Mehmet Özay 18.07.2017
15 Temmuz darbe teşebbüsünün birinci yılı biterken, beraberinde önemli bir
sorgulamanın da geldiği gözlemleniyor. Türk devletinin hem darbe teşebbüsü hem
de sonrasındaki süreçler hakkında, özellikle Avrupa Birliği ve ABD’yi ikna
çabalarının bugüne kadar ne kadar sonuç verip vermediği ortada. Sürecin daha en
başlarında kimi otoriteler, ‘ABD’nin somut iddialarımızı kabul edeceğini ve terör
başını iade edeceğini zannetmiyorum’ şeklindeki açıklamaları doğrulanmış
gözüküyor. Terör başının iadesinin dışında, Türkiye devleti ve milletinin
yaşadıkları konusunda objektif kriterler ölçüsünde değerlendirmenin de Batılı
devletler ve kurumlardan sadır olmadığı, bir şüphe ortamının halen ‘inadına’
devam ettirildiğini söylemek mümkün.
Konuya, şayet darbe teşebbüsü Türkiye’deki bir siyasi harekete karşı değil,
Türk devletinin varlığına ve Türkiye’deki İslam anlayışını değiştirmeye matuf
bir girişimdi diye bakılırsa, bu noktada Batıdan olumlu tepkiler geleceği
beklentisinin de bizatihi kendi içinde sorunlu olduğunu söylemek gerekir.
Türkiye hiç kuşku yok ki, özellikle Milletler Meclisi ve Nato üyeliğinden bu
yana, Batılı demokratik liberal değerler sistemi içerisinde aktif olarak yer alıyor.
Bunu salt bir söylem bazında değil, bizatihi çok çeşitli işbirlikleriyle de
pratiğe geçirerek kanıtlıyor. Türkiye’nin bu yönde bir politika takip etmesinin
de yanlış olmadığı yönünde yaygın bir kanaat hakim. Nedeni ise, Batı
ülkelerinde ortaya çıkmış adına demokratik düzen denilen yapının var olan en
sağlıklı siyaset ve yaşam biçimi olduğu yönündeki kabuldür. Batılı ülke ve
kurumların olumsuz ve aksi pratikleri bir yana, bu düzen içerisinde yer almak bir
değerler manzumesi olarak bu dünya görüşü içerisinde yer almayı gerektiriyor.
Darbe teşebbüsü sonrasındaki gelişmelerle bağlantılı şayet pek çok düğüm
noktası varsa bunlardan biri de işte burasıdır. Türkiye, tarihsel olarak
aidiyet noktasında gerek coğrafyasının büyük bölümü itibarıyla, gerekse sosyo-kültürel
ve dini olarak varlığını yaslandığı mekân Asya’dır. Bu noktada, günümüzün
gelişmekte olan ve hatta gelişmiş ülkelerinde can alıcı jeo-stratejik ve
politik kararlar alınırken yaygın bir şekilde tarihe referanslar yapıldığı
düşünülürse, Türkiye’nin bu noktada kendini çok daha yakın hissetmekle
kalmayacağı, bunun ötesinde pratikte de en çok işbirliği ve desteğinin
oluşacağı ve bunu dile getireceği coğrafyanın Asya coğrafyası olmasından daha
doğal bir şey yok.
Bu nedenle, darbe teşebbüsü sonrasında ve bugüne kadar devam eden süreçte Türkiye’nin
en önemli destek alması gereken ülke ve toplumlar da bu coğrafyadan çıkmalı/ydı.
Darbe teşebbüsünün birinci yılında, bazı platformlarda adına İslam ülkeleri de
denilen devletler ile halkının kahir ekseriyetinin Müslümanlardan oluştuğu
devletlerin ülkemizde yaşananları ne şekilde algıladığı, önümüzdeki kısa ve
orta vadede Türkiye ile bu anlamda ne türden işbirliklerine kapı aralamaya
istekli oldukları sorusu ortada durmaktadır. Bu noktada özellikle, tarihsel olarak İslam coğrafyasının parçası
olan Güneydoğu Asya’da Müslüman Malay dünyası dikkat çekicidir. Türkiye, aradan geçen bir yıllık
süreçte bu geniş coğrafyadan hak ettiği desteği alabilmiş midir sorusuna dikkat
çekilmelidir.
Türkiye’nin 2000’li yılların başlarından itibaren giderek bölgesel ve
ardından küresel bir aktör olma çabasında veya tarihsel anlamda yakın ve uzak
hinderlandında ilişkileri yeniden yapılandırma sürecinde ‘devlet’ temsiliyeti
ile bugün adına ‘terör yapısı’ denilen unsurun temsiliyetinin iç içe geçtiğine
bizzat tanık olundu.
Haddi zatında, devlet kendine bir yön çizerken, yanında veya önünde böyle
bir yapının ‘hazırlanmış’ olduğundan hareketle, belki de en azından pragmatik
bir seçenekle bu yapıyla işbirliğini öncelleme tercihinde bulundu. Devleti
temsil makamındaki kurumların ise, bu süreçte protokol çerçeveleri dışında
ilgili bölgelere yönelik özel bir çalışma ve projeksiyon sunmaları da öyle
anlaşılıyor ki, ya hiç mümkün olmadı veya olmuşsa bile dikkat çekecek boyutlara
gel/e/memiş veya getiril/e/memiştir. Bir diğer husus ise, devleti temsil
makamındaki kişi ve kurumların ilgili bölgelerde, bugün adı terörle birlikte
anılan yapının çok çeşitli faaliyetlerinde ‘misafir’ konumunda kalmaları veya sadece
‘meşruiyet sağlayıcı’ bir araç haline indirgenmeleri söz konusuydu.
Bu bağlamda, ‘Türk devletini bizatihi temsil ettiklerini’ alenen ifade eden
ve ilgili devletlerin sivil toplumlarından devletlerin en üst kurum ve
kişilerine kadar karşılarındaki muhataplarını inandıran bu terör yapısının kasıtlı
ve bilinçli olarak ürettiği süreçler gözden kaçırılmamalıdır. Öyle ki, bir
zamanlar ‘melek’ olan bu yapının, bugün niçin bir canavara dönüşmüş olduğu
kadar, bu süreçte ilgili ülkelerde hangi toplumsal softwareleri kullandığı da üzerinde önemle durulmayı gerektiriyor.
Özellikle Malay dünyasında eğitim-medya-sivil toplum üçlüsü böylesi bir
donanımın alt yapısını oluşturuyor. Burada -di’li geçmiş zaman kipi
kullanmıyoruz, çünkü bu yapının varlığı farklı boyutlarda devam ediyor. İlgili
ülkelerde terör yapısının lider tabakasının ve alt kadrolarının yapılaşması dışında,
eğitim-medya-sivil toplum üçlüsüyle ilgili toplumlara derinlemesine nüfuz eden
ve tıpkı Türkiye’dekine benzer ‘adanmış’ veya daha doğru bir deyişle ‘basireti
kapanmış’ yerli kadrolar oluşturduğu unutulmamalıdır. Türkiye’nin uluslararası
arenada bu terör yapısıyla verdiği mücadelede, özellikle dini ve tarihsel
ilişkilere konu olan ülkelere ve toplumlara hitaben ‘sizin başınıza da bela
olacaklar’ söyleminin bir yeri vardır. Ancak bu söylemle her şeyin halledildiğinin
düşünülmesi ve mücadelenin protokol süreçlerine havale edilmesi, bir tökezleme
anlamı taşıyacağına kuşku yoktur.
Örneğin Tayland, Singapur, Malezya, Endonezya ve Filipinler gibi ülkelerde
dünün melek yüzlü yapısı içerisinde değişik derecelerde rol almış ve önemli bir
insan kaynağını oluşturan öğrenci kitlesinin bizatihi kendisi, bugün toplumsal
konumları ile kayda değer bir temsiliyet arz etmektedirler. Kaldı ki, bu
öğrenci kitlesinin en azından bir bölümü, zamanında ilgili ülke
üniversitelerinde lisans bitirme tezleri ile yüksek lisans ve doktora
tezlerinde bu terör yapısının doğrudan ve açık propagandası niteliğindeki
’akademik’ çalışmalarıyla hem kendileri hem de geniş toplum kesimlerinde bu
yapının meşruiyet zeminini oluşturmuşlardır. Eğitimle ulaştıkları toplumsal
mobilite sayesinde devlet, özel sektör ve sivil yaşamın çeşitli alanlarında var
olan bu kitlenin çeşitli nüfuz düzeylerinde ulaşabildikleri toplumsal kesimler
vardır.
Türkiye, sadece terör yapısının adı geçen ülkelerdeki varlığıyla mücadelesi
anlamında değil, bundan öte küresel bir vizyon ve İslam toplumlarıyla işbirliği
noktasında yeni ve sağlam adımlar atmak durumundadır. Bunun yolu da, dün
nerelerde hata yapıldığını anlamak kadar ve bu hataların üstesinden gelmede
mikro ve makro tasarımların acilen ortaya konulması gerekiyor. Bu süreçte,
protokol yaklaşımlarının ötesinde ilgili ülke ve toplumların softwareleri üzerine yoğunlaşmanın
stratejik bir anlam ifade ettiğine kuşku yok.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder