17 Temmuz 2017 Pazartesi

15 Temmuz sonrası Malay dünyasıyla ilişkiler / Turkey’s Relations with the Malay World After the 15 July Coup Attempt

Mehmet Özay                                                                                                                         18.07.2017

15 Temmuz darbe teşebbüsünün birinci yılı biterken, beraberinde önemli bir sorgulamanın da geldiği gözlemleniyor. Türk devletinin hem darbe teşebbüsü hem de sonrasındaki süreçler hakkında, özellikle Avrupa Birliği ve ABD’yi ikna çabalarının bugüne kadar ne kadar sonuç verip vermediği ortada. Sürecin daha en başlarında kimi otoriteler, ‘ABD’nin somut iddialarımızı kabul edeceğini ve terör başını iade edeceğini zannetmiyorum’ şeklindeki açıklamaları doğrulanmış gözüküyor. Terör başının iadesinin dışında, Türkiye devleti ve milletinin yaşadıkları konusunda objektif kriterler ölçüsünde değerlendirmenin de Batılı devletler ve kurumlardan sadır olmadığı, bir şüphe ortamının halen ‘inadına’ devam ettirildiğini söylemek mümkün.

Konuya, şayet darbe teşebbüsü Türkiye’deki bir siyasi harekete karşı değil, Türk devletinin varlığına ve Türkiye’deki İslam anlayışını değiştirmeye matuf bir girişimdi diye bakılırsa, bu noktada Batıdan olumlu tepkiler geleceği beklentisinin de bizatihi kendi içinde sorunlu olduğunu söylemek gerekir. Türkiye hiç kuşku yok ki, özellikle Milletler Meclisi ve Nato üyeliğinden bu yana, Batılı demokratik liberal değerler sistemi içerisinde aktif olarak yer alıyor. Bunu salt bir söylem bazında değil, bizatihi çok çeşitli işbirlikleriyle de pratiğe geçirerek kanıtlıyor. Türkiye’nin bu yönde bir politika takip etmesinin de yanlış olmadığı yönünde yaygın bir kanaat hakim. Nedeni ise, Batı ülkelerinde ortaya çıkmış adına demokratik düzen denilen yapının var olan en sağlıklı siyaset ve yaşam biçimi olduğu yönündeki kabuldür. Batılı ülke ve kurumların olumsuz ve aksi pratikleri bir yana, bu düzen içerisinde yer almak bir değerler manzumesi olarak bu dünya görüşü içerisinde yer almayı gerektiriyor.

Darbe teşebbüsü sonrasındaki gelişmelerle bağlantılı şayet pek çok düğüm noktası varsa bunlardan biri de işte burasıdır. Türkiye, tarihsel olarak aidiyet noktasında gerek coğrafyasının büyük bölümü itibarıyla, gerekse sosyo-kültürel ve dini olarak varlığını yaslandığı mekân Asya’dır. Bu noktada, günümüzün gelişmekte olan ve hatta gelişmiş ülkelerinde can alıcı jeo-stratejik ve politik kararlar alınırken yaygın bir şekilde tarihe referanslar yapıldığı düşünülürse, Türkiye’nin bu noktada kendini çok daha yakın hissetmekle kalmayacağı, bunun ötesinde pratikte de en çok işbirliği ve desteğinin oluşacağı ve bunu dile getireceği coğrafyanın Asya coğrafyası olmasından daha doğal bir şey yok.

Bu nedenle, darbe teşebbüsü sonrasında ve bugüne kadar devam eden süreçte Türkiye’nin en önemli destek alması gereken ülke ve toplumlar da bu coğrafyadan çıkmalı/ydı. Darbe teşebbüsünün birinci yılında, bazı platformlarda adına İslam ülkeleri de denilen devletler ile halkının kahir ekseriyetinin Müslümanlardan oluştuğu devletlerin ülkemizde yaşananları ne şekilde algıladığı, önümüzdeki kısa ve orta vadede Türkiye ile bu anlamda ne türden işbirliklerine kapı aralamaya istekli oldukları sorusu ortada durmaktadır. Bu noktada özellikle,  tarihsel olarak İslam coğrafyasının parçası olan Güneydoğu Asya’da Müslüman Malay dünyası dikkat çekicidir. Türkiye, aradan geçen bir yıllık süreçte bu geniş coğrafyadan hak ettiği desteği alabilmiş midir sorusuna dikkat çekilmelidir.

Türkiye’nin 2000’li yılların başlarından itibaren giderek bölgesel ve ardından küresel bir aktör olma çabasında veya tarihsel anlamda yakın ve uzak hinderlandında ilişkileri yeniden yapılandırma sürecinde ‘devlet’ temsiliyeti ile bugün adına ‘terör yapısı’ denilen unsurun temsiliyetinin iç içe geçtiğine bizzat tanık olundu.

Haddi zatında, devlet kendine bir yön çizerken, yanında veya önünde böyle bir yapının ‘hazırlanmış’ olduğundan hareketle, belki de en azından pragmatik bir seçenekle bu yapıyla işbirliğini öncelleme tercihinde bulundu. Devleti temsil makamındaki kurumların ise, bu süreçte protokol çerçeveleri dışında ilgili bölgelere yönelik özel bir çalışma ve projeksiyon sunmaları da öyle anlaşılıyor ki, ya hiç mümkün olmadı veya olmuşsa bile dikkat çekecek boyutlara gel/e/memiş veya getiril/e/memiştir. Bir diğer husus ise, devleti temsil makamındaki kişi ve kurumların ilgili bölgelerde, bugün adı terörle birlikte anılan yapının çok çeşitli faaliyetlerinde ‘misafir’ konumunda kalmaları veya sadece ‘meşruiyet sağlayıcı’ bir araç haline indirgenmeleri söz konusuydu.

Bu bağlamda, ‘Türk devletini bizatihi temsil ettiklerini’ alenen ifade eden ve ilgili devletlerin sivil toplumlarından devletlerin en üst kurum ve kişilerine kadar karşılarındaki muhataplarını inandıran bu terör yapısının kasıtlı ve bilinçli olarak ürettiği süreçler gözden kaçırılmamalıdır. Öyle ki, bir zamanlar ‘melek’ olan bu yapının, bugün niçin bir canavara dönüşmüş olduğu kadar, bu süreçte ilgili ülkelerde hangi toplumsal softwareleri kullandığı da üzerinde önemle durulmayı gerektiriyor.

Özellikle Malay dünyasında eğitim-medya-sivil toplum üçlüsü böylesi bir donanımın alt yapısını oluşturuyor. Burada -di’li geçmiş zaman kipi kullanmıyoruz, çünkü bu yapının varlığı farklı boyutlarda devam ediyor. İlgili ülkelerde terör yapısının lider tabakasının ve alt kadrolarının yapılaşması dışında, eğitim-medya-sivil toplum üçlüsüyle ilgili toplumlara derinlemesine nüfuz eden ve tıpkı Türkiye’dekine benzer ‘adanmış’ veya daha doğru bir deyişle ‘basireti kapanmış’ yerli kadrolar oluşturduğu unutulmamalıdır. Türkiye’nin uluslararası arenada bu terör yapısıyla verdiği mücadelede, özellikle dini ve tarihsel ilişkilere konu olan ülkelere ve toplumlara hitaben ‘sizin başınıza da bela olacaklar’ söyleminin bir yeri vardır. Ancak bu söylemle her şeyin halledildiğinin düşünülmesi ve mücadelenin protokol süreçlerine havale edilmesi, bir tökezleme anlamı taşıyacağına kuşku yoktur.

Örneğin Tayland, Singapur, Malezya, Endonezya ve Filipinler gibi ülkelerde dünün melek yüzlü yapısı içerisinde değişik derecelerde rol almış ve önemli bir insan kaynağını oluşturan öğrenci kitlesinin bizatihi kendisi, bugün toplumsal konumları ile kayda değer bir temsiliyet arz etmektedirler. Kaldı ki, bu öğrenci kitlesinin en azından bir bölümü, zamanında ilgili ülke üniversitelerinde lisans bitirme tezleri ile yüksek lisans ve doktora tezlerinde bu terör yapısının doğrudan ve açık propagandası niteliğindeki ’akademik’ çalışmalarıyla hem kendileri hem de geniş toplum kesimlerinde bu yapının meşruiyet zeminini oluşturmuşlardır. Eğitimle ulaştıkları toplumsal mobilite sayesinde devlet, özel sektör ve sivil yaşamın çeşitli alanlarında var olan bu kitlenin çeşitli nüfuz düzeylerinde ulaşabildikleri toplumsal kesimler vardır.

Türkiye, sadece terör yapısının adı geçen ülkelerdeki varlığıyla mücadelesi anlamında değil, bundan öte küresel bir vizyon ve İslam toplumlarıyla işbirliği noktasında yeni ve sağlam adımlar atmak durumundadır. Bunun yolu da, dün nerelerde hata yapıldığını anlamak kadar ve bu hataların üstesinden gelmede mikro ve makro tasarımların acilen ortaya konulması gerekiyor. Bu süreçte, protokol yaklaşımlarının ötesinde ilgili ülke ve toplumların softwareleri üzerine yoğunlaşmanın stratejik bir anlam ifade ettiğine kuşku yok. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder