Mehmet Özay 01.06.2022
ABD’nin küresel güç olma iddiasını sürdürmesi önündeki en önemli engelin, Rusya’dan ziyade Çin olduğuna zaman zaman değiniyoruz.
Bu yaklaşım, bugün Doğu Avrupa’da yaşanan gelişmenin
önemli olmadığı anlamına gelmiyor. Aksine, Rusya’nın başta yanı başındaki
Avrupa’yı ve geneli itibarıyla Batı’yı tehdit eden duruşunun ardından, dünyanın
ikinci büyük ekonomi gücü Çin’in olması, gerçek aktörün Çin olduğuna işaret
ediyor.
Öte yandan, Rusya ve Çin arasında Soğuk Savaş sonrası
tedrici olarak gelişen ikili ilişkiler ve yakınlaşma süreçlerinin, henüz
Batı’daki siyasi ve ekonomik birliklere benzer şekilde meyvelerini verdiğini
söylemek güç.
Bununla birlikte, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin ardından,
Çin’in Rusya’ya vermekte olduğu ve sadece BM Güvenlik Konseyi’ndeki oylamalar
bağlamında siyasi alanla da sınırlı olmayan desteğinin bir anlamda, test
edildiğini ve yeni gelişmelere ne türden bir adaptasyonun sağlanacağına dair
tecrübe anlamı taşıdığını söylemek gerekir.
Çin’in ABD karşısında rakipliği
Bu noktada, ABD’nin ekonomi alanı kadar giderek siyasi ve
askeri alanlarda da en önemli rakibi konumunda olan bir Çin var karşımızda. Bu
gerçek, ABD senatosunda ve de doğrudan ve dolaylı olarak kamuoyunda, parti
farkı gözetilmeksizin Çin’in öncelikli rakip ülke kabul edilmesiyle de
destekleniyor.
Çin’in, önce kendi hinterlandında yani, bir yanda Güney
Çin Denizi bölgesinde yani, ASEAN; öte yandan Orta Asya bölgesindeki ülkelerle
ekonomik ve siyasi işbirliğini geliştirme ve pekiştirme yönündeki güçlü
eğilimleri söz konusuydu ve bunda bir değişiklik bulunmuyor. Bu gelişmenin
pragmatik nedenleri kadar tarihsel bağlamları da olduğu unutulmamalıdır.
Ardından ve özellikle, Şi Cinping’in başkanlığı ile
birlikte bu eğilim yine, bu zikredilen coğrafyalar üzerinden yani bir yandan
suyolları, öte yandan karayolları güzergâhı genişleyen bir evren olarak kendini
ortaya koyuyor. Bu noktada, suyollarından hareketle Batı Pasifikler, Hint
Okyanusu, Doğu ve Güney Afrika’ya uzanırken; karayolları ile Avrupa’ya ulaşan
bir boyuta sahip.
Küresel barış mı küresel çatışma mı?
Pekin yönetiminin, agresif bir şekilde uzun erimli plânlamalarla
ortaya koyduğu görülen ekonomi ve siyasal ilişkiler noktasındaki bu genişlemeci
siyasetinin, küresel barış ve ekonomik zenginleşmeye katkısı olmadığı
düşünülemez.
Ancak, burada küresel egemenlik konusunun paylaşımcı bir
nitelik arz etmekten ziyade, 2. Dünya Savaşı’nın hemen ardından kurulmaya
başlanan Batı yani, bir başka ifadeyle Anglo-Sakson dünyası öncelikli küresel
düzene yönelik bir karşı çıkış olduğu gayet aşikâr.
Tam da bu noktada şu gerçeği hatırlamakta yarar var: 2.
Dünya Savaş’ı sonrasında bir başka ifadeyle, Soğuk Savaş adıyla anılan dönemde,
bu kurulu düzene karşı çıkışın iki veçhesi bulunuyordu.
Bunlardan ilki,
SSCB önderliğindeki Varşova Paktı diğeri ise özellikle, gizli/açık
siyasi yönelimleriyle Bağlantısızlar Bloğu’ydu.
İkincisinin, yani Bağlantısızlar Bloğu’nun arzu edilen
gelişmeyi sağlayamamasında, adına ekonomik modernleşme denilen süreçte Batı’ya
bağımlılığın ortaya çıkmasının belirleyici olduğunu söylemek gerekir.
Birincisinin yani, Varşova Paktı’nın Batı karşısında
rekabetçi tutumunu sona erdiren ise özellikle, ekonomi-politikalarından neşet
eden kendi ideolojik sınırlılıklarının doğurduğu bir tükenmişlikle karşılaşması
oldu.
Bu yeni oluşan durumda, Batı özellikle de ABD yönetimi,
ideolojik olarak katı kontrol mekanizmalarını gevşetmek ve küresel topluma
ulaşmanın çeşitli imkânlarını ortaya koymak yerine, kendine yeni düşman
arayışına koyuluyordu.
Çin’in kontrol dışı ve beklenmedik gelişmesi
Bununla birlikte, aynı ABD’nin özellikle, 1970’lerin
ikinci yarısı ve sonrasında Çin’in dışa açılma politikalarını hem yönlendirmeye
başlamış olması, hem de ve bundan daha da öte, Çin siyasi elitinin dışa
açılmadan başka alternatifi olmadığını SSCB örneğinden tecrübe etmesi, yeni bir
kalkınma sürecinin Doğu Asya’da ortaya çıkmasına neden oldu.
Bu süreçte, kurulu küresel sistemin dengelerine uyacağı
varsayılan ve hatta bunun da ötesinde, benimsenen liberal ekonomi
politikalarının, Çin iç toplumsal dengelerinde kayda değer kırılmalara yol
açarak bir siyasal rejim değişikliğini getireceği beklentisi bulunuyordu.
Bu noktada, 1976’dan bu yana aradan geçen süreçte Çin’in
özellikle, 2000’lerin başından itibaren yeni bir küresel güç olacağı
öngörülerini doğrularken, herhangi bir siyasal dönüşümün ortaya çıkmamış olması
beklentiler kadar bugünkü çatışmacı ortamın keskinleşmesinde gayet önemli bir
etkisi bulunmaktadır.
Çin, ekonomik modernleşmesi ile kendine güvenini
kazanırken, bir yandan da tarihi tecrübesini veya ağırlığını hatırlamak
suretiyle özellikle kendi doğal hinterlandında siyasal ve askeri yönelimler
sergileme cesaretini gösteriyor.
Yeni yapıların oluşumu
Bu gelişme, 2013-2018 arasında Güney Çin Denizi
politikalarıyla küresel medyada karşılık bulurken, son birkaç yıldır, Batı
Pasifik’lere doğru genişleyen bir eğilim sergilemesi Anglo-Sakson sistemin
denizler üzerinden ve vasıtasıyla sahip olduğu egemenlik normlarını tehdit eder
hale gelmiştir.
Çin’in küresel siyasal aktörlüğü anlamına gelen bu
gelişmeler karşısında, tıpkı 2. Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi coğrafi
sınırları genişletilmiş Pasifiklerde bir başka ifadeyle, Hint-Pasifik
bölgesinde yeni Anglo-Sakson birlik tesisi gündeme getirilmektedir.
Quad ve Aukus’a dikkat çekmek suretiyle, 2021 yılının bu anlamda bir
dönüm noktası olduğunu söylemek gerekir. Her ne kadar özellikle Quad
bünyesinde Japonya ve Hindistan gibi Anglo-Sakson ülkeleri dışı bir yapılanmanın
varlığı ortada.
Bunun temel nedeni, tahmin edileceği üzere, Çin’in
ekonomik modernleşmesi paralel olarak siyasal ve askeri varlığını genişlemeci
bir yönde ortaya koymasının hem sınır ülkeleri olmaları, hem de tarihsel
rekabetin güçlü yansıması altındaki Japonya ve Hindistan tarafından pragmatik
olarak değerlendirilmekte olan adımlar olarak görmek gerekir.
Bununla birlikte, bünyesinde ABD, İngiltere,
Avustralya’yı barındıran Quad ve Aukus bir bütün olarak
düşünmekte yarar olduğuna kuşku yok. Mevcut jeo-politik gelişmeler bu şekilde
seyretmesi halinde, önümüzdeki dönemde, bu merkez yapıya eklemlenecek diğer
bazı Anglo-Sakson ülkeler ile diğer bazı bölge ülkelerini görme olasılığı
bulunuyor.
Yaşanan bu gelişmeleri, ekonomik kalkınmacı bir yönelimle
ve küresel siyasal sistemi kendi arzusu istikametinde yönlendirme eğilimi
sergilemeye çalışan Çin karşısında, Anglo-Sakson dünyasının temel bir karşı
çıkışı kabul etmek gerekiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder