Mehmet Özay 23.06.2022
Ulusal politikalar ve küresel gelişmeler ışığında bakıldığında, ABD’de son dönemde önemli bir imaj sorununun var olduğu görülmektedir.
Bu noktada, özellikle son iki dönemdir yani, Donald Trump
ile 2016’da başlayan ve Biden yönetimi ile bugüne kadar devam eden iç içe
geçmiş sorunların oluşturduğu imaj sorunu küresel sistemin artık, “tek güç
Amerika” söyleminin yerinin yeni söylemlere terk edişi anlamına geliyor.
Bununla birlikte, söz konusu gelişmenin nasıl bir yöne
doğru evrileceği konusunda ise henüz bir konsensüs olmadığı da bir gerçek.
Burada yaşanan sorun, ABD siyasi elitinin bu süreci
yönetim yönetemeyeceğine kilitlenirken, Trump döneminde olduğu gibi bugün Biden
yönetiminin de, bu konuda ilgili ülkelerin siyasi liderleri ve küresel
kamuoyuna kulak vermek yerine, ABD eksenli politika yapma sürecini devam
ettirme kararlılığı şeklinde tezahür ediyor.
Egemenlik ve sivillik
Söz konusu bu gelişmenin temelde iki kaynağı bulunuyor.
Birincisi, ABD iç politikasında özellikle göçmenler, Afro-Amerikalılar gibi
demografik yapıda Anglo-Saxon ağırlığın dışındakilerle ilgili yaşanan insan
hakları, sosyo-ekonomik geri kalmışlık, yabancı düşmanlığı vb. süreçlerle
ilgilidir.
İkincisi, dış politika ve uluslararası ilişkilerde, Soğuk
Savaş sonrası dönemle bağlantılıdır. Bu noktada,
1989 yılında yaşanan gelişmeler, ABD siyasal sistemi tarafından öngörülemeyecek
şekilde gündeme gelirken, ortaya çıkan yeni dünya düzeninde ABD, kendini tek ve
yenilenmiş bir aktör konumunda buldu.
Yukarıda ABD siyasal sistemince
öngörülemeyen dememize rağmen, bunun bir abartma olduğuna kuşku yok. Belki
şöyle söylemek gerekir, ABD Soğuk Savaş yıllarında Sovyet Rusya’ya karşı ortaya
koyduğu sindirme geriletme politikalarına karşın, Sovyet Rusya’nın kendi
toplumsal ve de ekonomik iç çelişkilerinin nasıl ve ne zaman etkisini
gösterebileceğini öngörememiş olabilir.
Çin, Rusya ve olası yeni aktörler
Soğuk Savaş’ın fiili olarak bitmesinden itibaren yaşanan
gelişmelere bakıldığında, ABD’nin küresel tek egemen güç yapısının, her ne
olursa olsun devamlılığının sağlanması konusunda açmazlar bulunuyor.
Soğuk Savaş yıllarının ardından, küresel sistemde yegâne
siyasi ve askeri güç konumuna geldiği iddia edilen ABD, bu yüzyılla birlikte
bir yandan, Çin ve Rusya’nın öte yandan, kalkınmakta olan bazı ülkelerin,
bölgesel aktörler olması arasında ters bir ilişkiden bahsetmek mümkün.
Bölgesel aktörler bağlamında orta büyüklükte ülkeler
olarak değerlendirilen Brezilya, Türkiye, Endonezya yeni bir sınıflandırmayla
öne çıkartılırken, Asya-Pasifik bölgesinde ASEAN gibi bölgesel yapılaşma dikkat
çekiyor.
Söz konusu bu ikinci grup ülkelerin ve bölgesel
birliklerin, ulusal politikalarındaki olumlu gelişmeler dış politikalarına ve
uluslararası ilişkilere yansımasına tanık olunurken, aynı zamanda, bu ülkelerin
diğer gelişmekte olan ülkelerce bir tür model ülke konumunda görülmeleri
küresel sistemde alternatiflerin ortaya çıkmakta olduğunu gösteriyor(du).
Bu genel bakış açısında, Çin ve Rusya’nın özel bir
yerinin olduğuna kuşku yok. Öyle ki, özellikle
Çin’in 2013’en bu yana uygulamakta olduğu ve görece küçük ülkelerle, özellikle
ekonomisi gayet sorunlu ülkeler üzerinden geliştirilen bir politika olarak gündeme
geliyor.
Rusya’nın ise, küresel sistem içerisinde gelişmiş ülkeler
birliği G-7’den 2014 yılında ayrılmasının ardından, gözünü yeni bir birlik
oluşumuna dikmiş gözüküyor.
Bu noktada, özellikle ABD’nin öncülüğünde Rusya’ya karşı başlatılan
çeşitli yaptırımların G-7 içinde
yarattığı olumsuz ekonomik koşullar karşısında Rusya yeni bir ekonomik blok
olarak NG8 yani, “Yeni Sekizli Grup”u gündeme getiriyor.
Bünyesinde Rusya, Çin, Hindistan, Endonezya, Brezilya, Meksika,
İran ve Türkiye’nin yer aldığı yapının küresel jeo-politikte yeni bir açılım
olacağı varsayılabilir.
Zıt kutuplar: Obama&Trump
Barack Obama’nın bir yandan, siyahi kökeni ve ailesinin
Üçüncü Dünya geçmişinin belli coğrafyalarda doğurduğu kayda değer psikolojik
etki ve sempatik duruma rağmen, ABD’nin küresel egemen yapısında yaşanan
gerileme eğilimi, Donald Trump ile birlikte neredeyse her geçen gün yeni bir
evreye doğru yönelim sergiledi.
Bu noktada, Obama’nın yukarıda dikkat çekilen bireysel
köken ilişkisinin, uluslararası politikada ve özellikle kamuoyunda oluşturduğu
sempatinin aksine, Trump hem tipik bireyselci, agresif Anglo-Sakson tavırlarını,
ABD politikalarının bir itici gücü haline getirdi.
Hatırlanacağı üzere, “Önce Amerika” söylemi, aslında “önce
ben” bağlamında, gayet bencilce gündeme getirilen psiko-sosyal tutumu, ulusal
ve uluslararası politikaya taşımasıyla, uluslararası çevrelerde ve kamuoyunda
hem ABD liderine, hem de bu ülkeye karşı bir iticilik oluşturdu.
Öyle ki, Trump’ın örneğin, Avrupa-Kuzey Amerika arasında
Atlantik ilişkileri bağlamında, Avrupalı liderlerle yaşadığı çatışma bunu gayet
iyi bir şekilde ortaya koymaktadır.
Öte yandan, Trump’ın Asya-Pasifik bölgesine yönelik
ziyaretlerine rağmen, belirli ülkeler dışında tüm bölgeyi neredeyse ABD’nin
birincil ilişkiler ağında akamete uğratan politikalara imza atması, sürecin hiç
kuşku yok ki, ABD aleyhine dönmesine neden oldu.
Bu sürecin akıllarda kalan ve bugün halen etkisi devam
eden en önemli politikalarından biri ise, Çin’le yaşanan ticaret savaşları
oldu.
Demokratlar’da çözüm arayışı mı, kafa
karışıklığı mı?
ABD’de seçimlerin hemen ardından Donald Trump’ın söylemleri
dikkate alınacak olursa, Demokratların şaibeli seçim zaferiyle gelen Joe
Biden’in “yeniden güçlü Amerika” söylemi, ulusal politikada etnik ve
sosyo-politik farkları aşılmasıyla bir tür ulusal birliğin tesisi yönünde bir
eğilim sergiledi.
Trump dönemi politikaları ve seçimden kısa bir süre önce yani,
2020 Mayıs’ında George Floyd adlı siyahi Amerikalının, polisin aşırı güç
kullanması sonucu hayatını kaybetmesiyle başlayan eylemlerin, Demokratların
kampanya dönemi ve aday belirleme süreçlerine doğrudan etkisi bulunuyordu.
