30 Temmuz 2024 Salı

ABD dışişleri bakanı Anthony Blinken Asya-Pasifik’te / Anthony Blinken, the state secretary of the U.S. in Asia-Pacific

Mehmet Özay                                                                                                                            30.07.2024

ABD dışişleri bakanı Anthony Blinken, 24 Temmuz’da başlayan ve 3 Ağustos’a kadar sürecek toplam onbir günlük Asya-Pasifik bölgesi ziyaretlerini gerçkeleştiriyor.

Geçen Çarşamba günü başlayan ve bugüne kadar Vietnam, Laos, Japonya ve Filipinler’i ziyaret eden Blinken bugün Singapur’a geçti. Blinken, bölge ziyaretini Moğolistan ile tamamlayacak...

ABD Kasım ayı seçimlerine yoğunlaştığı bir dönemde gerçekleşen bu ziyaret, mevcut Biden yönetiminin Asya-Pasifik politikalarını teyit etmesi anlamına geldiğini söyleyebiliriz.

Laos’da ASEAN’la

ABD dışişleri bakanı Blinken’in onbir günlük Asya-Pasifik bölgesi ülkelerine yönelik ziyaretleri güvenlik ekseninde gerçekleşiyor.

Blinken ilk ziyaretini Laos’a yaparken, başkent Vientina’da 57. ASEAN dışişleri bakanları toplantısı vesilesiyle birlik bakanlarıyla biraraya geldi.

Blinken’in toplantıda, son dönemde Filipinler’in merkezinde yer aldığı Güney Çin Denizi’nde, Çin’in egemenlik tesisi çabalarına vurgusu dikkat çekti.

Aslında, bölge ülkelerinin bu konuya yabancı olmadığı gibi, tek yanlı politikalarla ne Çin, ne de ABD yanlısı politika takip ettikleri biliniyor.

Komünist parti başkanına saygı

Blinken ikinci ziyaretini Vietnam’a yaparken, geçtiğimiz hafta vefat eden, komüsint partisi başkanı 80 yaşındaki Nguyen Phu Trong’un cenaze törenine katılması dikkat çekiciydi.

Komünist parti yönetimine rağmen, Vietnam’ın geliştirdiği ‘bambu diplomasi’siyle Çin ve ABD arasında denge politika gütmesi son birkaç on yılın en önemli gelişmelerinden biri olarak değerlendirmek gerekir.

Temelde, bu iki süper güç arasında denge politikasının, ASEAN içinde de paylaşıldığını söylemek doğru olacaktır.

Hatırlanacağı üzere ABD ve Vietnam ilişkileri Barack Obama döneminde ivme kazanmıştı...

Blinken-Wing görüşmesi

Blinken, Vientina’da Çin dışişleri bakanı Wang Yi ile de görüştü...

İki bakan arasında yapılan görüşmelerde, Blinken mevkidaşına “Çin’in, Filipinler ve Tayvan’la yaşanan gelişmelerden dolayı eleştirilerini yöneltirken, Wang Yi, Çin’in “doğal askeri gelişmesini ve ulusal savunma politikasına uygun hareket ettiğini” ifade etti.

Wang Yi, görüşmede ABD’nin söylemlerinin aksine, Çin’in “ABD olmadığını ve bu anlamda, herhangi bir küresel egemenlik iddiasında bulunmadığını” dile getirmesi önemliydi.

Çin dışişleri bakanının bu açıklaması ilk olmazken, özellikle Güney Çin Denizi’ndeki gelişmeler dikkate alındığında, Çin’in söylem ve eylem ikilemini sergilediğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Bugüne değin, sınır yakınlığı dolayısıyla Vietnam ve Filipinler ile karşı karşıya gelen Çin’in neredeyse, tüm Güney Çin Denizi’nde egemenlik iddiası karşısında, ASEAN üye ülkelerinin temkinli ve tedbirli olmayı tercih ettiklerini söylemek gerekir.

Wang Yi’nin açıklamaları arasında, ABD ve Çin arasında giderek artış gösteren gerilimin doğurduğu riske dikkat çekmesi, aslında tam da yukarıda dikkat çektiğim hususla bağlantılıdır.

Bununla birlikte, ABD’nin bölgeye yönelik politikalarını ‘ulusal politikaların’ dışında ve ötesinde ‘uluslararası’ vurguyla açıklamasının ABD’yi bir adım öne çıkardığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Temelde, iki ülkenin karşı karşıya geldiği noktaların neler olduğu sorulduğunda, Çin’in Güney Çin Denizi gibi küresel ticaret ağında önemli roy oynayan su yolunda, teritoryal yayılmacılık olarak yorumlanmaya açık olan politikalarıdır.

Çin bu anlamda, sadece bu yaklaşımını başta devlet başkanı Şi Cinping’in açıklamalarıyla ortaya koymakla kalmıyor.

Aynı zamanda, bir yandan Tayvan ve öte yandan, Güney Çin Denizi’ndeki sınırları kontrol etme amacıyla deniz gücüyle teyit ediyor.

İki güçlü müttefik

Blinken’in Japonya ve Filipinler ziyaretine ABD savunma bakanı Lloyd Austin’in katıldığını söylemek gerekiyor.

Bu noktada, Japonya ve Filipinler ziyaretlerinin güvenlik açısından gayet önemli toplantılara ve gelişmelere konu olduğu görülüyor.

Bu yöndeki gelişmelerin izi, Blinken’in dünkü Japonya ziyaretinde, Quad ülkeleri yani, Japonya, Avustralya ve Hindistan dışişleri bakanlarıyla biraraya gelmesiyle ortaya çıktı.

Tokyo’da yaplan görüşmenin odağında, siber ve deniz güvenliğinin yer alması, hedefte açıkça Çin olduğunu ortaya koyuyor. 

Japonya’nın ardından, bugün Filipinler’e geçen Blinken, ABD savunma bakanı Lloyd Austin eşliğinde Filipinler devlet başkanı Ferdinand Marcon ve savunma bakanı Gilberto Teodore ve dışişleri bakanı Enrique Manalo ile görüştü.

Filipinler’e askeri modernizasyon

Blinken’in Filipinler ziyaretine, ABD savunma bakanı Austin’in eşlik etmesi ve Filipinler ordusunun modernizasyonu amacıyla 500 milyon Dolarlık bağış, bölge ziyaretlerinin dostluk ziyaretleri olmadığının ilk göstergesi olarak yorumlanmaya açık.

Söz konusu bu bağış, ‘Çin’in saldırgan politikalarına karşı ABD senatosunun Hint-Pasifik ülkelerine yönelik 2 milyar Dolarlık yardımı çerçevesinde yapıldı.

Özellikle, Haziran ayı ortalarında, Filipinler sahil güvenlik birimlerinin Çin sahil güvenlik birimlerince Batı Filipinler Denizi’ndeki ‘hırpalanması’nın ardından gelen bu yardımın, Çin’e karşı savunma işbirliğiyle doğrudan ilişkili olduğu aşikâr.

Görüşmeler sürecinde Filipinler devlet başkanı Ferdinan Marcos’un, “Batı Filipinler Denizi ve Hint-Pasifik bağlamında, olası herhangi bir gelişmeye anında cevap verecek şekilde gelişmeleri izliyoruz” yönündeki açıklaması, ABD ve Filipinler arasında var olan “Ortak Savunma Anlaşması” çerçevesindeki işbirliğinin bir kez daha teyidi anlamına geliyor.

ABD, Kasım ayında yapılacak olan seçimlere hazırlanırken, Joe Biden yönetimi son dört yıllık sürede Asya-Pasifik politikasını Hint-Pasifik olarak güncellemesi ABD’nin bölgedeki varlığını yenilemesi anlamına geliyor.

ABD’de seçimler dolayısıyla yaşanan gergin iç siyasete rağmen, dış politikada daha doğrusu küresel politikalalarında gayet önemli bir yeri bulunan Asya-Pasifik bölgesine verdiği önemi göstermekten geri durmuyor.

Son bir hafta boyunca bölgeyi ziyaret eden ABD dışişleri bakanı Anthony Blinken’in yaptığı görüşmeleri ve alınan kararları bu açıdan dikkatle izlemekte yarar var.

https://guneydoguasyacalismalari.com/abd-disisleri-bakani-anthony-blinken-asya-pasifikte-anthony-blinken-the-state-secretary-of-the-u-s-in-asia-pacific/

28 Temmuz 2024 Pazar

Mengapa Daulah Uthmaniyah Mendanai al-Jawaib?

 Mehmet Özay                                                                                                            11.07.2024

Negara dan media cetak secara historis memiliki hubungan yang tak terpisahkan. Media cetak menjadi alat yang mampu menciptakan kedamaian dan mengarahkan pada perselisihan. Ini bisa disaksikan dengan kasus-kasus sengketa, pelarangan, dan sensor surat kabar oleh otoritas negaras serta keterlibatan otoritas negara dalam proses kerjasama dengan pencetus atau editor surat kabar. Tidak jarang, negara juga ikut mensubsidi proses penerbitan dan distribusi. Fenomena ini telah ada sejak surat khabar berkembang biak pada abad ke-19, seperti al Jawa’ib.

Al-Jawaib, salah satu surat kabar pionir berbahasa Arab yang dicetak di İstanbul sebagai surat kabar mingguan -tetapi terkadang kurang teratur- terbit pada tahun 1860 dari tanggal 31 Mei 1861 hingga tahun 1885; ini adalah salah satu surat kabar paling awal yang didukung dan disubsidi oleh pemerintah Uthmaniyah. Selain itu, Ahmad Faris al-Shidyaq, pemilik dan editor surat kabar ini, diundang oleh otoritas Uthmaniyah untuk menjalankan jurnalnya di İstanbul. Dalam konteks ini, saya berpendapat bahwa kemunculan dan proses penerbitan al-Jawaib merupakan salah satu contoh unik pada paruh kedua abad ke-19 dalam konteks masa reformasi dan modernisasi Daulah Uthmaniyah.

Faktanya, banyak topik yang perlu didiskusikan mengenai pentingnya isi surat kabar ini dan sosok pencentusnya. Namun dalam artikel singkat kali ini saya ingin fokus pada niat penguasa Daulah Utsmaniyah yang diketahui mengundang Ahmad Faris ke İstanbul untuk meresmikan surat kabarnya.

Dapat dipahami bahwa al-Jawaib, yang berarti ‘menyebarkan berita’, menjadi alat untuk agenda politik global spesifik Daulah Uthmaniyah di bawah pemerintahan Sultan Abdülaziz (1861-1876) dan Abdülhamid II (1876-1909). Disini saya akan menceritakan secara singkat mengenai permasalahan tersebut.

Kenapa Ahmad Faris?

Menurut saya lebih baik saya mengatakan sesuatu yang konkrit tentang realitas surat kabar ini, pemilik serta editornya. Tidak ada keraguan bahwa surat kabar ini telah mendapat tempat terhormat di antara surat kabar Arab serupa dalam sejarah media. Tidak salah jika saya katakan bahwa Ahmad Faris al-Shidyaq (1804-1885), pemilik dan editor surat kabar ini, semakin terkenal dalam sejarah media. Ahmad Faris al-Shidyaq, pemilik dan editornya semakin terkenal. Ketenarannya didasarkan pada standar intelektualnya dalam filologi dan sastra Arab, dan ia pemikir Renaisans Arab (Nahda) yang berpengaruh. Sebelum terjun di media cetak dan memulai korannya yang berjudul al-Jawaib, ia terus-menerus bekerja untuk publikasi dakwah di Beirut, Malta, dan London.

Terdapat beberapa perselisihan mengenai kehadiran Ahmad Faris di İstanbul. Misalnya, kapan dan bagaimana dia datang ke İstanbul? Apakah inisiatifnya membuat dia menjadi jurnalist Arab pertama yang menetap di İstanbul beberapa tahun sebelum tahun 1861? Atau kenapa dia lebih memilih di İstanbul padahal tinggal di Eropa Barat, yakni di Inggris, lalu Prancis? Apakah dia pertama kali menggagas surat kabarnya yang diberi judul al-Jawaib dan menjadi cukup terkenal hingga menarik perhatian Daulah Uthmaniyah? Saya dapat menambahkan beberapa pertanyaan lagi. Tapi itu saja sudah cukup untuk tulisan ini.

Beberapa orang berpendapat bahwa dia bermigrasi dari Eropa ke İstanbul, menetap di sana, dan memulai surat kabarnya. Beberapa yang lain menyatakan bahwa Daulah Uthmaniyah mengundangnya dari Paris ke İstanbul untuk memulai surat kabarnya. Jika saya menerima cerita pertama sebagai versi sebenarnya dari cerita tersebut, saya kira dia menerima bantuan yang signifikan dari komunitas Arab, yang kehadirannya cukup diketahui pada saat itu. Faktanya, mereka adalah intelektual yang cukup berpengaruh, dan beberapa di antaranya dipekerjakan oleh Daulah Uthmaniyah sebagai pegawai negeri, termasuk beberapa pasha yang menduduki posisi menteri di pemerintahan Uthmaniyah.

Surat kabar berbahasa Arab di ibu kota Uthmaniyah

Mengizinkan dan mendanai surat kabar berbahasa Arab di İstanbul merupakan pendekatan baru yang dilakukan para elit politik Utsmaniyah. Ini adalah pendekatan baru pada era pemerintahan Uthmaniyah pada masa Abdülmecid (1861). Ada beberapa usaha negara dalam bidang media cetak, seperti yang terlihat dalam penerbitan Takvim-i Vekai (Kalender Acara), surat kabar resmi pertama yang terbit pada bulan Juli 1831. Hal ini merupakan akibat langsung dari agenda reformasi Sultan Mahmud II (1808- 1837), sebagaimana dikemukakan oleh Ami Ayalon. Secara khusus, reformasi birokrasi merupakan prioritasnya selama masa jabatannya. Takvim-i Vekai bertugas untuk tujuan ini. Ini adalah media internal yang menyebarkan keputusan resmi, pengangkatan, pergantian pemain, dan beberapa masalah pemerintahan lainnya, dan hanya didistribusikan di antara kantor pemerintah pusat dan provinsi di seluruh wilayah Uthmaniyah.

Sejak mencetak Takvim-i Vekai, dunia percetakan Uthmaniyah berkembang secara signifikan melalui partisipasi dan investasi dari berbagai kalangan, termasuk investor dalam negeri dan asing. Dalam hal ini, memang benar bahwa kelompok minoritas non-Muslim di wilayah Uthmaniyah dan beberapa konsulat Eropa, seperti Perancis, mengoperasikan media cetak mereka sebelum diinisiasi oleh Negara. Misalnya, investasi resmi, seperti penerbitan kedutaan Perancis ‘Bulletin des Nouvelles’, dimulai pada tahun 1795 di İstanbul. Dan yang cukup kontroversial, masyarakat mayoritas Muslim di Uthmaniyah harus menunggu beberapa dekade untuk bisa bertemu dengan aparat modern ini. Tidak salah jika saya berpendapat bahwa pemerintahan Uthmaniyah memonopoli media cetak selama hampir lebih dari separuh abad ke-19.

Selama periode yang panjang ini, dan terutama setelah tiga puluh tahun penerbitan Takvim-i Vekai, elit politik Uthmaniyah dengan berani bekerja sama dengan seorang intelektual Arab untuk mencetak surat kabar berbahasa Arab pada tahun 1861.

Agenda politik Negara Uthmaniyah

Sekarang saya dapat mengembangkan beberapa gagasan tentang inisiatif kerja sama Daulah Utsmaniyah dengan Ahmad Faris al-Shidyaq untuk mencetak surat kabar berbahasa Arab. Di sini, saya akan menyoroti kembali beberapa pertanyaan yang saya yakini akan membantu kita memahami perubahan politik di Daulah Uthmaniyah melalui media cetak. Misalnya, mengapa elit politik Uthmaniyah mengundang Ahmad Faris al-Shidyaq dari Paris ke İstanbul untuk memulai sebuah surat kabar yang disponsori oleh Negara?

Saya berpendapat pasti ada perbedaan alasan perekrutan Ahmad Faris al-Shidyaq pada era Abdülaziz dan Abdülhamid II. Pada periode pertama, Daulah Utsmaniyah berada di tengah-tengah masa Tanzimat (periode reformasi) dan memerlukan banyak upaya untuk menggalakkan agenda reformasi yang disebarluaskan melalui media massa, yaitu surat kabar. Namun, Abdülhamid II memiliki pandangan berbeda tentang reformasi dan hampir menolak melanjutkan proses yang setengah berhasil, yang memprakarsai kebijakan baru seperti Pan-Islamisme. Meskipun Ahmad Faris al-Shidyaq menerbitkan al-Jawaib dengan tuntutan pemerintah yang berpikiran reformis pada periode pertama, ia pasti telah mengubah dan melayani kepentingan politik Abdülhamid II. Saya pikir kebijakan penerbitan ini, yang diarahkan oleh dua penguasa Uthmaniyah yang berbeda, tidak menimbulkan masalah bagi Ahmad Faris al-Shidyaq.

Al-Jawaib: alat propaganda modern

Sebagai perkembangan yang mencolok, surat kabar yang paling berpengaruh dan populer dianggap dicetak dalam bahasa Arab di İstanbul dan didistribusikan di berbagai wilayah geografis. Distribusi surat kabar yang dicetak di İstanbul, seperti al-Jawaib, mungkin relatif lebih mudah karena proyek infrastruktur tertentu telah dilaksanakan pada tahun-tahun awal era Reformasi Tanzimat. Misalnya, seperti yang dinyatakan oleh Moshe Ma'oz, “Sistem pos, yang pertama kali didirikan di bagian tengah Kesultanan Utsmaniyah pada tahun 1834 dan kemudian direorganisasi pada tahun 1840, kemudian diperkenalkan ke Suriah dan Palestina pada pertengahan tahun 1840-an dan melalui itu, Istanbul dan pusat-pusat Suriah terhubung secara teratur, dan juga beroperasi sekali atau dua kali seminggu antara kota Aleppo, Damaskus, Beirut, Tripoli, Homs, Hama, Acre, Jaffa dan Yerusalem.” Selain itu, sistem telegraf yang dibangun pada awal tahun 1860-an di Suriah tampaknya juga berfungsi untuk mengumpulkan berita dari wilayah Arab.

Inisiatif ini memberikan wawasan mengenai fakta bahwa elit politik Ottoman mempunyai kecenderungan untuk menggunakan media cetak sebagai mesin propaganda modern. Proses reformasi baru yang dikenal dengan nama ‘Tanzimat’ tidak hanya sebatas mentransformasi birokrasi Utsmaniyah dan mencakup lebih banyak upaya, termasuk dunia percetakan di wilayah Utsmaniyah. Proses modernisasi ini tidak diragukan lagi merupakan hal yang umum dalam kehidupan politik dan sosial Utsmaniyah. Jika kita mengingat bahkan lahirnya Takvim-i Vekai merupakan produk akhir dari inisiasi reformasi Mahmud II seperti yang diungkapkan Ayalon, maka alasan mengapa kalangan istana Ottoman menuntut pendekatan baru untuk mensosialisasikan kebijakan reformasi melalui aparat baru seperti surat kabar untuk menjangkau segmen yang lebih signifikan dari wilayah kekuasaan Ottoman, khususnya yang berada di wilayah Arab.

Al-Jawaib menjadi terkenal di kalangan masyarakat Arab dan sekitarnya, yaitu di Eropa dan India. Saya dapat menambahkan dunia Melayu secara umum di sini. Al-Jawaib dilaporkan oleh penguasa Belanda di Batavia yang mengumpulkan data secara menyeluruh dari konsul Belanda di berbagai tempat. Beberapa orang mungkin berpendapat bahwa beberapa individu yang tergabung dalam komunitas Arab di Penang, Singapura, dan Batavia berlangganan jurnal ini. Dan mereka menerimanya secara teratur. Namun pada tahap ini, saya harus berhati-hati untuk tidak melebih-lebihkan sampai saya menemukan kenyataan yang dapat dipercaya tentang kehadiran al-Jawaib di Dunia Melayu secara umum. Saya akan melanjutkan subjek ini dalam beberapa bulan mendatang.

Waspada, 11 July 2024, Kamis, hal. A5.

https://epaper.waspada.id/epaper/waspada-kamis-11-juli-2024/

22 Temmuz 2024 Pazartesi

Kamala Harris Donald Trump’a karşı: Amerikan siyasetinde mücadele yeni başlıyor / Kamala Harris vs Donald Trump: The struggle just begins in American politics

Mehmet Özay                                                                                                                            22.07.2024

Amerika Birleşik Devletleri’nde, seçim sürecine üç ay kala süpriz çıkışlardan birine daha tanık oluyoruz.

Öncekiler bir yana, en son gelişmelere baktığımızda, Donald Trump’a yönelik silahlı saldırı seçim atmosferinin sivil, demokratik eylemden teröre ve oradan kutsallığa ve Trump söyleminde karşılık bulacak şekilde, ‘kurtuluş bende’ bağlamını içselleştirmeye dönüşmüş durumda.

Kamala Harris’in başkanlık yarışında Joe Biden’ın yerini alışını veya daha doğru bir ifadeyle, bunun kendisine bahşedilişini, tabiri caizse, -suikast girişim sonrasında-, Trump üzerine gelen Tanrı’nın elini ve bu sürecin kutsallığını tersine çevirmeye matuf seküler bir gelişme olarak değerlendirmek mümkün.

Harris umudu

Bu gelişmenin, seçimlerin atmosferini maddi ve manevi değiştireceğini fark eden Demoratlar, ani bir çıkışla, başkan Joe Biden’ın yardımcısı Kamala Harris’i başkanlık yaraşında öne sürdüler.

Harris... 2020 seçimlerinin akabinde, kovid-19 sürecinin devam ettiği bir dönemde yurt dışı gezilerine çıkmayan Biden’ın yerine, Asya-Pasifik bölgesine yaptığı ziyaretten hatırlıyoruz kendisini.

“Nitelikleri nelerdir?” diye sorup şöyle bir etrafımıza baktığımızda karşımızda göçmen, kadın, görece diğer iki adaya yani, Biden ve Trump’la kıyaslanamayacak ölçüde genç yani, 59 yaşında, hukuk eğitimli bir siyasi aktörle karşılaşıyoruz.

2020 seçimleri öncesinde, Trump’ın güçlü Amerika nosyonunu gizli/açık beyaz, Anglo-Sakson temellerle açıklama gayreti -ki, bu söylemi kabul eden azınlıkları da için almasının şaşılacak bir yan yoktu-, sonucu gayet kutuplaşmış Amerikan toplumunda her türünden göçmenler ve azınlıkları yanına alma iddiasındaki Demokratların siyasi aklı tarafından gündeme gelmişti Harris...

Bugün, Demokratların başkan adayı statüsünü çıkartılmasıyla birlikte, Harris’in ABD seçimlerine katacağı pek çok husus olduğunu ileri sürebiliriz.

İlk etapta, Trump’ın suikast girişiminin hemen ardından ‘Savaş, Savaş, Savaş’ sloganının hedefi olacaktır. Bu durum, Amerikan siyasetine önemli bir katkı olarak görmemek mümkün mü?

Kanımca, Harris’in, kafeste bir aslanla karşı karşıya gelmiş bir civciv olmadığına da tanık olacağımız kesin...

Başka neler var dersek...

Örneğin, Harris, ABD merkezli çeşitli haber portallarında yer aldığı üzere kadın bedeninin özgürlüğünden azınlıklara ve Trump’ın ABD’yi yönetmeyi hak eden bir ‘karakter’ olmadığı yolundaki ifadelerine kadar çeşitli bağlamlarıyla öne çıkar/tılır/ken, bazıları tarafından da, Barack Obama siyasi profiliyle özdeşleştirilmeye çalışılıyor.

Niçin Barack Obama?

Bunda, ‘beyaz olmaMAnın’ domine bir etken olduğunu söylemek mümkün olduğu gibi, belki de, bu iki siyasetçinin mesleki arka planlarında hukukçu olmalarının da kurulan benzerlikler arasında öne çıktığını söylemek mümkün.

Bu benzerliğin, ne kadar iler tutar olduğunu yakında göreceğiz...

Gerçek siyasetçi!

Demokrat Parti adına Kamal Harris’in, Biden’in yerine başkanlık yarışına devam edeceğini duyduğumda aklıma ilk etapta, ilki soru cümlesi ve ikincisi doğrudan cevap hükmünde iki ifade geldi:

İlki, “Haris başkan yardımcısı sıfatıyla bugüne kadar ne tür bir politikaya imza attı?” Ve ikincisi, “Trump’ın işi çok kolay!”

Hemen akabinde haberleri takip ederken, Trump’ın sırıtan yüzünün iliştirildiği bir haberde, doğrudan kendi ağzından, “Kamala Harris’i yenmek Biden’ı yenmekten daha kolay olacak!” ifadesiyle karşılaştım.

Kahin olmaya gerek yok...

ABD’de olmasam da, ABD politikalarını Asya-Pasifik özelinde takip eden bir gözlemci olarak, son dört yılda ABD’nin bölgeyle ilgili çalışmalarında Harris’in adını bir iki istisna dışında duymamış olmam, böylesi bir kanaati edinmeme yeter sebep teşkil ettiğini düşünüyorum.

Kaldı ki, bu yaklaşımımın da ötesine geçerek, Harris’in ‘azınlıklara mensup bir isim olarak’ dört yıl önce seçilmiş bir siyasetçi olmasına karşılık, “ABD iç siyasetini ‘azınlıklar’ dışında kapsayıcı olarak çekip çevirebilecek bir kalibrede siyasetçi olduğunu söylemek de zor” dersem herhalde abartmış olmam.

Siyasal ruh

Biden’in yarıştan çekilişinde, Demokrat parti destekçilerinin onun -yaşlılığından mütevellit- performansından duydukları hayal kırıklığının, gayet rasyonel bir dönüşüme tabi tutularak ‘doğal bir elemeye’ maruz kalmasına neden oldu.

Bu tür gelişmeleri, fırsata çevirmekte mahir olduğuna kuşku olmayan Trump, Biden’ın ABD’yi yönetmeye muktedir olamadığını dillendirirken, daha başkanlık dönemi bitmeden ‘istifaya davet’ etmesi gayet anlamlıydı.

Trump’ın bu eleştirinin, Demokrat Parti seçmenlerinin yarasına tuz biber ektiğine kuşku yok...

Geçtiğimiz Pazar günü Biden seçim kampanyasından çekilirken, kanımca sadece yaşlılık mahzurlarından ötürü değil, bunun ötesinde ‘ruhu’nu kaybetmiş bir Demokrat Parti’nin varlığının temsilcisi sıfatını taşıyordu.

Bu ruh’un geri döndürülüşünü ise genç, her haliyle presentabl Harris’in getirilmesi ise alel acele alınmış bir karar yerine, belki de Parti içerisinde var olan hiyearşinin göstergesi kabul etmek gerekir.

Nihayetinde Harris, -tüm eksiklikliklerine rağmen, son dört yılın başkan yardımcısı rolünü üstlendi...

Önümüzdeki günlerde, iki farklı ‘ruh’un karşı karşıya geleceğine tanık olacağız...

Biri, kendini ya da destekçilerinin talebi ve zorlamasıyla gizli/açık ‘Aziz’ konumunda gören Trump...

Diğeri ise, ABD’nin gizli sosyalist cenahını içinde barındıran, seküler ve içinde -Müslümanlar da dahil olmak üzere, her türünden azınlıkları bünyesine aldığı görülen bir Parti’nin temsilcisi konumundaki Harris...

Bir yanda, “Bunlar Amerika’yı yıkıyorlar” diyen Trump ile öte yanda, “Amerika’yı yönetebilecek bir karaktere sahip değil” diyerek Trump’a yüklenen Harris...

Konservatif Demokratlar

Bugün, seçim sathına girmiş Amerika toplumunda tüm bunlar olurken, aslında sorgulanması gereken Demokratların niçin bu kadar ‘konservatif’ olduklarıdır.

Sözde gelişimci, ilerlemeci, liberal, sosyalist vb. sıfatları bünyesinde barındırdığı ve/ya böylesi sıfatları kullanan çevreleri bünyesine alma başarısı göstermiş bir siyasi parti olarak Demokrat Parti’nin niçin -en azından-, son dört yılın hesabını yapamadığının araştırılması gerekiyor.

Trump’ın gizli/açık aşırı sağcı siyasal retoriklerine karşılık, Harris’i siyasi bir figür olarak ortaya çıkararak genel itibarıyla ‘azınlıklar’ üzerinden devrişilmeye çalışılan bir demokratik tutumun da kanımca, ABD’yi temsil ettiğini söylemek güç.

Bu durum, Amerikan siyasetinde ve de toplumunda gayet önemli sosyolojik açıkların, anlam kaymalarının, felsefi savrulmaların olduğu anlamına geliyor.

Bu anlamda, her iki parti adayları ve destekçilerinin, gündelik siyasal jargonlar üzerinden yaptıkları değerlendirmelerin arka plânına daha yakın bakarak Amerikan siyaseti ve toplumundaki sosyolojik yarıkları gözlemlemekte yarar var.

https://guneydoguasyacalismalari.com/kamala-harris-donald-trumpa-karsi-amerikan-siyasetinde-mucadele-yeni-basliyor-kamala-harris-vs-donald-trump-the-struggle-just-begins-in-american-politics/

21 Temmuz 2024 Pazar

India and Indonesia: Security Orbits in the Indo-Pacific

 Nia Deliana - Mehmet Özay                                             18.07.2024

The elections held in India and Indonesia this year have attracted considerable attention from scholars and practitioners, particularly in the context of security issues linking the regions to regional and international politics in the Indo-Pacific. The two countries are among the most important political actors in the region that are expected to be able to exert decisive influence, especially in the midst of the prevailing rivalry between the United States and China.

The victories of Narendra Modi in India and Prabowo Subianto in Indonesia are not only indicative of domestic development priorities. They also reflect a new international behavior that can be interpreted as a reorientation of policy in the face of the urgency of engagement, stability and security in the Indo-Pacific region. 

Questions about government conduct on this issue are not new. Historically, the geography of India and Indonesia on the Indo-Pacific map has been the most strategic, not only in terms of population and economic growth, but also in terms of relations with global powers. The parliamentary majorities formed by the newly elected president in Indonesia and prime minister in India and, lastly, the military capacity, have put these two countries in the limelight.

For all their potential power, the question remains whether Indonesia's newly elected president and India's newly elected prime minister will play an effective role in the global politics of the Indo-Pacific. Will the national leadership achieved by Prabowo Subianto and Narendra Modi transcend a union commitment to the projection of security and stability in the Indo-Pacific?

Mapping of the Indo-Pacific Concept

The Indo-Pacific extends from regions in the Indian Ocean to the Pacific Ocean. It precisely encompasses in the tropical land of the Indian Ocean which includes India, Sri Lanka, African nations on the western side of the Indian Ocean and Yemen up the northern side of the Indian Ocean. At the other end, lies central-western part of Pacific Ocean which includes Australia, Japan and South Korea. Between the Indian Ocean and the Pacific Ocean are all the ASEAN member states and their water zones, as well as the currently disputed South China Sea. 

The Indo-Pacific concept emerged at the beginning of this century through strategists' projections. Prioritizing economic cooperation and security between states, the growth spurt accelerated in the second decade. In the 2010s, the effects are being felt by all member countries across the region. It is now common knowledge that the introduction of the Indo-Pacific concept is directly linked to the strategic economic and security strategies of China, which is seeking a global role as a great power.

Under the leadership of the U.S. administration, especially in the face of the U.S.'s multiple disagreements with China, which have noticeably increased after Xi Jinping's presidency in 2013, a new military alliance structure has been introduced in the Indo-Pacific in the last decade, similar to the Anglo-Saxon geopolitical entity. Australia, the United Kingdom, the United States, and later Japan and India are the states united in a military alliance, as seen in the case of the U.S.-led QUAD and AUKUS, and predominantly determined by the Anglo-Saxon geopolitical worldview that triggered the return of the 'West' to global security expansions from the Asia-Pacific to the Indo-Pacific outlook.

The fact that India has re-entered the security and military demographic definition of the Asia-Pacific has indicated a renewal of historical alliance structures. Similarly, Indonesia, with its vast archipelagic geography, occupies a dominant place in global geopolitics and geo-economics between the two reefs, towards the Anglo-Saxon entities on one side and China's economic appeal on the other. Both countries are inescapably important to the global powers.

Despite two different approaches to alliance with global powers, there are more elements that unite than divide. In terms of international politics, India and Indonesia were united members of the Non-Aligned Movement, seeking an alternative for progress in industrialization and development. Both countries sought an informal alliance with the Union of Soviet Socialist Republics (USSR), especially when India was under Congress Party governments that sought global cooperation with the USSR. As likely as Indonesia approached towards the USSR looking from the interplay of Soekarno at the international arena. This is not the case of allying with Russia instead of China or the U.S., but the decision-making process has been through a self-determined oriented foreign affairs that come without reliance or dictation by military alliance or interference by other great powers. 

The electoral victories in India and Indonesia have once again raised the question of whether the countries' fate in the growing Indo-Pacific rivalry is destined to be a historical repetition, or whether both countries will intensify their economic and military engagement in the Indo-Pacific by aligning themselves with one of the power orbits.  

The Strategic Reefs of India and Indonesia 

So what is the position of India and Indonesia in the emerging security and economic imagination of the Indo-Pacific? To answer this question, one must recognize the existing reefs that serve the natural rationale and strategy that guide directions in both countries' foreign relations approach within the great power rivalry in the Indo-Pacific. 

India is strong but also fragile. This means that the basic social and political infrastructures of the country, which include very diverse societies divided by ethnicity, religion, caste and ideology, demand equal human rights and distribution of wealth within the political framework of the nation-state. Ideally, the hurdles to securing these demands could mean that the Indian central government could be prevented from becoming a strong actor in the international arena. This situation goes beyond the Hindu majority-Muslim minority dichotomy. It leads the country's political elite to give priority to improving their position in domestic decision-making.

Given its inward-looking domestic politics, this does not mean that India has sidelined proactive engagement in international politics. The trigger for engagement is based solely on a realist approach, where it sees its nation's security at stake. It was triggered by several cases. A long-standing border dispute with China in the Himalayan region is one example. Another is the maritime infrastructure projects that China is developing in connection with the Maritime Silk Road project from the west to the east of the Indian Ocean, i.e. from Myanmar to Djibouti, as well as the Pakistan-China border infrastructure at the Khunjerab Pass and the Gwadar-Kashgar crude oil pipelines, which are seen as having the potential to serve as a decisive pattern organ that would allow the weakening of India's influence as a regional power.

Despite these signals, Narendra Modi's response has been a barking tree. For example, in the recent open battle between China and India in the Himalayas, in which 20 Indian soldiers died, there were hardly any strong decisions taken by India, which was under the so-called strong leadership of Narendra Modi and a government dominated by Hindutva, the Bharatiya Janata Party (BJP). On the other hand, there is another concern surrounding the recent statement made by the Indian authorities. The competition between India and China for minerals in the Indian Ocean, such as cobalt, which is now being eyed by China and Sri Lanka, has led India to claim that the Indian Ocean is the 'Indian Sea', which requires official confirmation of territorial sovereignty due to China's denial. Looking at the two examples above, it is quite early to say that India has failed to portray itself as a content regional power, especially in the rising global rivalry in Indo-Pacific affairs.

The natural strategic reef that Indonesia is facing is similarly displayed through the disputes in the oceans involving the South China Sea, Natuna Island, economic ventures with China, and military strengthening partnership with the U.S. Although Prabowo Subianto will officially hold the seat of the presidency in November 2024, numerous media outlets and critics highlight his realist and constructivist approach, equipped with a strategy to gain a position in international politics, as a higher priority compared to that of his predecessor, who focused heavily on achieving domestic goals rather than international recognition. In the last two months alone, his visits to Malaysia, Singapore and the meeting with the US Secretary of State in Jordan have given the impression of his commitment to active participation in international affairs.

His realism and constructivist approach in considering international engagement comes from his military background as Defence Minister during Joko Widodo's second term (2019-2024), his entire career in the army and war experience since the Soeharto era, his entry into national politics four times as a presidential candidate, and his role as spokesman of certain opposition circles in the country speak volumes about what Indonesia would serve to international states and communities. The dispute over China's nine-dash line claim played a role in the victory of Prabowo, who was known as an efficient and responsive actor during China's possible encroachment on Indonesia's Natuna Islands. Prabowo, who was then Defence Minister, initiated an important military construction in Riau Province that provides an eagle view of the military engagement that could result from the South China Sea dispute.

However, as much as Prabowo may be a realist and constructivist, good economic relations with China and the U.S. in recent decades would prevent any lone ranger from strategizing a move. Like India, Indonesia would probably seek to balance and hedge its foreign policy in the Indo-Pacific, forcing the Prabowo administration to first strengthen and leverage cooperation with ASEAN (the Association of Southeast Asian Nations) and the United Nations before aligning with any of the Indo-Pacific power blocs.

https://politicstoday.org/india-and-indonesia-security-orbits-in-the-indo-pacific/


18 Temmuz 2024 Perşembe

Çin’de reformcu söylem / Reformist discourse in China

Mehmet Özay                                                                                                                            18.07.2024

Küresel gelişmeler Çin’i nasıl etkiliyor? Bu önemli bir soru...

Çin gibi, son on yılların küresel gücü olma yolunda önemli adımlar atan ve bu anlamda, elde ettiği ekonomik -ve de siyasal- başarılar gayet önemli olan bir ülke var karşımızda.

Peki Çin, bu gelişim sürecini, aynı zamanda reformlarla da etkinleştirebiliyor mu?

Tıpkı diğer bazı gözlemciler gibi bu soruyu gündeme getirmemize yol açan, Komünist Parti’nin 22.si düzenlenen ve hafta başından bugüne kadar devam eden genel kurul (third plenary session) toplantısıdır.

Bu toplantı, Çin’in gelecek beş yılının plânlanması anlamı taşıyor...

Bir başka ifadeyle, sürekli değişen sosyal, doğal ve siyasal koşullarda Çin yönetimi, tüm bunlara ayak uydurmanın yollarını arıyor...

Toplantının ilk verilerine bakıldığında, yenilenme ihtiyacının kaçınılmazlığı ortada...

Hangi alanlarda yenilenme sağlanacağı sorusuna verilen cevaplara baktığımızda, karşımıza sanki bunları ‘zaten biliyorduk’ hissi uyandırıcak hususlar.

Örneğin, eğitim, teknolojiye yatırım, belirli sektörlere daha fazla kaynak aktarımı, şehir-kır ayrımını daraltmak, kurumsal reformlar vs.

Peki hedefte ne var diye sorulduğunda, karşımıza, komünist partisi yönetimince “Çin sosyalizminin geliştirilmesi” veya bir başka deyişle “Çin tarzı sosyalizmle modernleşme” cevabı çıkıyor...

Başlangıç

Temellere bakmak gerektiğinde, Çin’in ‘açık kapı politikası’ (open-door policy) olarak bilinen süreçle bağlantılı olarak, bu sorunun cevabını, bu sürecin başında, ABD’nin Çin’e yakınlaşma politikasının mimarlarının başında gelen Henry Kissinger’ın, 1970’lerde Çin liderlerinin kulağına fısıldadığını söyleyerek verebiliriz. 

Bu nedenle, Çin Halk Cumhuriyeti, örneğin Soğuk Savaş yıllarının siyasal ve askeri rekabet anlamında donuk ancak, diğer alanlarda örneğin ekonomik kalkınma, toplumun -görece- geniş kesimlerine refah sağlayan açılımlar, kapsamlı eğitim vb. alanlarda reformdan uzak bir yönelim sergileyen Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) hatasını tekrarlamadığı ortada.

Sovyetler ve Çin karşılaştırmasında, değişen koşullar vs.’den ziyade, bizatihi bir zihniyet değişiminin oynadığı role tanıklık ediyoruz.

Aslında, yukarıda sorduğum soru da, bununla doğrudan irtibatlı. Yani, Çin önümüzdeki beş yılını plânlarken, acaba hangi reformları neye göre yapacaktır.

İdeoloji ve ekonomik performans

Bu noktada, Dünya Bankası’nın verisini dile getirerek ne söylemek istediğimizi ortaya koyalım.

Bu küresel kuruluşun araştırma sonuçları, Çin’in aradan geçen süre zarfında sekiz yüz (800) milyon kişinin ekonomik gelişmeden yararlandığını ortaya koyuyor.

Bugün nüfusu 1.5 milyara yaklaştığı dikkate alınacak olursa Çin’de, toplumun yarısından fazlasını içine alan bir ekonomik büyüme performansı sergilendiği ortadadır.

Peki, Çin siyasal rejimini oluşturan komünist ideolojiyi, benzer şekilde ekonomisinin de temelleri olarak alıp sürdürseydi, bugün geldiği noktaya ulaşabilir miydi?

Bunu aslında, eksperimental olarak SSCB ve aralarında, Arap ülkelerinin de bulunduğu komünist blok içerisindeki uydu ülkeler de ortaya koymuştu.

Bu siyasi yapının geride bıraktığı, diğerleri bir yana, Rusya ve örneğin, ilgili Arap ülkelerinin bugün içinde bulundukları durum ortada...

Evet, Rusya siyasi ve askeri olarak ayakları üzerinde durmakla kalmıyor, Batı’yı tehdit boyutunda gayet önemli adımlar atıyor.

Ancak, ekonomik büyüme ve bunu toplumun geniş kesimlerine ulaştırma ve hatta, bunu başka ülkelere yayma konusunda Çin’in ortaya koyduğu ‘başarıyı’ sergileyemiyor.

Çin, hız keser mi?

Kimi çevreler, Çin’in elde ettiği bu ekonomik modernleşme sürecinin, daha ne kadar devam edeceğini sorarak gizli/açık, Çin’in bir süre sonra hızının kesileceğini ileri sürebilir.

Buna kısmen katılmak mümkün. Kaldı ki, son birkaç yıllık veriler, Çin’in reel rakamlar dikkate alındığında gerileme evresine girdiğini gösteriyor.

Çin’in, yanı başındaki komşusu Japonya’da ve Batı’da da, benzeri süreçlerin yaşanıyor olmasını doğrusal bir benzerlik olarak alıp alınamayacağı tartışmalıdır...

Ancak, özellikle son otuz, kırk yılın bize gösterdiği bir Çin deyenimi de ortada duruyor.

Ayrıca, bu hız kesmenin Çin’in oluşturduğu komünist-kapitalist eklektiğinden mi kaynaklanacağı yoksa, başka faktörlerin mi işin içine katılacağını da hesaba katmak gerekir.

O da, komünist ideolojinin varlığının yanına, ekonomik gerekliliklerde kapitalist sistemi harekete geçirerek büyümeyi sağlamaktır.

Çin tarzı modernleşme

Çin’in ortaya koymuş olduğu ekonomik kalkınma başarısının kanıtı ise, komünist siyasal rejimine karşılık ve de bir milyarı aşkın nüfusu idare kapasitesi sergileyerek bugüne kadar gelmesidir.

Bir başka deyişle, bu olan biten aslında, bir “Çin tarzı modernleşmedir”...

Çin yönetimi, bu yaşanan süreci örneğin, Batı’yı yakalama adına salt bir modernleşme olarak tanımlamıyor.

Bunun ötesine geçerek, medeniyet boyutunda değerlendirerek, “insanlığın medeniyet kurma çabalarında, yeni bir model” olarak tanımlıyor ve de lanse ediyor.

Bu, gayet iddialı bir yaklaşım...

Medeniyet yansıması

Şayet ortada bir medeniyet olgusu varsa, herhalde durup bunun üzerinde uzun boylu düşünmesi gerekenlerin başında, halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan ülkeler gelmeli...

Bu yaklaşıma, örneğin, Çin’le ilişkileri geliştirme noktasında sıraya girmiş ve aralarında, halkının büyük çoğunluğu olan ülkeler de dahil olmak üzere nasıl bir karşılık verecekleri merak konusudur.

Çin’le ilişkileri sadece, bu ülkenin varsıllığından pay alma yani, pragmatik olarak mı değerlendiriyorlar?

Yoksa, Batı’yla zaten sorunlu olan ‘medeniyet’ problemine bir alternatif olarak görüp ‘komünist de olsa’, Çin’in oluşturmaya çalıştığı ‘yeni medeniyet evreni’ içerisinde yer almaya mı başlayacaklar?

Bir başka deyişle, Batı medeniyeti karşısında, bir Doğu’lu olmaklığıyla ‘bizden’ kabul edilebilecek, yeni bir medeniyet inşacısının peşine mi takınılacak?

Çin’de yaşanmakta olan ekonomik büyüme sürecinin, özellikle komünist ideolojiye bağlı kalarak devam ettirilip ettirilmemesi hiç kuşku yok ki, Çin siyasi elitinin adına reform denilen süreçleri, sürdürülebilir bir şekilde gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğine bağlıdır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/cinde-reform-soylemi-reformist-discourse-in-china/

 

15 Temmuz 2024 Pazartesi

Darbeler ve antropolojik benzerlikler / Coups de etats and anthropological similarites

Mehmet Özay                                                                                                                            15.07.2024

Toplum hafızasında, görece yeni bir hadisenin -bir kez daha, yenilenmesi ile karşı karşıyayız bugün...

15 Temmuz’u nasıl anlamak gerektiği, olan biteni araçsallaştırılmış ordu unsurlarıyla yapılandırılmış bir teşebbüs, meşru bir hükümeti alt etme vb. bir girişim olarak görüp geçiştirmek mi yoksa, bu hadise ile tarihde, benzerleri arasında bir tür devamlılık ile bu devamlılığa neden olan tarihsizlik ve hafızasızlık üzerinde mi durmak gerekir?

Hafıza vurgusu

Toplumlar için, tarihi hafızanın önemine kuşku yok...

Tarih boyunca toplumların var olması ve gelişiminde böylesine güçlü hafızanın varlığı söz konusu iken, benzer şekilde, ancak zıddı bir istikamette güçlü bir hafızaya sahip olamamanın toplumlara nelere mal olduğunu yine bize taih gösteriyor.

Türk tarihinin diyelim ki, -klasik bir yaklaşımla-, son bin yıllık süreci dikkate alındığında, Selçuklular bölümü bir yana, Osmanlılar döneminin daha ortalarına varmadan gündeme gelmeye başlayan ve belki de, abartılı bir ifade kabul edilse de, bugünlere kadar uzanan önemli dönüşümlere ve değişimlere tanık olunuyor.

Bu dönüşüm ve değişimlerin temel aktörlerini ise ellerine güç temerküz etmiş ordulu -bizatihi kendileri ordu olmakla veya ordu destekli sivilimsi yapılar, bunların lider ve diğer takipçi kadroları oluşturuyordu.

Şayet on yılı dolmamış bir gelişmeyi böylesine uzun dönemli bir tarihsel geçmişe yayarak anlamak gerekiyorsa, karşımıza sadece tarihi vakılar ve bu vakıalara örüntüleyen benzer hasletlere sahip bireyleri ve grupları mı anlamak gerekir?

Ve böyle yapıldığında, acaba tarihin ötesinde ve dışında antropolojik karakteristikler üzerinde durmak gerekmez mi?

Öte yandan, bu dönüşüm ve değişimlerin kendinde mi, dış faktörlerden mi, iç faktörlerden mi, ya da dış/öteki toplumlara yönelik analitik yaklaşımların eksikliğinden mi, iç gelişmelerden ders alınamamasından mı, kaynaklandığı gibi bir dizi soruyu aynı anda sıralamak mümkündür.

Analitik yaklaşım

Bugün, 15 Temmuz 2016’nın acılı hatırasına bir kez daha dikkate çekilirken, bu gelişmeye yol açan toplumsal ve siyasal olgulara, değişimlere, yönelimelere dair analitik ve geniş çerçeveli ele alışların düşünüşlerin olup olmadığını da aynı anda ele almak gerekiyor.

Bu söylemin yönünün biraz değiştirerek, “acaba darbeye tevessüle sevk eden nedir?” sorusunu sormak gerekir.

Son darbe teşebbüsü olgusunu, modern dönem siyasal rejimler içerisinde üreyen, üretilen tabiri caizse, siyaset rantının güç ve zorba bir yöntemle ele geçirilmesi kadar, tarihin erken dönemlerinden itibaren karşılaşılan dini içerikle ayaklanmacı eğilimlerin bir tür tekrarı olarak görmek te mümkün.

Burada bir karşılaştırma yapılacak olursa, 1997 güçlü muhtırasına ‘postmodern darbe’ adı verilirken, 2016 darbe teşebbüsünü nasıl açıklamak gerektiği konusunda kafaların karışık olmadığı söylenemez mi?

Bunun nedenini, belki ilkini, devlet içerisinde yapısallığı kesin olan bir kurum tarafından gerçekleştirilmesi ile, ikincisine yönelik anlama çabasındaki zorlukta görmek mümkün.

Devleti ele geçirme kutsallığı

Bu son iki gelişmeyi karşılaştırmayı teşvik anlamında bir diğer soru, “Devleti ele geçirme’ sendromunda bu iki darbe/girişimleri ne tür benzerlikler taşıyor?”  

Tam da bu noktada, ‘devlet’ olgusu söz konusu olduğunda, yukarıda değindiğim Osmanlı dönemi gelişmeleri hatırlamak gerekiyor.

Devlet olgusu sadece kavramsal olarak değil, bir anlamda, fiili ve fiziki olarak da, kutsal bir yapı kabul edilirken, bu kutsal yapıya egemen olmanın da, bir tür kutsallığı içinde barındırdığını ve bu kutsallığı elde etmenin -meşru yöntemlerle olup olmadığı bir yana-, temel bir hedef olarak gündeme geldiğini söyleyebiliriz.  

Söz konusu bu kutsallık modern ve seküler formuyla ortaya çıkabildiği gibi, geleneksel ve dini bağlamıyla da gündeme gelebilmektedir.

Bu birbirine zıd gibi gözüken ancak, hedefler ve yapılaşmalar noktasında benzerlik, aynı zamanda seküler anlamda ‘kurtarıcılık’ ile geleneksel ve dini anlamda ‘mehdicilik’in birbiriyle örtüştüğünü söylemek yanlış olmayacaktır.

Nihayetinde, ulus-devlet -olumlulukları kadar- olumsuzlukları içerisinde giderek daha çok dikkat çeken katı determinist devletçilik ile bunun, yine katı ve determinist liderlik profillerinde karşılık bulduğunu unutmamak gerekir.

Antropolojik zemin

Temelde bir yandan, antropolojik özellik öte yandan, siyasal, dini ideolojik nitelik bu yapıları birbirlerine yaklaştırırken, bu yapıları izleyenler için, ortada ciddi anlamda sorgulanmayı gerektiren bir durumun olduğuna kuşku yok.

Bu da, devletin ele geçirilebilecek bir yapı olmadığının, bireylerin ve toplumların paylaşım evreninin temelini oluşturmasıyla ortak bir zemin teşkil ettiğini yeniden ortaya koymak gerekiyor.

Bunu sivil ve entellektüel bir görev addedecek isek, bunun kolay olmadığı da bir o kadar aşikârdır.

Bu tutum, bütüncül bir sorgulamayı gerektirirken bu sorgulamadan modern devlet algısı ve olgusu ile geleneksel, dini bağlamda devlete biçilen rol ve öneme dair bir bütünsellik teşkil ettiğini söylemekte fayda var.

https://guneydoguasyacalismalari.com/darbeler-ve-antropolojik-benzerlikler-coups-de-etats-and-anthropological-similarities/