30 Haziran 2022 Perşembe

Malezya’da uluslararası forumda BM kadın sözleşmesi ele alındı / The UN women resolution held in an International forum in Malaysia

Mehmet Özay                                                                                                                            30.06.2022

Kadınların temelde çatışma ve savaş ortamlarında güvenliklerini konu alan ve “Kadın, Barış ve Sürdürülebilirlik” (Women, Peace and Sustainability-WPS) bağlamında, Birleşmiş Milletler 1325 Sayı’lı kararı ile ilgili gelişmeler bugün Kuala Lumpur’da ele alındı.

Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi’ne bağlı İslam Düşüncesi ve Medeniyeti Enstitüsü’ndeki (ISTAC) etkinlik, Belçika Büyükelçiliği işbirliği ile gerçekleştirildi.

Genel olarak kadın güvenliğini konu alan BM genel kurul kararı ile ilgili gerçekleştirilen uluslararası nitelikli foruma başta, Malezya’dan çeşitli kamu sektörleri kadın liderleri ve araştırmacılar olmak üzere sivil toplum temsilcileri, BM koordinatörü, İrlanda’nın BM daimi temsilcisi sunumlarıyla katıldı.

BM’nin ilgili kararını Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (Association of Southeast Asian Nations-ASEAN) bölgesinde Endonezya ve Filipinler benimsemiş bulunuyor. Söz konusu uluslararası forumun gerçekleştirilmesinden de anlaşılacağı üzere, Malezya söz konusu kararı tanıma konusunda çalışmalara başlamış bulunuyor.

Bu noktada, konunun bugün gündeme gelmesinde özellikle, kovid-19 sürecinde yaşanan mağduriyetlerde kadının yerinin öne çıkmasının rolü büyük. Söz konusu bu gelişme, BM’nin ilgili kararının, kadının toplumsal yapı içerisindeki yerinin ülke, bölge ve küresel boyutta yeniden gündeme taşınmasında ve var olan kararın çeşitli resmi ve sivil kurumlar işbirliğiyle hayata geçirilmesindeki aciliyete işaret ediyor.

Bu çerçevede, gerek çatışma ve savaş bölgelerindeki kadınlara erişimde gerekse kovid-19 gibi küresel etkileri olan sağlık/doğal gelişmelere müdahale ve mücadelelerde kadın liderliğinin de gündeme getirilmesi önemliydi.

Malezya örneği

Malezya’nın bu kararı henüz onamamış ve ulusal eylem plânı hazırlamamış olmasını, ilk etapta bir olumsuzluk olarak düşünmek mümkün.

Ancak, ilgili kararın çatışma ve savaş bölgeleri özelinde olduğu dikkate alındığında, Malezya’nın sivil ve resmi kurumlarının dünyanın farklı bölgelerinde kadınların maruz kaldıkları zorlukların aşılmasındaki rolü ve işlevini, farklı bir şekilde değerlendirmek gerekir.

Bu noktada, forumun ana konuşmacılarından Prof. Dr. Jemilah binti Mahmood, “Mercy Malaysia” bünyesinde Kosova, Afganistan, Endonezya, Sudan, Irak, Sri Lanka, Kongo Demokratik Cumhuriyeti gibi bölgelerdeki savaş ve çatışma alanları ile doğal afetler sonrası gelişmelere müdahaleleri ve özellikle kadınların barış süreçlerine adaptasyonu ve bunun sürdürülebilirliği noktasındaki ortaya konulan tecrübeleri dikkat çekicidir.

Bu durum, kadınların çatışma ve savaş ortamlarında maruz kaldıkları fiziksel ve maddi yoksunlukların üstesinden gelinebilmesi için BM tarafından ilgili kararın alınmasından çok daha öncesinden başlayarak, Malezya sivil ve resmi kuruluşlarınca gerekli yardım ve müdahalelerin gerçekleştirildiğini gösteriyor.

Bu noktada, bugün söz konusu uluslararası forumun Kuala Lumpur’da gerçekleştirilmesi aslında, Jemilah Binti Mahmood Hoca’nın ve diğer bazı katılımcıların tecrübelerinden hareketle, BM’nin 1325 sayılı kararının günün koşullarına aktarılmasına matuf olduğunu söyleyebiliriz. 

Bu durum, bir yandan Malezya’nın ilgili kararı resmi olarak tanıması sürecine katkı yapacağı beklentisini doğururken, aynı zamanda ASEAN özelinde konuyla ilgili tüm aktörlerin bölgesel işbirliğinin başlatılmasına ve geliştirilmesine yönelik bir amacı da içinde taşıyor.

Toplumsal cinsiyet sorunu (mu?)

BM’nin 1325 sayılı kararı özellikle, çatışma ve savaş bölgelerinde kadınlara yönelik çeşitli zulümleri önlemeye yönelik olarak gündeme getirilse de, uluslararası foruma katılan özellikle, yabancı konukların sunumlarında konunun toplumsal cinsiyet eşitliği üzerinden değerlendirilmeye çalışılması dikkat çekiyordu.

Bu bağlamda değerlendirildiğinde bugünkü uluslararası forumun da, iki farklı boyutta ortaya konulduğunu söylemek gerekir.

İlki, kadınların çeşitli süreçlerde maruz kaldıkları toplumsal geri kalmışlık durumlarının ortadan kaldırılmasıyla ilgilidir. İkincisi ise, kadın-erkek eşitliğini, Batı Avrupa / Kuzey Amerika toplumlarının tecrübe ettikleri tarihsel ve sosyal değişimlerin ürünü olarak ortaya çıkan ve kadın olgusunun ideolojikleştirilmiş haliyle Doğu toplumlarına ithâli meselesidir.

İkinci duruma dair, yani Batı’daki toplumsal süreçlerin ürünü olarak kadın olgusunu/sorununu, modern dünyanın felsefi temellerinin açık bir şekilde ortaya konduğu Aydınlanma düşüncesinden bağımsız ele almak mümkün değildir.

Bu sürecin üretimi olan sosyolojik ve siyasal tutumların uzantısı olarak kadın olgusuna yaklaşım, Batı dünyasında kendini feminizm akımı/ideolojisi olarak gündeme taşımıştır. Bu konudaki bazı görüşlerimiz için, daha önce kaleme aldığımız yazılara göz atılabilir.

Toplumsal eşitlikle ilgili dikkat çeken boyut hiç kuşku yok ki, istatistiki/matematiksel eşitlik düşüncesinin gizli/açık gündeme taşınması arzusudur. Bu noktada, katı seküler feminist bağlam ile Malezya gibi kahir ekseriyeti Müslüman olan toplumlarda kadın ve erkek ilişkileri, kadının toplumsal konumu vb. konuların ele alınışının birbirinden ayırt edilmesi gerekir.

Bugünkü foruma katılan başörtülü, Müslüman kimlikli bazı katılımcıların söylemlerinin, ‘katı seküler feminist bağlamı’ göz ardı eden ve/ya böylesi bir düşüncenin felsefi ve sosyolojik arka plânını dikkate alma gereği duymayan bir bağlamı olduğunu söyleyebiliriz.

Bunun, -bu yazıda ele alınmasına gerek olmayan- bazı anlaşılabilir nedenleri olduğuna kuşku yok… Aynı zamanda, mevcut toplumsal yapı içerisinde kadının konumu özelinde bir değişim sürecinin olduğunu yadsımakta mümkün değil. Ancak, katı seküler feminist bağlam ile Müslüman kadının bizatihi kendini çeşitli toplumsal kurumlarda var etme çabası arasında temel bir fark olduğunu gözden kaçırmamak gerekir.

Geniş Malay toplumu ve kadın olgusu

Bu çerçevede, etkinliğin gerçekleştirdiği Malezya toplumu özelinde ve Güneydoğu Asya’daki geniş Malay toplumları bağlamında kadın olgusunu ayrı bir değerlendirmeye tabi tutmak gerekir.

Genel itibarıyla, ‘kadın ve haklar’ konusuna bakıldığında, özelde Malezya genelde geniş Malay toplumu olarak adlandırdığımız Güneydoğu Asya’daki Müslüman toplumlarda farklı bir toplumsal gerçekliğin olduğu görülür.

Bu noktada, hem tarihsel süreç, hem de modern-ulus devletler bağlamlarında geniş Malay toplumlarında Müslüman kadının içinde yer aldıkları toplumsal yapılar içindeki konumunun örneğin, Ortadoğu eksenli toplumsallaşmalardan farklılık arz ettiğini söylemekte yarar var.

Malezya ve bizim tanımlamamızla geniş Malay toplumlarında, kadının toplumsal yapı içerisindeki yeri, dini ve kültürel bağlamlarıyla kendini ortaya koyarken, modern ulus-devletlerin -yerel değerleri göz ardı etmeyen- kendine özgü yapılaştırıcılığı, kadının rolünü/işlevini değişimin motoru yapmak yerine, değişim içerisinde kadına geçmişteki rolünü güncelleyerek bir yer vererek ortaya koymuştur. Bu durum, eğitim kurumlarından, kadının iş dünyasındaki yerine kadar istatistiki verilerde karşılık bulmaktadır.

Kadının toplumsal konumundaki mevcut durumu, aşılması gereken bir zorluk olarak görmek yerine, tarihsel gelişim içerisinde -diğer toplumsal kurumlar gibi- değişim sürecine adaptasyon ve hatta değişimi yönlendirme kabilinden bir süreçte görmek gerekir.

Bu noktada, kadınlara yönelik hakların, feminizm özelinde ve sınırlarında dile getirilmesinin doğurduğu sorunların özellikle, Ortadoğu’daki Müslüman toplumlarda gündemin ilk sıralarındaki sorunlardan olması şaşırtıcı değildir.

Bu konunun sadece Müslüman toplumlarla da sınırlı olmadığını örneğin, Asya’nın Müslüman olmayan, ancak Batı’dan farklı kültürel yapılara sahip çeşitli ülkelerinde de gözlemlenebildiğini söylemek gerekir.

Bu çerçevede, bugün Kuala Lumpur’da düzenlenen forumun acaba, bize nasıl bir mesaj vermek istediğini sorduğumuzda, karşımıza iki farklı açılımın çıktığını görürüz.

İlki,  Malezya gibi görece geç dönemde ulus-devlet niteliği kazanmış bir toplumda kalkınmacı modernleşme, benzeri toplumlardan farklı olarak görece kısa bir sürede gerçekleşirken, bunda Müslüman kadının göz ardı edilemeyecek bir rolü olduğunu vurgulamak gerekir.

Kalkınma süreçlerinin devamlılığı göz önüne alındığında bugünkü toplumsal yapıda kadının yüksek-öğretim kurumu, sivil ve resmi kurumlardaki konumu gibi göstergelerde kadının sadece yerini değil, sahip olduğu Müslüman-Malay değerleriyle var olduğunu dikkatle değerlendirmek gerekir. Bu durum, yukarıda değindiğimiz üzere, toplumu değiştirirken kadını bir araç olarak kullanmak değil, kadını var olan ve benimsediği değerlerde geniş toplumsal değişimde aktör konumuna taşımak anlamına geliyor.

Bu ifadeyi gündeme getirirken, Malezya’yı oluşturan Müslüman olmayan diğer etnik yapıları paranteze aldığımı söylemeliyim. Bunu bir ayrıştırmacılık olarak değil, ancak genel olarak Malay toplumlarında kadının toplumsal ve ekonomik yaşama katılımı konusundaki benzerlikten hareketle ifade ettiğimi belirtmeliyim.

İkinci durum ise, BM’nin 1325 No’lu kararını, farklı yorumlamalara konu ederek, toplumsal gelişim süreçlerinde geri kaldığı belirtilen kadını, kendi ayakları üzerinde tutmanın yegâne aracı olarak kadın liderliğinin öncellenmesi meselesidir.

Bu noktada, tartışmaya konu olan ‘kadın, barış ve sürdürülebilirlik’ olgusu üzerinde neredeyse tüm katılımcıların dile getirdikleri şekilde, sivil ve resmi tüm ilgili tarafların sık ve yoğun etkileşim halinde bulunarak ortak bir hedef oluşturma ve bu hedefe ulaşacak araçlar üzerinde konsensüs sağlamaları gerekiyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/06/30/malezya-uluslararasi-forumda-bm-kadin-sozlesmesi-ele-alindi-the-un-women-resolution-held-in-an-international-forum-in-malaysia/

Endonezya’da başkanlık seçimlerine doğru / Towards the presidential elections in Indonesia

Mehmet Özay                                                                                                                            27.06.2022

Endonezya’da başkanlık seçimlerine bir buçuk yıla yakın bir süre kalırken, mevcut başkan Joko Widodo (Jokowi) kendi dönemini en iyi şekilde sonuçlandırma çabası sergilerken, olası adayların koalisyon görüşmelerinin de başladığı görülüyor.

2014 ve 2019 seçimlerini, rakibi eski general Prabowo Subianto karşısında kazanmak suretiyle, son iki dönemdir başkanlık koltuğunda oturan Jokowi’nin, en zorlu yönetiminin kovid-19 süreci olduğuna kuşku yok.

Kovid-19 sürecine değin, Jokowi yönetiminin en önemi vurgusu, ülke ekonomisini daha ileri noktalara taşımak ve bunun temel araçlarından biri olan alt yapı faaliyetlerine ağırlık vermekti.

Böylece, başkan Jokowi, kendisinden önceki altı devlet başkanıyla benzer önemde tarihe geçmesini sağlayacak politikalarıyla öne çıkıyordu.

Gerek, 270 milyonluk nüfusa sahip olmanın iç piyasa kazandırdığı dinamizm gerekse, ASEAN bünyesindeki ekonomik işbirliğinin kapısının özellikle, 2015 yılında ASEAN Ekonomi Topluluğu (ASEAN Economic Communty-AEC) aralanmış olması Endonezya ekonomisinin gelişmesinde önemli rol oynuyor.

Endonezya’nın ASEAN ülkeleri içinde, son on yılda doğrudan dış yatırım çekme noktasında Vietnam, Singapur ile birlikte ilk üçte yer alması ekonomi alanında atılan adımların ve yukarıda dikkat çekilen süreçlerin katkısı olduğuna kuşku yok.

Dış yatırıma vurgu

Bununla birlikte, çok farklı yatırım özelliklerine sahip ülkenin dört bir yanında yoksulluk ve geri kalmışlıkla mücadelede de önemli bir enstrüman olan, doğrudan dış yatırımın yeterli olduğu söylenemez.

Öyle ki, başkan Jokowi’nin hem uluslararası ziyaretlerinde ve uluslararası toplantılarda dış yatırımı öncelikli bir konu olarak gündeme getirmesi bir yandan, ülke kalkınmasında var olan zorluğu ortaya koyduğu gibi öte yandan, bir siyasi lider olarak bu konudaki azminin de bir göstergesi kabul etmek gerekir.

Bu çerçevede, örneğin yeni başkentin kurulması, hava ve deniz limanlarının yenilenmesi gibi çeşitli alt yapı çalışmalarıyla ulusal kalkınmaya katkısı anlamına gelecek bu yöndeki politikalarının akamete uğraması bu döneme, yani kovid-19 sürecine rastlıyor.

Bu noktada, başkan Jokowi’nin son iki buçuk yıla varan kovid-19 sürecinde, 270 milyonluk nüfusa sahip Endonezya’yı en iyi biçimde yönetebildiği yönündeki görüşler de bu anlamda dikkat çekiyor. 

2024 seçimleri

2014 ve 2019 seçimlerini rakibi Prabowo Subianto karşısında kazanmak suretiyle, son iki dönemdir başkanlık koltuğunda oturan Jokowi’nin, seçim yasasına göre aday olamayacağı dikkate alındığında, Endonezya’da ulusal siyasette yeni bir dönemin başlayacağı anlamı taşıyor.

Jokowi’nin Doğu Cava’da Solo şehri belediye başkanlığından itibaren destekçisi olan Megawati’nin başında bulunduğu Endonezya Mücadeleci Demokrasi Partisi (Perjuangan Demokrasi Indonesia-PDI-P), henüz bir aday belirlememiş gözüküyor.

Bunun yanı sıra, iki dönemdir iktidarda söz sahibi olan PDI-I’nin hangi adayla yarışa devam edeceği merak konusu. PDI-P çevrelerinde ne artık iyice yaşlanmış Megawati’nin adaylığı ne de, geniş halk kesimlerinde popülerliği bulunmayan kızı Maharani’nin aday gösterilmesinin beklendiğini söylemek güç.

2014 ve 2019 başkanlık seçimlerinde Jokowi’nin rakibi olarak siyaset sahnesinde yer alan eski general ve Gerindra partisi başkanı Prabowo Subianto’nun başkan olma arzusu devam ediyor.

2019 seçimlerinin ardından, Jokowi’nin bir anlamda ulusal birliğin tesisi adına Prabowo’yu savunma bakanı olarak kabineye alması, muhalif söylemin bir şekilde yumuşatılması anlamı taşıyordu.

Bugün ise, bakan Prabowo’nun 2024 seçimleri öncesinde bazı siyasi parti liderleriyle lobi faaliyetleri yaptığı biliniyor.

Son dönemde PDI-P lideri Megawati ile Gerindra lideri Prabowo arasında görüşmeler yaşansa da, 2014 ve 2019’da rakip olmuş bu iki siyasi yapının birleşmesi ihtimal dahilinde olsa da, büyük bir sürpriz olarak değerlendirmek gerekir.

Bu süreçte, PDI-P’nin yine tıpkı, Jokowi gibi yerel yönetimle önemli tecrübe kazanmış bir ismi başkan adayı olarak çıkartmaları mümkün gözüküyor. Bu noktada, Orta Cava Eyalet valisi Ganjar Pranowo’nun adının bir süredir gündemde olduğunu söyleyebiliriz. 

PDI-P’nin üst lider kadrosunun yanı sıra, süreçte Jokowi’nin de başkan adayı belirlenmesi sürecinde inisiyatif kullanacağını düşünmek mümkün. Bu noktada, Jokowi’nin kendisi gibi sivil eğilimleri güçlü, demokratik yapıyı öncelleyen bir adayı desteklemesi daha doğal bir gelişme olacaktır.

NAS-DEM önemi çıkıyor?

2011 yılında kurulan Ulusal-Demokratlar (Nasional Demokrat-NASDEM) lideri Surya Paloh, en azından şu anki gelişmelere bakıldığında kendisi başkan adayı olmayı düşünmediği anlaşılıyor.

Geçtiğimiz dönemde Jokowi’ye destek veren NAS-DEM’in önümüzdeki seçim sürecinde önemli koalisyon ortaklarından biri olacağını söylemek mümkün.

Bu noktada, NASDEM’in, 2002’de dönemin Megatawi Sukarnoputri iktidarında güvenlikten sorumlu bakanlık yapmış olan eski general Susilo Bambang Yudhoyonu’nun (SBY) partisi Demokratlar’ın rolünü üstlenmeye hazırlandığı ileri sürülebilir.

Bir yandan, son iki dönem başkan adayı olup kazanamamış aşırı milliyetçi ordu çevrelerinin temsilcisi kabul edilen Prabowo ile demokratik idealleri milliyetçilikle birleştiren NASDEM liderinin biraraya gelmesinin olası bir koalisyon zemini oluşturmak kadar, seçimlerin barışçıl bir süreçte geçmesi için bir siyasal sadakat konusunda anlaşmaları olarak yorumlanıyor.

Açıkçası bu görüşme içeriği bile güçlü aday konumundaki Prabowo’nun karşısında NAS-DEM’in güçlü bir parti olarak çıktığı şeklinde anlamak da mümkün.

Prabowo&Anies

Adaylar noktasında, bugün isimleri öne çıkan isimlere bakıldığında, Gerindra lideri Prabowo Subianto, Jakarta valisi Anies Baswedan isimlerinin ülkenin seçim borsasında önemli bir yeri bulunuyor.

Bu iki siyasetçi arasında belirleyici husus hiç kuşku yok ki, Prabowo’nun ordudan gelme bir siyasetçi olması; Anies’in ise daha önce kısa süreliğine de olsa eğitim bakanı olması ve ardından, özellikle Jokowi karşıtı bir şekilde İslamcı denilebilecek çevrelerin desteğiyle Jakarta valiliğini kazanmasıdır.

Bununla birlikte, İslamcı partilerin kendi aralarında bütüncül bir siyasal yapı oluşturamamaları, Anies’in milliyetçi kökenli partilerden en azından bazılarının desteğini almadan tek başına aday olabilecek bir çoğunluğu sağlamasının zor olduğunu gösteriyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/06/27/endonezyada-baskanlik-secimlerine-dogru-towards-the-presidential-elections-in-indonesia/

23 Haziran 2022 Perşembe

ABD’nin küresel arenada imaj sorunu / The issue of image of the US in global scene

Mehmet Özay                                                                                                                            23.06.2022

Ulusal politikalar ve küresel gelişmeler ışığında bakıldığında, ABD’de son dönemde önemli bir imaj sorununun var olduğu görülmektedir.

Bu noktada, özellikle son iki dönemdir yani, Donald Trump ile 2016’da başlayan ve Biden yönetimi ile bugüne kadar devam eden iç içe geçmiş sorunların oluşturduğu imaj sorunu küresel sistemin artık, “tek güç Amerika” söyleminin yerinin yeni söylemlere terk edişi anlamına geliyor.

Bununla birlikte, söz konusu gelişmenin nasıl bir yöne doğru evrileceği konusunda ise henüz bir konsensüs olmadığı da bir gerçek.

Burada yaşanan sorun, ABD siyasi elitinin bu süreci yönetim yönetemeyeceğine kilitlenirken, Trump döneminde olduğu gibi bugün Biden yönetiminin de, bu konuda ilgili ülkelerin siyasi liderleri ve küresel kamuoyuna kulak vermek yerine, ABD eksenli politika yapma sürecini devam ettirme kararlılığı şeklinde tezahür ediyor.

Egemenlik ve sivillik

Söz konusu bu gelişmenin temelde iki kaynağı bulunuyor. Birincisi, ABD iç politikasında özellikle göçmenler, Afro-Amerikalılar gibi demografik yapıda Anglo-Saxon ağırlığın dışındakilerle ilgili yaşanan insan hakları, sosyo-ekonomik geri kalmışlık, yabancı düşmanlığı vb. süreçlerle ilgilidir.

İkincisi, dış politika ve uluslararası ilişkilerde, Soğuk Savaş sonrası dönemle bağlantılıdır. Bu noktada, 1989 yılında yaşanan gelişmeler, ABD siyasal sistemi tarafından öngörülemeyecek şekilde gündeme gelirken, ortaya çıkan yeni dünya düzeninde ABD, kendini tek ve yenilenmiş bir aktör konumunda buldu.

Yukarıda ABD siyasal sistemince öngörülemeyen dememize rağmen, bunun bir abartma olduğuna kuşku yok. Belki şöyle söylemek gerekir, ABD Soğuk Savaş yıllarında Sovyet Rusya’ya karşı ortaya koyduğu sindirme geriletme politikalarına karşın, Sovyet Rusya’nın kendi toplumsal ve de ekonomik iç çelişkilerinin nasıl ve ne zaman etkisini gösterebileceğini öngörememiş olabilir.

 

Çin, Rusya ve olası yeni aktörler

Soğuk Savaş’ın fiili olarak bitmesinden itibaren yaşanan gelişmelere bakıldığında, ABD’nin küresel tek egemen güç yapısının, her ne olursa olsun devamlılığının sağlanması konusunda açmazlar bulunuyor.

Soğuk Savaş yıllarının ardından, küresel sistemde yegâne siyasi ve askeri güç konumuna geldiği iddia edilen ABD, bu yüzyılla birlikte bir yandan, Çin ve Rusya’nın öte yandan, kalkınmakta olan bazı ülkelerin, bölgesel aktörler olması arasında ters bir ilişkiden bahsetmek mümkün.

Bölgesel aktörler bağlamında orta büyüklükte ülkeler olarak değerlendirilen Brezilya, Türkiye, Endonezya yeni bir sınıflandırmayla öne çıkartılırken, Asya-Pasifik bölgesinde ASEAN gibi bölgesel yapılaşma dikkat çekiyor.

Söz konusu bu ikinci grup ülkelerin ve bölgesel birliklerin, ulusal politikalarındaki olumlu gelişmeler dış politikalarına ve uluslararası ilişkilere yansımasına tanık olunurken, aynı zamanda, bu ülkelerin diğer gelişmekte olan ülkelerce bir tür model ülke konumunda görülmeleri küresel sistemde alternatiflerin ortaya çıkmakta olduğunu gösteriyor(du).

Bu genel bakış açısında, Çin ve Rusya’nın özel bir yerinin olduğuna kuşku yok. Öyle ki, özellikle Çin’in 2013’en bu yana uygulamakta olduğu ve görece küçük ülkelerle, özellikle ekonomisi gayet sorunlu ülkeler üzerinden geliştirilen bir politika olarak gündeme geliyor.

Rusya’nın ise, küresel sistem içerisinde gelişmiş ülkeler birliği G-7’den 2014 yılında ayrılmasının ardından, gözünü yeni bir birlik oluşumuna dikmiş gözüküyor.

Bu noktada, özellikle ABD’nin öncülüğünde Rusya’ya karşı başlatılan çeşitli yaptırımların G-7  içinde yarattığı olumsuz ekonomik koşullar karşısında Rusya yeni bir ekonomik blok olarak NG8 yani, “Yeni Sekizli Grup”u gündeme getiriyor.

Bünyesinde Rusya, Çin, Hindistan, Endonezya, Brezilya, Meksika, İran ve Türkiye’nin yer aldığı yapının küresel jeo-politikte yeni bir açılım olacağı varsayılabilir.  

Zıt kutuplar: Obama&Trump

Barack Obama’nın bir yandan, siyahi kökeni ve ailesinin Üçüncü Dünya geçmişinin belli coğrafyalarda doğurduğu kayda değer psikolojik etki ve sempatik duruma rağmen, ABD’nin küresel egemen yapısında yaşanan gerileme eğilimi, Donald Trump ile birlikte neredeyse her geçen gün yeni bir evreye doğru yönelim sergiledi.

Bu noktada, Obama’nın yukarıda dikkat çekilen bireysel köken ilişkisinin, uluslararası politikada ve özellikle kamuoyunda oluşturduğu sempatinin aksine, Trump hem tipik bireyselci, agresif Anglo-Sakson tavırlarını, ABD politikalarının bir itici gücü haline getirdi.

Hatırlanacağı üzere, “Önce Amerika” söylemi, aslında “önce ben” bağlamında, gayet bencilce gündeme getirilen psiko-sosyal tutumu, ulusal ve uluslararası politikaya taşımasıyla, uluslararası çevrelerde ve kamuoyunda hem ABD liderine, hem de bu ülkeye karşı bir iticilik oluşturdu.

Öyle ki, Trump’ın örneğin, Avrupa-Kuzey Amerika arasında Atlantik ilişkileri bağlamında, Avrupalı liderlerle yaşadığı çatışma bunu gayet iyi bir şekilde ortaya koymaktadır.

Öte yandan, Trump’ın Asya-Pasifik bölgesine yönelik ziyaretlerine rağmen, belirli ülkeler dışında tüm bölgeyi neredeyse ABD’nin birincil ilişkiler ağında akamete uğratan politikalara imza atması, sürecin hiç kuşku yok ki, ABD aleyhine dönmesine neden oldu.

Bu sürecin akıllarda kalan ve bugün halen etkisi devam eden en önemli politikalarından biri ise, Çin’le yaşanan ticaret savaşları oldu.

Demokratlar’da çözüm arayışı mı, kafa karışıklığı mı?

ABD’de seçimlerin hemen ardından Donald Trump’ın söylemleri dikkate alınacak olursa, Demokratların şaibeli seçim zaferiyle gelen Joe Biden’in “yeniden güçlü Amerika” söylemi, ulusal politikada etnik ve sosyo-politik farkları aşılmasıyla bir tür ulusal birliğin tesisi yönünde bir eğilim sergiledi.

Trump dönemi politikaları ve seçimden kısa bir süre önce yani, 2020 Mayıs’ında George Floyd adlı siyahi Amerikalının, polisin aşırı güç kullanması sonucu hayatını kaybetmesiyle başlayan eylemlerin, Demokratların kampanya dönemi ve aday belirleme süreçlerine doğrudan etkisi bulunuyordu.

Bu noktada, hiç kuşku yok ki, başta başkan yardımcısı Kamala Harris olmak üzere, çok farklı etnik yapıya mensup politikacıların kabinede ve bürokraside yer alması bir sürpriz değildi.

Demokratların bu açılımı, bir tür sosyal demokrat görünümün geniş kamusal alanda ortaya çıkmasına yol açarken, küresel kamuoyunda olumlu denilebilecek algıların tesisine neden oldu.

Biden yönetimi, çok etnikli Amerikan toplumunun bir anlamda iktidara taşınması sürecini, uluslararası ilişkilerde yeni bir dönemin işareti olarak sergilemede ise başarılı olamadı.

Öyle ki, kovid-19 pandemisinin doğurduğu ve özellikle, başta Çin Halk Cumhuriyeti’yle ilişkiler olmak üzere, Asya-Pasifik bölgesine yönelimin gecikmeli olarak ortaya konması, Barack Obama döneminde öne çıkan bu bölgeyle ilişkilerin geliştirilmesinin önünde bir engel olarak belirdi.

Bunun ardından, 2021 yılı Ağustos ayında Afganistan’dan çekilme ile başlayan ve ardından, Doğu Avrupa krizi ile devam eden önemli bir gerileme süreci ortaya çıktı.

Afganistan politikası, ABD’nin demokrasi ve toplumsal dönüşüm vurgularının epeyce bir yara almasına yol açarken, Doğu Avrupa krizinden NATO özelinde ABD’nin sorumluluğu uluslararası ilişkilerde “işbirliği” yerine, ABD’nin tek ve egemen aktör rolünün yeniden öne çıkmasına neden oldu.

Aslında, Doğu Avrupa krizinde, ABD tek başına veya NATO’nun öncü gücü olarak doğrudan sahnede olmasa da, Ukrayna’yı destekleyen politik ve askeri açılımlarıyla hedefine Rusya’yı almış oldu.

Pek de kimsenin beklemediği bir şekilde Rusya’nın Ukrayna’yı istilası, ABD yönetimi tarafından “Batılı değerlerin” güncellenmesi ve bunun uluslararası siyasette öncü söylem olması kadar, öteki ülkelerin bu yönde bir tercihi zorlayıcı bir politikaya evrilmesine neden oldu.

Bir anlamda, tıpkı 11 Eylül 2001 saldırıları sonrasında oğul Bush döneminin “ya biz, ya ötekiler” söylemi uluslararası politikada öne çıktı ve bu süreç devam ediyor. Rusya’nın hedef alındığı bu süreçte,

Asya-Pasifik önceliği

ABD yönetiminin ben-merkezcilik bağlamında ortaya çıkan imaj sorununu ortadan kaldırmasında, Asya-Pasifik politikalarının belirleyici bir rolü bulunuyor.

Bu bağlamda, Joe Biden yönetiminin ağır topları yani, başkan yardımcısı Kamala Harris, dışişleri bakanı Anthony Blinken ile savunma bakanı Lloyd Austin’in 2021 yılında birbirini takip eden Asya-Pasifik bölgesi ziyaretlerinde kendini gayet açık bir şekilde ortaya koyuyordu.

Bu sürecin devamı olarak, geçtiğimiz Mayıs ayında Washington’da ABD-ASEAN zirvesi, bir ABD başkanının uzun bir aradan sonra ASEAN liderleriyle yüz yüze gelmesi anlamı taşıyordu.

ABD’nin önce Afganistan ve ardından Doğu Avrupa krizi ile başlayan küresel arenada imaj kaybını yenileme çabası önemli bir süreç olarak dikkatle izlenmeyi gerektiriyor.

Bununla birlikte, ABD yönetiminin küresel liderlik yaklaşımından vaz geçmemesi ve bu noktada çeşitli yaptırımlarla süreci yönetebileceği varsayımı karşısında, ortaya çıkan tepkiler aslında yeni alternatiflerin gündeme gelebileceğini akla getiriyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/06/23/abdnin-kuresel-arenada-imaj-sorunu-the-issue-of-image-of-the-us-in-global-scene/

21 Haziran 2022 Salı

Son dönemde küresel gelişmeler ve artan nükleer tehdit / Global issues and increasing nuclear threat in recent years

Mehmet Özay                                                                                                                            22.06.2022

Son birkaç yıl içerisinde küresel çapta yaşanan gelişmeler, 21. yüzyıl insanlık durumunun ve uluslararası ilişkilerinin, geçmişi bir yüzyıl öncesine kadar uzanan geçmişteki bazı benzerleriyle karşılaştırılmasına neden oluyor.

Söz konusu bu gelişmelerin bir yanında, 2019 yılı sonları ve 2020 yılı başlarında, Çin’in Hubei Eyaleti’ne bağlı Wuhan şehrinde ortaya çıkan kovid-19 bulunurken, öte yanında Doğu Avrupa’da savaş hali yer alıyor.

Etkileri sağlıktan ekonomiye, eğitimden yatırıma küresel çapta hissedilen bu iki temel gelişme, ulus-devletlerin ulusal güvenliklerini tehdit boyutuyla öne çıkarken, bir süredir tanık olunduğu üzere nükleer silahlanmada azami derecede bir artışın ortaya çıkmasını tetiklemiş gözüküyor.

Söz konusu bu artışın boyutları sadece, nükleer silahlara sahip dokuz ülke ile sınırlı olmadığını söylemek gerekir.

Bir yandan, bu ülkeler mevcut nükleer silah kapasitelerini artırma ve Rusya örneğinde olduğu gibi, tehdit algısını hissettikleri ülkeler kullanıma hazır hale getirirken, ABD ile Japonya ve Güney Kore örneklerinde görüldüğü gibi diğer ülkeler de, ya yeni ittifaklar veya var olan ittifakların genişletilmesiyle kendilerini olası tehditlere karşı koruma altına almaya çalışıyor.

Küresel tehditler: Tesadüf mü kasıt mı?

Kovid-19’un aralarında dünyanın gelişmiş ülkelerinin de bulunduğu toplumlarda, salt bir kamu sağlığı sorunu olmakla kalmayıp ulusal güvenlikleri tehdit edecek boyutta olması dikkat çekiyordu.

Kovid-19’un Çin’de nasıl ve hangi koşullarda ortaya çıktığı konusunda şüpheci yaklaşımlar, Batı’da birden etkisini gösterirken, insanlığın ortak sorunu karşısında işbirliği beklentileri yerini suçlu arama girişimlerinde karşılıklı suçlamalara bıraktı.

Bu durum, kamu sağlığı tehdidi üzerinden ülkelerin birbirlerine karşı bir anlamda, sağlık terörü denilebilecek bir olguyu gündeme getirirken, yaşanan gelişmeler sadece, ilgili ulus-devletlerin sağlık bakanlıklarının alacakları tedbirlerle sınırlı olmayan aksine, içinde istihbarat ve askeri birimlerin de olduğu yoğun ve hatta topyekün bir mücadele türünün ortaya çıkmakta olduğuna şahit olduk.

Henüz bu tehdidin geçtiği söylenemese de, iki buçuk yıla varan etkisi ile Batılı ülkelerde temel ve yaygın bir sağlık problemi olarak örneğin, 1. Dünya Savaşı döneminde, 1915 yılında İspanya’da ortaya çıkan salgınla karşılaştırıldı.

Ya da, bunun ötesinde ulusal güvenliği tehdit boyutunun fark edilmeye başlanmasıyla, Fransa devlet başkanı Emanuel Macron gibi liderlerin dile getirdiği üzere, 2. Dünya Savaşı dönemiyle kıyaslanmayı hak eden bir yıkım şeklinde algılandı.

24 Şubat 2022 tarihinde Rusya’nın komşu ülke Ukrayna’yı hedef alan istila girişimi ise, ABD öncülüğündeki NATO’nun Rusya ile karşılaşma sahası olarak dikkat çekerken, akıllara birden 1950’li yılların başından itibaren ortaya çıkan Soğuk Savaş yılları geldi.

İnsanlık durumu ve yönetilebilirlik

Aslında, yüzyıllık dönem insanlık tarihi açısından pek de öyle uzun bir geçmiş kabul edilmez.

Ancak, yukarıda dikkat çekilen gelişmeler, 21. yüzyılın başları diyebileceğimiz bu dönemde, hem ulusal ve uluslararası sağlık alanlarında, hem de başta Avrupa Kıtası’nda olmak üzere ortaya çıkan ülkelerarası krizlerin yönetilemiyor olduğunu gösteriyor.

Açıkçası bu noktada, yakın geçmişe dair yapılan olumsuz benzetmeler, tam da küresel yönetim mekanizmasında ciddi aksaklıkların olduğunu ortaya koyuyor.

Öyle ki, özellikle 1. ve 2. Dünya Savaşları’nın ardından, bir daha bu yıkımları yaşamamaya yönelik olarak teşekkül ettirilen küresel düzen tedbirlerinin, bugün artık esnekliğini kaybettiğine şüphe bulunmuyor. 

Küresel düzen, kutuplaşma ve çatışma hali sendromu

Kovid-19 gibi sağlık ve Doğu Avrupa’daki savaş gibi ciddi çatışma ortamları, küresel belirsizlik ve şüphe ortamının artışına epeyce bir katkı yapması kadar, bu sorunları aşmada işbirliklerinin barışçıl çözümler yerine, çatışmacı yaklaşımları körükleyecek bir yönelim sergilemesi, umutların biraz daha yitirilmesi anlamı taşıyor.

Bu noktada, ulus-devletler ve özellikle de, gelişmiş denilen ülkeleriyle bunları yakalama iddiasındaki gelişmekte olan ülkeler, var olan veya sürpriz olarak ortaya çıkan tehditler karşısında ulusal güvenliklerini yeniden ve ciddi anlamda gözden geçirme gereği duyuyorlar.

Bu durum, her ne kadar, Asya-Pasifik bölgesinde ASEAN örneğinde görüldüğü üzere, bir tür çözüm gibi sunulan çok kutupluluk söyleminin uluslararası ilişkilerde kendine kayda değer bir şekilde yer bulmasına yol açsa da, tıpkı Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi günümüz uluslararası ilişkilerinin de, iki temel kutup arasında ayrıştığını veya ayrışmakta olduğunu söyleyebiliriz.

Söz konusu bu iki kutupluluğun bir yanında, Batı ya da daha doğru bir deyişle, Anglo-Sakson dünyası ve ürettiği eko-politikaları yer alırken öte yanında, liderinin hangi ülke olduğu gayet şüpheli, ancak yine Batı tarafından tanımlanan belki de, genel itibarıyla diğerleri diyebileceğimiz ülkeler grubu yer alıyor. 

Bununla birlikte, Çin’in özellikle, Deniz ve Kara İpek Yolları projelerinin hedef ve amaçları arasında gizli/açık kendine bağlı/bağımlı ülkeler grubu oluşturma arzusu yattığı dikkate alınacak olursa, ikinci grubun liderliğine hevesli olan Çin Halk Cumhuriyeti’nin olduğuna işaret ediyor.

Bu çerçevede, özellikle, 2013 yılından itibaren devlet başkanlığı koltuğunda oturan Şi Cinping’in, neredeyse on yıla varan eko-politikalarını dikkatle incelemek gerekir. Yakın döneme kadar, özellikle de bu yılın başlarına kadar süreç, aslında bu şekilde işliyordu.

Bir başka deyişle, Çin ekonomik alt yapı projeleri özelinde gelişme gösteren ve kendi sınırından başlayarak Orta Asya üzerinden en uçta Doğu Avrupa’ya güneyde Myanmar, Bangladeş ve Pakistan’a Doğu Çin Denizi üzerinden güneye Batı Pasifiklere ve Doğu Afrika’ya değin uzanan kara ve deniz bağlantılarıyla eko-politikaları yeniden yapılandırma çabası içerisindeydi.

Kaldı ki, Pekin yönetiminin, bu ve benzeri stratejik yayıma ve genişleme politikalarında, bugün herhangi bir değişiklik olmadığı gibi, aksine yeni bölgeler ve ülkeler nezdindeki girişimleriyle bu yönelimini genişletmektedir.

Açık nükleer tehdit

Bilgi ve iletişim çağının zirvesinin yaşandığı bir dönemde, küresel sorunlar karşısında tek tek ulus-devletlerin ve bölgesel birliklerin çözüm merkezli çabalarından bahsedilse de, temelde eko-politik gidişatın bir çatışma evrenine doğru olduğu da bir gerçek.

Yaşanan gelişmeler ışığında örneğin, 2021 Ocak ile 2022 Ocak ayları arasındaki kıyaslamada, nükleer başlıklı füze sayısında Soğuk Savaş dönemi sonlarından bu yana ilk defa en yüksek orana çıkması küresel sistemde güvenden ziyade güvensizlik yer ettiğinin açık bir göstergesi olsa gerek.

Bu nükleer yarışta, Anglo-Sakson ülkelerinin lideri konumundaki ABD’nin karşısında ise yukarıda özellikle son on yılda eko-politik yeniden yapılaşmasıyla Batı’ya tehdit olarak öne çıkan Çin yerine Rusya’nın bulunması gayet önemli.

Bu iki ülkenin, yani ABD ve Rusya’nın küresel çapta nükleer başlıklı füzelerin yüzde 90’ına yakınını ellerinde bulundurmaları aslında, yazıda dikkat çekilen Soğuk Savaş döneminin aktörlerinin, gelişmeler karşısında bir şekilde yeniden konumlandıklarına işaret ediyor.

Buna ilâve olarak, Rusya’nın Doğu Avrupa’daki istilasının ardından, örneğin Kuzey Kore, İran gibi ellerinde nükleer silahlar bulunan ülkeler, yenilenen tehditler karşısında bu alandaki çabalarındaki haklılıklarına dikkat çekiyorlar.

Yaşanan bu gelişmeler, 1989’da Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra başlayan nükleer silahlardan arındırma ve küresel toplumun iklim değişikliği gibi ortak sorunlarının çözümü konusundaki çabaların akamete uğramasına neden oluyor. Tüm bu gelişmeler, günümüzde irili ufaklı tüm üyeleriyle küresel sistemin iyi yönetil/e/mediği anlamına geliyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/06/22/son-donemde-kuresel-gelismeler-ve-artan-nukleer-tehdit-global-issues-and-increasing-nuclear-threat-in-recent-years/

19 Haziran 2022 Pazar

Çin ordusunda yeni operasyonel açılım / A new operational capacity in Chinese military (PLA)

Mehmet Özay                                                                                                                            19.06.2022

ABD ve Çin arasında Tayvan üzerinden var olan gerginlik devam ederken, Çin yönetiminden bölge güvenliğini etkileyebilecek yeni bir karar çıktı.

Geçtiğimiz Çarşamba günü Çin devlet başkanı Şi Cinping, ulusal güvenlik bağlamında Çin ordusunun eylem ve harekât plânına dair yeni bir açılım belgesini imzaladı.

Detaylarına bakıldığında, yeni bir güvenlik strateji belgesi olduğu ileri sürülebilecek belgenin, 10-12 Haziran’da Singapur’da düzenlenen, Shangri-La savunma ve güvenlik toplantılarının hemen ardından gündeme gelmesi önemli.

Söz konusu belge, Çin ordusunun sıcak bir çatışma yerine, savaşçı olmayan unsurların doğal afetlerle mücadele, insani yardım, destek kuvvet, barış gücü gibi operasyonel yönelimleri gibi savaş dışı stratejilere yönelmesi anlamı taşıyor.

Bu gelişmenin, özellikle Tayvan sorunuyla doğrudan ilintili olduğu konusunda herhangi bir şüphe bulunmazken, aynı zamanda Asya-Pasifik bölgesinin güvenlik politikalarında yeni bir açılım olarak kabul etmek gerekir.

Bu durum, Pekin yönetiminin, açık savaş taktikleri yerine, yeni stratejik siyasi ve ekonomik taktiklere yönelme eğilimi gösterdiğini ortaya koyuyor. Bu çerçevede, söz konusu bu gelişmenin ne anlama geldiğine bakmakta yarar var.

Tayvan politikası

Çin devlet başkanı Şi Cinping’in Çin ordusunun savaşçı olmayan unsurlarla harekât kabiliyetini artırmayı hedefleyen belgeye imza atması aslında, yeni bir gelişme kabul edilmiyor.

Ordu kurmaylarınca yirmi yıl önce de yine, Tayvan sorunu nedeniyle gündeme gelen bu stratejinin bugün güncellenmesinde, ABD, Endonezya, Japonya ve Rusya gibi ülkelerin bu konuda yakın geçmişte aldıkları kararların belirleyici olduğuna dikkat çekiliyor.

Doğu Avrupa’daki savaşa kadar, Pekin yönetiminin gayet açık dille, “gerekirse ordumuzla Tayvan’ı kendimize bağlarız” söylemi yerini, Tayvan’ı güçsüzleştirecek yeni siyasi kararlara yönelme eğilimi gösteriyor.

Tabii, bu önemli kararın gündeme gelmesine, Rusya’nın Ukrayna’da karşı karşıya kaldığı durumdan çıkarılan bir ders var.

Her ne kadar, son günlerde ABD başkanı Joe Biden başta olmak üzere Batılı çevreler, Rusya’nın gerilemesi ya da yenilgisi söyleminden vazgeçme yönünde bir söylem geliştirseler de, olası ve benzeri bir gelişme karşısında Çin’in alabileceği siyasi ve ekonomik darbenin farklı olabileceğini düşünmek mümkün.

Öyle ki, Rusya’yı bugüne kadar ayakta tutan temel unsur, sahip olduğu enerji kaynaklarıyken, Çin daha çok başta kendi bölgesi yani, Doğu ve Güneydoğu Asya’dan başlayarak, Kuzey Amerika ve Avrupa’ya yönelik tedarik zincirleriyle öne çıkan bir ülke.

Çok farklı sektörleriyle, dünyanın öncü imalat sanayii ülkesi olması, hiç kuşku yok ki, Çin’i aynı zamanda sadece hammaddeye değil, aynı zamanda enerjiye de ihtiyaca bağımlı bir ülke yapmış durumda.

Dolayısıyla, Tayvan örneğinde görüldüğü üzere girişilebilecek bir askeri harekâtın, doğrudan Çin’in aleyhine olacak şekilde iki temel güç gösterisine dönüşebilmesi mümkün.

Bunlardan ilki hiç kuşku yok ki, gelişmiş askeri yapısıyla Tayvan olacaktır. İkincisi ise, Batı ve özellikle bölgedeki müttefiklerinin Çin’i ekonomik olarak sindirmeye yönelik politikalarıdır.

Enerji sevkiyatı ve suyolları güvenliği

Yazının girişinde dikkat çekilen ve yeni bir güvenlik strateji belgesi olarak dikkat çektiğimiz gelişmenin, Tayvan’a yönelik bir enerji dar boğazı oluşturma hedefi olduğu anlaşılıyor.

Tayvan’ın coğrafi konumu dikkate alındığında, bu yönde oluşturulacak engelleyici politikalar pratikte Güney Çin Denizi üzerinde özellikle de, Tayvan Boğazı’nı serbest geçişlere kapatma yönünde olacaktır.

Böylesi bir girişimin sadece Tayvan’ı etkilemekle kalmayacağı, gizli/açık Doğu Asya’daki Japonya ve Güney Kore’yi de etkileyebilecek gayet önemli bir soruna yol açabileceği söylenebilir.

Pekin yönetimini, Tayvan’a yönelik sert bir askeri harekât uygulamak yerine, yumuşak bir politika ile zamana yayılan bir ekonomik zorlukla karşı karşıya bırakma yönündeki politika değişiminin, ABD yönetiminin Hint-Pasifik söylemine uygun olarak geçen yıl eyleme döktüğü Quad birliğinden kaynaklandığını ileri sürebiliriz.

Nihayetinde, bu birliğin önemi bir üyesinin yani, Japonya -yukarıda dikkat çekildiği üzere-, tıpkı Tayvan gibi Doğu ve Güney Çin Denizi üzerinden akışı sağlanan Ortadoğu petrollerine bağımlı bir ülke.

Sorunun temeli

Aslında burada, Tayvan özelinde sorunun ne olup olmadığını hatırlamakta yarar var.

Pekin yönetimi, Tayvan’ı kendisine bağlı ancak, “asi” bir eyalet kabul ederken, Taipei yönetimi söz konusu eyalet söylemini kabul etmiyor. Çin siyasi elitini bir anlamda tetikte tutan bir diğer husus, Tayvan’ın olası bir bağımsızlık ilânı düşüncesidir.

Uluslararası ilişkiler açısından bakıldığında, Çin ekonomik gelişmişliğinin ve bunun çeşitli ülkeler üzerinde oluşturduğu bağımlılık ve bağlayıcılık nedeniyle 1950’lerden itibaren, ‘Tek Çin Politikası’nı kabul ettirmiş gözüküyor.

Bu politika, Tayvan’ı uluslararası arenada etkisizleştirme ve saf dışı bırakma politikasının bir parçası konumunda.

Tüm bu baskılara rağmen, Tayvan’ın aradan geçen süre zarfında, gayet önemli teknolojik, eğitim, yönetim ve sivil toplum tecrübesine ulaşmış olması hiç kuşku yok ki, Taipei yönetiminin en önemli kazanım ve direnç noktasını oluşturuyor.

Yine, uluslararası çevrelerle ilişkilere bakıldığında, Tayvan’ı gizli/açık de facto bağımsız ülke konumunda gören ve bu çerçevede ikili ilişkileri sürdüren ülkelerin Tayvan’ı özellikle, teknolojik ve bunun doğal yansıması olan ekonomik gelişmişliğiyle dikkate alıyorlar.

Yazının girişinde dikkat çekilen Çin devlet başkanı Şi Cinping’in yeni strateji belgesinin hedefinde Tayvan’ı sindirmeye yönelik olmasının hedefinde de, işte Tayvan’ı bu teknolojik ve ekonomik yapısı bulunuyor.

Batılı değerler söylemi

Tabii, burada özellikle ABD’nin ve bir ölçüde Avrupa Birliği’nin siyasi duruşunu ayrı bir bağlamda değerlendirmek gerekir.

Bu noktada, karşımıza Batılı değerler silsilesi çıkıyor. Batı, bir yandan Pekin yönetiminin, ‘Tek Çin Politikası’nı resmen kabul etmekle birlikte, bunun Tayvan’ı yalnızlaştıracak bir seyir takip etmesine izin vermiyor.

Bunun en açık örneği, ABD senatosunca kabul edilen ve yürürlükte olan Tayvan Yasası’dır. Bu yasayla, ABD hem Çin’e güçlü bir mesaj veriyor, hem de Tayvan yönetimiyle bir tür ittifak içerisinde olduğunu deklâre ediyor.

ABD yönetimi, bunun yanı sıra, geçtiğimiz Mayıs ayının sonlarında Asya-Pasifik bölgesinde 13 üye ülkeli Kalkınma için Hint-Pasifik Ekonomi Çerçevesi (Indo-Pacific Economic Framework-IPEF) bloğunun oluştuğunu ilân ederken, Tayvan bu yeni ekonomi birliği içinde yer almasa da, “21. Yüzyıl Ticareti’nde ABD-Tayvan İnisiyatifi” adıyla yeni bir ticari işbirliği antlaşmasına imza atması dikkat çekicidir. 

Tüm bu söylemler dikkate alındığında Tayvan siyasetinde Çin yanlısı Milliyetçi Parti ile Çin karşıtı Demokratik Gelişimci Partisi arasındaki söylem farklılığına rağmen, Tayvan halkının kahir ekseriyeti ne Çin’le birleşmeye, ne de bağımsızlık iddiasına sıcak bakıyor.

Bu durum, var olan siyasal gerçekliğin devamından yana bir eğilim olduğunu açıkça gösteriyor. Bununla birlikte, Çin-Tayvan ilişkilerinde bölgesel ve uluslararası ilişkilerin belirleyici olabileceğini de söylemek mümkün.

Çin devlet başkanı Şi Cinping’in ordunun savaşçı olmayan unsurlarla harekat kabiliyetini artırmayı hedefleyen belgeye imzalaması, başta Tayvan Boğazı olmak üzere bu suyoluyla bağlantılı Doğu ve Güney Çin Denizleri üzerindeki seyir ve güvenlik olgularını da yakından etkileyecektir.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/06/19/cin-ordusunda-yeni-operasyonel-acilim-a-new-operational-capacity-in-chinese-military-pla/