Bu noktada, hiç kuşku yok ki, başta başkan yardımcısı
Kamala Harris olmak üzere, çok farklı etnik yapıya mensup politikacıların
kabinede ve bürokraside yer alması bir sürpriz değildi.
Demokratların bu açılımı, bir tür sosyal demokrat
görünümün geniş kamusal alanda ortaya çıkmasına yol açarken, küresel kamuoyunda
olumlu denilebilecek algıların tesisine neden oldu.
Biden yönetimi, çok etnikli Amerikan toplumunun bir
anlamda iktidara taşınması sürecini, uluslararası ilişkilerde yeni bir dönemin
işareti olarak sergilemede ise başarılı olamadı.
Öyle ki, kovid-19 pandemisinin doğurduğu ve özellikle,
başta Çin Halk Cumhuriyeti’yle ilişkiler olmak üzere, Asya-Pasifik bölgesine
yönelimin gecikmeli olarak ortaya konması, Barack Obama döneminde öne çıkan bu
bölgeyle ilişkilerin geliştirilmesinin önünde bir engel olarak belirdi.
Bunun ardından, 2021 yılı Ağustos ayında Afganistan’dan
çekilme ile başlayan ve ardından, Doğu Avrupa krizi ile devam eden önemli bir
gerileme süreci ortaya çıktı.
Afganistan politikası, ABD’nin demokrasi ve toplumsal
dönüşüm vurgularının epeyce bir yara almasına yol açarken, Doğu Avrupa
krizinden NATO özelinde ABD’nin sorumluluğu uluslararası ilişkilerde
“işbirliği” yerine, ABD’nin tek ve egemen aktör rolünün yeniden öne çıkmasına
neden oldu.
Aslında, Doğu Avrupa krizinde, ABD tek başına veya
NATO’nun öncü gücü olarak doğrudan sahnede olmasa da, Ukrayna’yı destekleyen
politik ve askeri açılımlarıyla hedefine Rusya’yı almış oldu.
Pek de kimsenin beklemediği bir şekilde Rusya’nın
Ukrayna’yı istilası, ABD yönetimi tarafından “Batılı değerlerin” güncellenmesi
ve bunun uluslararası siyasette öncü söylem olması kadar, öteki ülkelerin bu
yönde bir tercihi zorlayıcı bir politikaya evrilmesine neden oldu.
Bir anlamda, tıpkı 11 Eylül 2001 saldırıları sonrasında oğul
Bush döneminin “ya biz, ya ötekiler” söylemi uluslararası politikada öne çıktı
ve bu süreç devam ediyor. Rusya’nın hedef alındığı bu süreçte,
Asya-Pasifik önceliği
ABD yönetiminin ben-merkezcilik bağlamında ortaya çıkan imaj
sorununu ortadan kaldırmasında, Asya-Pasifik politikalarının belirleyici bir
rolü bulunuyor.
Bu bağlamda, Joe Biden yönetiminin ağır topları yani, başkan
yardımcısı Kamala Harris, dışişleri bakanı Anthony Blinken ile savunma bakanı
Lloyd Austin’in 2021 yılında birbirini takip eden Asya-Pasifik bölgesi
ziyaretlerinde kendini gayet açık bir şekilde ortaya koyuyordu.
Bu sürecin devamı olarak, geçtiğimiz Mayıs ayında Washington’da
ABD-ASEAN zirvesi, bir ABD başkanının uzun bir aradan sonra ASEAN liderleriyle
yüz yüze gelmesi anlamı taşıyordu.
ABD’nin önce Afganistan ve ardından Doğu Avrupa krizi ile
başlayan küresel arenada imaj kaybını yenileme çabası önemli bir süreç olarak
dikkatle izlenmeyi gerektiriyor.
Bununla birlikte, ABD yönetiminin küresel liderlik yaklaşımından
vaz geçmemesi ve bu noktada çeşitli yaptırımlarla süreci yönetebileceği
varsayımı karşısında, ortaya çıkan tepkiler aslında yeni alternatiflerin gündeme
gelebileceğini akla getiriyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder