Mehmet Özay 02.05.2020
Karl
Marx’ın sosyolojik çözümlerininin salt teorik bir yaklaşım olmadığı aksine,
bizatihi bir ideolog olarak belirli bir sistemin yıkımını ve yerine farklı bir
sistemin inşasını öngörmek ve bunun için çalışmak gibi bir çabayı da
sergilemektedir.
Marx’in
ne içinden çıktığı Alman toplumu ne de 18. yüzyıl Endüstri Devrimi’nin devam
eden ve hızlanan izlerine tanık olduğu İngiliz toplumunda öngördüğü devrimin
gerçekleşmemiş olması ve yaşadığı dönemde Fransa’da 1830’lu 1840’lı yıllarda tecrübe
edilmeye kalkışılan ancak, akamete uğrayan devrim sırasında nasıl bir yaklaşım
sergilediği önemli olsa gerek.
Bir
sosyolog olmasından öncelikli ve ağırlıklı olarak iktisatçı akademik kimliği
ile mal, emtia, finans, işveren, işçi gibi iktisadın ilgili alına giren
bölümler üzerine çalışmaları; siyaset felsefecisi sınıflandırmasına girecek
şekilde devlet, yönetim, iktidar ve güç gibi alanlarda ortaya koyduğu diskur, onu
içinden çıktığı toplumun sosyal yapısını anlamaya sevk etmesi hiç kuşku yok ki,
iktisat ve siyaset felsefesi bilim alanlarının sınırlılıkları ve genişlemesi
kadar, onun toplumsal ilişkilere bakışının kendinde bir devinimi olarak
anlaşılmalıdır. Yani sosyolojiye doğru evrilen bir süreç...
Marx,
tıpkı benzeri sosyologlar veya sosyal bilimciler gibi içine doğduğu 19. yüzyıl
geniş Avrupa ve özellikle de Alman, Fransız ve İngiliz toplumsal yapılarındaki
gizli/açık hızlı/yavaş değişimleri gözlemlemekle kalmamıştır.
Aksine,
tarihe geçmişte yapılandırıldığı düşünülen toplumsal ilişkileri, içinde
bulunduğu dönemin koşulları ve gerçekliği bağlamında biçim verme çabası
sergilerken, aynı zamanda yine bu geçmişte biçimlendi/ril/ğini varsaydığı
yaklaşımdan yola çıkarak, içinde var olduğu toplumun şartlarını şekillendirme
uğraşı vermiştir. Bu anlamda grand design
teorisyenler grubu içerisinde yer alırken, tarihte çeşitli toplumlarda toplumsal
ilişkiler ile gelecekteki toplum ilişkilere kesinlikli bir yaklaşım
sergilemesiyle bir ideolog olmanın ve ideolojisinin dinamiklerini ortaya
koymuştur.
Marx’ın
endüstri toplumlarının yani, daha açık bir ifadeyle üretim-tüketim ilişkiler zincirinin
üretim boyutu sürecinin, insan tekinin rasyonel varlığını tarümar eden bir
hızla ilermesinin yol açtığı kriz karşısında bir çözüm bulma uğraşı sergilemiş
olması, kendi toplumsal gerçekliğine bir karşılık bulma çabası olarak
anlamlıdır.
Bu
çerçevede, bu süreç onun düşünce yapısında ve toplumsal analizinde, dünün,
yaşadığı dönemin ve gelecek toplumların dönüşüm ve değişim dinamiklerini neyin
oluşturduğu sorusu gündemine alırken, cevabını üretim süreçleri ve araçlarına
hakim olanlar ve olmayanlar arasında ortaya çıkan maddi temeller üzerine inşa
edilmiş dikomotik ilişkiye dayandırmıştır.
Bu
ilişkinin her türlü toplumsal alan üzerinde hakimiyet sağlayacak bir boyutta
seyrettiği iddiası, bir paradigma olarak 19. yüzyıl Batı Avrupa şartlarına bir
cevap niteliği taşırken, aradan geçen süreçte toplumsal ilişkileri bu denli
indirgemeci bir yaklaşıma tabi kılmasının sonucu olarak, bu paradigmanın işlev
ve geçerliliğinin olmadığı da ortaya çıkmıştır.
Bu
durum, işveren-işçi olarak genelleştirilen dönemin genelde endüsti
toplumlarının, özelde çoklu üretim süreçlerine konu olan temel üretim mekanları
yani, fabrikalar etrafında yapılandırılan düşüncesi, Avrupa toplumlarının
gelişme süreçlerinde bu ikilinin yerini alacak diğer ikilikler nedeniyle geride
bırakılırken, yine Avrupalı sosyal bilimcilerin en azından bir bölümünün dönüp
dolaşıp, yine Marx’ta karşılığını bulacak teorilerle yeni alanlarda söz sahibi
olmaları oldukça önemlidir.
Bu,
Marx’ın indirgemeci paradigmatik yaklaşımının doğrulanması anlamı taşımıyor
elbette. Ancak, burada dikkat çekilmesi gereken husunun, kendisinden sonra
gelen sosyal bilimcilerin onun teorisinin üzerinde yükseldiği epistemolojiye
referansla yeni teoriler kurgulamaya devam etmeleridir.
Söz
konusu bu husus, aslında Marx’ın ötesinde Avrupa medeniyetinin Marx öncesi
dönemde ürettiği positivizm temelli epistemolojik yapılaşmanın, onun teorisi
üzerinden yenilenmesi sürecine tekabül etmektedir. Ancak tıpkı 19. yüzyıldaki
diğer sosyal bilimciler ve hususiyetle sosyologların teorilerinin aradan geçen süreçte
aşınmasına ve aşılmasına rağmen, isimlerinin vazgeçilemezliğinde olduğu gibi
Marx’da bir referans kaynağı olarak ortada durmaktadır.
Marx’ın
işveren-işçi özelinde gündeme getirdiği ikili tasarımlar, toplumsal ilişkilerde
teorileştirmeye varacak şekilde ezen-ezilen kutupluluğuna tekabül etmesi ve bu iki
olgu arasında çatışmacı yapının neden olduğu devinimle toplumsal değişimin
ortaya çıktığı düşüncesi başat bir hususiyet taşımaktadır.
Bununla
birlikte, Batı Avrupa toplumlarının hızla değişen toplumsal yapılarında,
toplumsal devinimini ve değişimini üretecek unsur bağlamında, ortada
işveren-işçinin ilişkisinin bizatihi kendisi olmamakla birlikte, bu ilişkinin
doğasında var olduğu sanılan çatışmanın farklı alanlarda ortaya çıkmasıyla
gerçekleştiğine tanık olunmaktadır. Bu durum, Batı toplumları ve/ya Batı’da
geliştirilen sosyolojik yapılaşmanın öncesinde “çatışma olgusunun” olmadığı
anlamına gelmiyor. Aksine, Batı’da sosyal bilimler çerçevesinde çatışmanın
sistematik başat bir unsur olarak öne çekilmesidir gündeme getirilen.
Bu
noktada, Marx’ın toplumsal ilişkileri yapılandıran unsurlar arasından birini
öncelleyerek teorisini bunun üzerine kurgulaması, onu indirgemeci sosyolojinin
içinde yer almasına sebep olmaktadır. Bu durum, Marx’ın bir ideolog olarak
önemine ne kadar olumlu/olumsuz katkı yaptığı meselesi ise bir başka husustur.
Marx’ı bir ideolog olarak kabul edip, eleştirel yaklaşım dahil olmak üzere
gündemlerinde tutan çevrelerin onun üzerinden toplumları anlama uğraşı kadar,
toplumları değiştirmenin bir aracı olarak onun ideolojisine sarılmalarını da
gündeme getirmektedir.
Batı
Avrupa’nın geçirdiği toplumsal değişimlerde, klasik sınıfsal ilişkinin dayanak
noktasını oluşturan ‘işçilerin’ hem demografik yapıda taşıdıkları niceliksel
önem hem de bu kitlenin Marx ile ilişkilerindeki niteliksel unsur bugün ne
türden bir sınıf çatışması olgusunun gündemde var olduğunu sorgulatmaya
kafidir.
Aslında
tam da bu toplumsal gerçeklik, tedrici olarak ortaya çıkan toplumsal değişim
süreçlerini gözlemleyen, inceleyen, teorileştirmeye uğraşı veren sosyologları /
sosyal bilimcilerin Marx’ın sınıf temelli teorisini gizli/açık nasıl bir evrime
tabi tuttuklarını da ortaya koymaktadır. Bu noktada, karşımızda klasik bir “işçi
sınıfı” olmamakla birlikte, bu işçi sınıfının değerlerine sahip olması
arzulanan kitlesel olmanın ötesinde giderek mikrolaşan başka sınıflar giderek kendilerini
ortaya koyarken, aslında toplumsal gerçekliğin tekil süreçlerle işlemediği pek
çok aktör ve süreçlerle yapılandırıldığını da kanıtlamaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder