıyor... 

Demokrat parti başkan adayı Kamala Harris’in adaylığı kabul konuşmasını kısmen bir seçim manifestosu olarak değerlendirmek mümkün.

Konuşmasının ilk bölümünde bireysel yaşamı, mesleki tecrübesi ile Amerikan değerleri arasında bağdaşıklık kuran Harris’in hem, iç politika hem de, dış politikada somut ve uygulanabilir yenilikçi politikalara dair geniş açıklamaları önümüzdeki günlerde yapara, söyleminin ‘retorik’ düzeyinde kalmayacağını kanıtlaması gerekiyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/kamala-harris-ve-amerikan-degerlerinin-yeniden-insasi-kamala-harris-and-the-reconstruction-of-american-values/

22 Ağustos 2024 Perşembe

Endonezya ve Avustralya’dan savunma işbirliği anlaşması / Indonesia and Australia signs security cooperation

Mehmet Özay                                                                                                                            22.08.2024

Endonezya ve Avustralya arasında, savunma işbirliği anlaşması imzalanması konusunda karara varıldı.

Endonezya savunma bakanı Prabowo Subianto’nun Canberra ziyaretinde yaptığı görüşmeler sonrasında, iki ülke arasında savunma işbirliği anlaşması imzalanmasına karar verildi.

Bu gelişme, Prabowo’nun başkanlık süreci öncesinin önemli gelişmelerinden biri olarak değerlendirmek gerekiyor.

Geçmişte, zaman zaman sorunlar yaşayan iki ülke arasında böylesi bir anlaşmanın imzalanacak olması, bölgenin iki önemli ülkesinin güvenliğinin ve istikrarın sağlanmasının ötesinde değerlendirmek gerekiyor.

Öyle ki, tarihi öneme sahip olacağına kuşku bulunmayan anlaşma, iki ülkeyi birbirine yaklaştırması kadar, ASEAN ve Asya-Pasifik bölgesi güvenlik politikalarını doğrudan etkileyebilecek bağlamları içinde barındırıyor.

Öte yandan, Ekim ayında başkanlık koltuğuna oturacak olan Prabowo Subianto, söz konusu güvenlik anlaşmasıyla, başkanlık sürecine yönelik bir meşruiyet kazanmakla kalmıyor.

Bunun yanı sıra, “Endonezya dış siyasetinde yeni bir evreye mi giriyor?” sorusunun güçlü bir şekilde sorulmasına neden oluyor.

Prabowo’dan dış politika ayarı

Endonezya’nın, seçilmiş yeni devlet başkanı Prabowo Subianto’nun, başkanlık koltuğuna oturmasına daha iki ay olmasına rağmen, hem savunma bakanı olarak ve hem de, gölge devlet başkanı sıfatıyla yurt dışı seyahatlerine devam ediyor.

Prabowo, 20 Ağustos’ta Canberra’ya yaptığı ziyarette, savunma bakanı Richard Marles ve başbakan Anthony Albanese ile biraraya geldi.

Prabowo’nun gerçekleştirdiği görüşmelerin, iki ülke arasında savunma işbirliği anlaşmasının imzalanması kararına varılması, bu gezinin nezaket ziyareti olmadığını, aksine bunun dışında bir anlam ifade ettiğini ortaya koyuyor.

Geçmişte, dış ilişkilerde zaman zaman karşı karşıya gelen iki ülkenin, Avustralya savunma bakanının yakında Cakarta’ya yabacağı ziyaretle imzalanması beklenen bu anlaşmayla birbirlerine daha da yakınlaşmakta olduklarına kuşku yok.

Prabowo, görüşmeler sonrası yaptığı açıklamada bu hususa değinerek, “Endonezya ve Avustralya, siyasal ve jeo-politik gelişmelere bağlı olarak inişli çıkışlı süreçler yaşıyordu. Ancak, son birkaç on yıldaki işbirliği sonrasında bu anlaşmayı imzalamış olduk” dedi.

Meşruiyet gücü

Bu anlaşma, aynı zamanda geçmişte ordudaki görevi sürecinde insan hakları ihlâllerine konu olan gelişmelerde adı geçen Prabowo’nun, başkanlık sürecinin başlamasına az bir süre kala, Batılı ülkeler ve Batılı ülkelerin bölgedeki güçlü müttefiki Avustralya nezdinde meşruiyet kazanması anlamına da geliyor.

Hatırlanacağı üzere bir süre önce Prabowo, ABD dışişleri bakanı Anthony Blinken ile Ortadoğu’da biraraya gelmişti.

Bugün, Endonezya-Avustralya arasındaki güvenlik işbirliği anlaşması kararına varılması, Endonezya’yı Prabowo döneminde ABD’ye daha çok yaklaştıracağı yorumunu yapmak mümkün.

Her ne kadar, uluslararası ilişkiler ve dış siyasette ‘bağlantısız’ konumunu sürdüren Endonezya’nın, son yıllarda Asya-Pasifik coğrafyasında ortaya çıkan gelişmeler karşısında Batı’dan gelen baskılara ne kadar direniş gösterebileceğinin de aslında, sınanmakta olduğunu varılan bu anlaşmanın gösterdiğini söyleyebiliriz.

Stratejik güven

Geçtiğimiz Salı günü imzalanması kararı alınan savunma işbirliği anlaşması, Asya-Pasifik bölgesinde en uzun deniz sınırına sahip Endonezya ve Avustralya’nın ulusal güvenliklerinin teyidi anlamına geliyor.

Bunun yanı sıra, bu gelişme sadece, Endonezya ile Avustralya ikili ilişkileri açısından değil, hem bölgesel hem de küresel ilişkiler açısından gayet önemli bir adım sayılmalıdır.

Endonezya’nın, ASEAN’ın en büyük üye ülkesi olması, Avustralya ile varılan güvenlik anlaşmasının şu veya bu şekilde ASEAN ile ilişkilendirilebilecek boyutları olduğunu ortaya koyuyor.

ASEAN içerisinde askeri güvenlik konsepti bugüne kadar ciddi anlama gündeme getirilmemiş olmakla birlikte, Endonezya gibi güçlü bir üyenin Batı müttefiki Avustralya ile yakınlaşmasının ASEAN üzerine olası etkileri incelenmeye değerdir.

Uluslararası güvenlik stratejistlerinin yakından takip ettiğine kuşku olmayan bu anlaşmanın, Güney Çin Denizi gibi küresel boyutta ilgiyle takip edilen sorunla ilintili bir alanı da kapsadığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Bu anlaşmanın imzalanmasıyla, Endonezya ve Avustralya arasındaki uzun deniz sınırının ulusal ve uluslararası gelişmelere karşı ‘güvenlik altına alınacak olması’ hiç kuşku yok ki, akıllara, Çin’in bölge denizlerine yönelik giderek artan sivil ve askeri boyuttaki eğilimlerine yönelik bir önleyici tedbir olabileceğini getiriyor.

Bu yorumu destekleyen yaklaşım ise, Avustralya başbakanı Albanese’in görüşme sürecinde yaptığı açıklamada kendini ortaya koyuyor.

Başbakan Albanese, görüşmeler sonrası yaptığı açıklamada, söz konusu güvenlik anlaşmasının her iki ülke kadar, bütün bir bölge -yani, Asya-Pasifik- için hayati değerde olduğuna işaret etti.

Endonezya ve Avustralya arasında imzalanan güvenlik anlaşması, iki ülke ordusunun ortak tatbikatı ile ilgili birliklerin diğer ülkede faaliyette bulunması gibi maddeleri içeriyor.

Öte yandan, Avustralya savunma bakanı Richard Marles konuyla ilgili yaptığı açıklamada, iki ülke arasındaki uzun deniz sınırına atıfta bulunacağı belirtilen savunma işbirliği anlaşmasının, “iki ülke ortak kaderi paylaşıyor ve bu kader daha çok derin stratejik güvenle tanımlanıyor” açıklaması gayet önemliydi.

Avustralya’nın, ABD ve İngiltere ile AUKUS adıyla 2021 yılından bu yana var olan askeri işbirliği anlaşmasında yer alması, Endonezya’nın gizli/açık bu oluşum içerisine doğru çekilmekte olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Devlet başkanı Joko Widodo’nun son beş yıllık iktidarında savunma bakanı olarak görev yapan Prabowo’nun, Avustralya ile savunma işbirliği anlaşması imzalaması kararı, zaman zaman gergin ilişkiler yaşayan iki ülke ilişkilerinin yakınlaşması noktasında, gayet önemli bir gelişme olarak yorumlamak gerekiyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/endonezya-ve-avustralyadan-savunma-isbirligi-anlasmasi-indonesia-and-australia-signs-security-cooperation/

20 Ağustos 2024 Salı

ABD seçimleri ve Kamala Harris’in yükselişi / The U.S. elections and the ascent of Kamala Harris

Mehmet Özay                                                                                                                            20.08.2024

Amerika Birleşik Devletleri’nde, Kasım ayı başlarında yapılacak ulusal seçimlere az bir süre kala, adaylar kadar siyaset dilinde de önemli değişimler yaşanıyor.

Son dört yıldır ülkeyi yöneten 81 yaşındaki Joe Biden’ın, 20 Ağustos’a yaptığı konuşmada, başkan adaylığından çekildiğini ve yerine. yardımcısı Kamala Harris’ın Demokrat Parti adayı olarak başkanlık yarışını sürdüreceğini resmen ilân etti.

Öngörülemezlikler

Biden’ın, dört gün sürecek Demokrat Parti ulusal kongresi’nin ilk günü yani, 20 Ağustos’da yaptığı bu açıklamalar, seçim sürecinin en önemli kilometre taşlarından birini oluşturuyor.

Bu gelişme kanımca, Donald Trump’ın, hakkında açılan düzinelerce davaya rağmen, -beklenmedik şekilde- bu yılın başlarında, seçimlere Cumhuriyetçi aday olarak katılma şansını yeniden yakalaması kadar önemlidir.

ABD’nin köklü demokrasi geleneğinin temsilcisi bu iki partide, öngörülemeyen bu iki temel gelişmenin, seçimin tamamlanacağı son ana kadar şu veya bu şekilde, benzeri ‘öngörülemezliklerin’ ortaya çıkacağının bir işaretidir.

Bu iki temel hususun, zamanı geldiğinde siyaset tarihçileri tarafından dikkatle ele alınacağını düşünüyorum.

Siyaset dili

Bir diğer önemli husus, ortaya konulan siyaset dilinde kendini gösteriyor.

Demokratların, ABD’nin ‘ırkçılık’ ve ‘beyazların üstünlüğü söylemine reddiye niteliğindeki çıkışları ile, Cumhuriyetçilerin -Trump’ın söylemlerinde ortaya çıktığı üzere, ‘Demokratların, ülkeyi batağa götürdüğü’ yönündeki söylemlerinin öyle gelişigüzel söylenmiş sözler olmadığı ortada.

Temelde, bu iki zıt yaklaşım, ABD’de siyasetin ve bu kurumun temsil ettiği toplumun ayrıştığının bir ifadesidir.

Demokratlar nezdinde Trump’ın, ‘ırkçı’ ve ‘beyazların üstünlüğü dillendiren bir lider olduğu konusundaki en görünür belge, 2020 seçimlerinin hemen ardından, 6 Ocak 2021’de Capitol Hill baskınıdır.

Trump’ın, Demokratlara yönelik suçlamasında ise genel itibarıyla, göçmen politikaları, enflasyon ve dış politiadaki gelişmelerinin önemli bir yeri bulunuyor.

Ortaya çıkan bu bölünmüş yapı karşısında her iki tarafda, ‘birlik’ söylemini gizli açık ortaya koyuyor. Bu çerçevede, Demokratlar, ‘ABD’nin kurucu ideallerini’ gündeme getiriyorlar.

Cumhuriyetçi aday Donald Trump ise, geçenlerde yaptığı açıklamada gözlemlendiği üzere, “ABD toplumunu birliğe davet ederken”, bu bölünmüşlük olgusunun gizli/açık farkında olduğunu ortaya koyuyor.

Kamala Harris

Bu gelişmelere paralel olarak, Harris’in başkan adaylığı ve seçimlerdeki şansı konusu da, öne çıkan hususlar arasında.

Başkan Biden’ın özellikle, Haziran ayında Cumhuriyetçi başkan adayı Donald Trump’la tartışma programında sergilediği olumsuz performansın, Demokratlar arasında uyandırdığı ciddi endişe verici durum, yerini kısa sürede yeni başkan adayı arayışına bırakmıştı.

Özellikle, ABD demokrasi pratiklerinin önemli unsurlarından kabul edilen seçim bağışçılarının, bu süreçte kayda değer bir rol oynadıkları anlaşılıyor.

Ve bugün, Joe Biden başkanlık yarışından çekilirken, yerine Asya/Afrika kökenli Amerikalı Kamala Harris  başkan adayı olarak gündemde yer işgal ediyor.

Demokrat Parti içerisinde alınan bu kararın sağlamasını yine, yukarıda dikkat çekildiği üzere, demokrasi pratiği içerisindeki yeriyle bağışçıların Harris’e olağanüstü bir destek vermiş olmaları kanıtlıyor.

Bu durum, kendi mantığı içerisinde değerlendirildiğinde, Demokratların ‘doğru yolda’ olduklarının işaretidir.

Daha önceki bir yazıda dile getirdiğim üzere, Biden -ve de Trump, ilerlemiş yaşları ile bir tür dezavantaj oluştururken, Harris’in 59 yaşında olmasının getirdiği avantaj, her halükârda ABD’li seçmen nezdinde olumlu bir karşılık bulacağı düşünülebilir.

Bu bağlamda, kimi gözlemcilerine gündeme getirdikleri üzere, Harris adının yeni başkan adayı olarak dillendirildiği son birkaç haftada genç, kadın ve siyah seçmenlerin desteğini çekmekte olduğu görülüyor.

Ancak, kimi ölçülerde ‘marjinal’ denilebilecek bu seçmen eğiliminin, Trump’ın ‘beyazların egemenliği’, ‘büyük Amerika ideali’ gibi söylemleri karşısında ne denli belirleyici olacağını önümüzdeki birkaç aydaki gelişmeler gösterecektir.

Her ne kadar, Temmuz ayında kendisine yönelik suikast girişimi, o günlerde, güçlü bir şekilde Trump’ı seçim başarısına götüreceği varsayılan ‘olağanüstü’ bir gelişme kabul edilse de, Harris faktörünün gündeme gelmesi aslında, yukarıda dile getirdiği ‘öngörülemezlikler’ içinde değerlendirilmeye adaydır.

Bu durum, Harris’in adının Demokrat başkan adayı olarak gündeme geldiği, yaklaşık son bir aylık süre zarfında yapılan seçmenlerin eğilimlerini ölçmeye yönelik anketlerde, Trump’ı yakalama yönünde ciddi eğilimde ortaya çıkıyor.

Bununla birlikte, Trump’ın, Demokrat aday Harris’e ve de Demokrat Parti iktidarının politikalarına yönelik olarak, yeni stratejiler belirleme ihtimalini gözden uzak tutmamak gerekir.

Kimi gözlemcilerin Demokrat Parti tarihinin son dönemlerini dikkate alarak, Harris’in en zayıf aday olduğunu söylemelerinin neye tekabül ettiğini görmek için biraz daha beklemek gerekiyor.

ABD’de söylem ve küresel kamuoyu

Amerika Birleşik Devletleri’nde, Demokrat Parti içerisinde yaşanan değişim bir yandan, ülkeyi ve öte yandan da, bir ölçüde küresel kamuoyuna gizli/açık mesajla içeriyor.

Bu çerçevede, başkan Biden’ın, Şikago’da başlayan ve dört gün sürecek Demokrat Parti ulusal seçim toplantısında, ABD toplumunun “ırkçılığa” ve “beyazların egemenliğine” terk edilemeyeceği yönündeki açıklaması önemliydi.

İç politikada Trump’ın geliştirdiği siyaset dilini tanımla ve buna karşı alınabilecek en önemli bir girişim kabul edilebilecek bu açıklamada, ‘ırkçılık’ ve ‘beyazların egemenliği’ söylemi küresel toplum için, özellikle de, ‘küresel güney’ için gayet anlamlı bir veri sağlıyor.

Bu durum, 21. yüzyılın ilk çeyreğinin dolmakta olduğu bu dönemde, gelişmiş bir Batı toplumu olan ABD’de, ırkçılık ve beyazların üstünlüğü olgularının hakim bir nitelik kazanmasının getirdiği ciddi bir kaygı bulunuyor.

Biden’ın konuşmasının ilerleyen bölümlerinde, Trump’un, “ABD’nin başarısızlığa giden bir toplum olduğu” yönündeki yaklaşımından hareketler geliştirdiği söylem aslında, dile getirdiği ırkçılık ve beyazların üstünlüğü iddiasını destekler mahiyettedir, -her ne kadar, Trump bu ifadeyi, Demokratların politikaları çerçevesinde kullanmış olsa da...

Kasım seçimlerine az bir süre kala, ABD’de kampanya dönemi tarafların birbirlerine yönelik ağır suçlamaları kadar, öngörülemeyen gelişmelerin dikkat çekici bir özelliği bulunuyor.

Bu durum bize, önümüzdeki iki ayda diğer bazı öngörülemezliklerin olabileceğini hatırlatması bakımından dikkat çekicidir. Birlik olgusu ve söylemi kadar, olağandışı gelişmelerin de ABD seçimlerinde bir faktör olduğunu hesaba katmak gerekir. 

https://guneydoguasyacalismalari.com/abd-secimleri-ve-kamala-harrisin-yukselisi-the-u-s-elections-and-the-ascent-of-kamala-harris/