1 Ekim 2014 Çarşamba

Endonezya’da 1965 Darbesinin Yıldönümü / The Anniversary of the 1965 Coup in Indonesia

Mehmet Özay                                                                                                                    1 Ekim 2014

30 Eylül gecesini 1 Ekim’e bağlayan gece yarısı Endonezya’da yaşananlar -diğer benzeri ülkelerde olduğu gibi- sadece bir iç hesaplaşma değil, dönemin yani Soğuk Savaş yıllarındaki uluslararası ilişkileriyle doğrudan ilintili bir bağlamı vardır. Ülkeyi ‘toplumsal karatma’ atmosferine sürükleyen 30 Eylül gecesi gerçekleşen askeri darbe, bir dönemin kapanması ve yeni bir dönemin açılması ile sınırlı da değil elbette. Bu darbe ve sonrasında, Endonezya’nın hangi siyasi ve toplumsal yapılanmaya ‘itildiği’ ve uluslararası çevrelerce nerede konuşlandırıldığı kadar, Çin’den sonra ikinci büyük Komünist Partisi’nin varlığı ile bu süreçte hangi Müslüman çevrelerin ne şekilde rol aldıkları üzerinde düşünülmeyi hak etmektedir.

Bugüne kadar darbenin nedeni olarak öne sürülen altı üst düzey ordu mensubunun katledilmesi muamması bugüne kadar çözülememişken; hayatlarına kastedilen yüzbinlerce insanın ve yakınlarının -ki öldürülenlerin sayısını kimi araştırmacıların çalışmalarında 1.5 milyona kadar çıkmaktadır; öldürülenlerin yakınları da hesaba katıldığında bu gelişmeden etkilenen kitlenin önemli bir sayıya ulaştığı görülür- adalet önünde hak arayışlarına yer verilmemişken; bu darbe sonrasında Suharto rejiminin icraatlarına yönelik çabalar ortaya konmamışken; yüzbinlerin kıyımında aktif veya pasif rol Müslüman kitlelerin -ki bunları temsil eden cemaat yapısı bugün de önemli bir sosyo-dini organizasyon olarak varlığını sürdürmektedir- kendi iç hesaplaşmalarını yapmamışken Endonezya’nın bugünkü siyasi konumu anlamlandırılması güçtür.

Bu darbenin ardından gerçekleştirilen ve toplumun bir bölümüne yönelik ‘rejim hıncına’ bir kısım halk katmanlarının da katılımıyla ülkenin modern tarihinde önemli bir kıyım yaşandı. Generallerin öldürülmesinden sorumlu tutulan komünist parti değil di sadece bu süreçten payını alan. Partinin kapatılması, üst düzey yöneticilerinin tutuklanması ile de süreç bitmedi. Bu parti yöneticileri şayet soruşturmalara dayalı olarak suikastlerden sorumlu tutulmaları, adalet önüne çıkartılmaları ve haklarında ‘adil’ bir karar verilmiş olsaydı, sadece bu kişilerin ‘bireysel hak ve onurlarına’ değil, toplumsal barışa da çok büyük katkı yapılırdı. Bu anlamda, o dönem ve sonrasında Güneydoğu Asya’yı kasıp kavuran zulümler zincirinde Endonezya yer almaz, aksine diğer ülkeler ‘adaletin’ tesisinin nasıl olacağını ortaya koyarak örnek bile gösterilebilirdi.

Ancak böyle olmadı...

Ordu tarafından oluşturulan korku ve sindirme psikolojisi ile ‘toplumsal nefret’in birleşmesi yüzbinlerce insanın hayatına mal oldu. Bu tip ülkelerde sadece resmi güvenlik güçleri vazife almaz. Ordu ve polis gücünün yanı sıra, adına ‘milis’ denilen devletin ihtiyaç duyduğunda ‘arazide’ her türlü ‘kapasitesiyle’ harekete geçirebileceği, sayısı kesinlikle resmi olarak bilinmeyen bir güç 30 Eylül gecesini takip eden süreçte önemli bir işlev gördü. Tabii rejimi yönlendirme kabiliyetindeki kişi ve kurumların suçu üzerine yıktığı kesim ile, bu kesimin şikayet edildiği toplumsal gruplar arasındaki ideolojik ve toplumsal fark, milisler ve resmi makamların göz ardı etmediği bir gerçekti. Suçlanan kesim, yani komünist partisi ve partiyle şu veya bu şekilde ilintisi olmuş veya olduğu var sayılan kitlelerdi. Bu grubun geniş toplum kesimlerinde şikayet edildiği yapılar ise geniş Müslüman kesimdi. Bu bağlamda, seküler bir devlet yapısı olmasına rağmen, devletin kilit noktalarındaki karar mercileri geniş Müslüman kesimleri nasıl harekete geçirebildiğini yüreklilikle sormak gerekir. Adalet olgusundan yoksun bir seküler devlet mekanizmasının ve bunun uluslararası bağlamlarının oluşturduğu propaganda Müslüman kitlelerin nereye süreklendiğini ortaya koymaktadır.

Endonezya Cumhuriyeti, 1945 yılındaki kuruluş temelleri, şartları ve bütün tartışmaları ile dikkate alındığında modern bir ulus devlet olma yolunda Cava Adası elitinin seküler ideolojisinin, yani Cava Milliyetçiliğinin bir ürünü olarak doğmuştur. Geniş bir coğrafyayı kaplayan ülkede, Cava milliyetçiliğinin İslamla ilintisi de sorgulanmayı hak edecek denli önemlidir. Ancak benzer ülkelerde gözlemlendiği gibi, seküler milliyetçilik olgusu ile din -bu bağlamda Müslümanlık- sömürgecilik döneminin sona erdirilmesi süreçlerinde içiçe geçmiş dinamik yapılardır. Sömürgeciler şu veya bu şekilde anavatandan ‘fiziki’ olarak çıkartıldıklarında yeni bir karar mekanizması ortaya konmuştur ki, bunda Endonezya Müslüman liderlerinin, entellektüellerinin, siyasetçilerinin katkısı göz ardı edilemez. Bu sürece rağmen, sadece geniş Müslüman kitlelerine değil, bu ülkenin tüm etnik ve dini farklılıklarına adaletle hizmet verecek bir yapı oluşmamış, oluşturulmamıştır.

Bunun neden oluşturulamadığını, kuruluşundan 1965 yılına kadar ülkeyi yirmi yıl boyunca yöneten Sukarno’nun izlediği birbirinden farklı siyasi yaklaşımlarda bulmak mümkün. Tabii bu husus burada yer verilemeyecek kadar detaylıdır. Bu çerçevede, kısaca değinilmesi ve sorulması gereken husus, Sukarno ülkenin yapılaşmasında İslamla bağlantılı unsurlara ne kadar yer verip vermediğiyle alâkalıdır. Yirmi yıllık süreçte sadece Açe’de değil, Batı Cava ve Sulawesi’de aktif olarak İslam Devleti kurma çabalarına Sukarno’nun başında bulunduğu merkezi hükümetin tepkisi ortadadır. Bir diğer husus, gene bu dönemde mevcut siyasi yapı içerisinde hareket kabiliyeti geliştirmeyi öncellemiş ve bunu Masyumi adıyla siyasi partiyle pratiğe geçirmiş yapının da akibetinin de dikkatlice incelenmesi gerekir. Şu kadarını söylemekle iktifa edeyim ki, dönemin umut vaad eden bu siyasi harekitinde sonun başlangıcına imza atan çevreler, 30 Eylül sonrasında komünist cadı avında aktif rol alanlarla aynı çevreler olması tarihi bir tesadüf olamaz. 

1965 yılı 30 Eylül’ünü takip eden günler, haftalar ve aylarda, ordunun psikolojik harekat biriminin, basının vb. kurumların ortaklığıyla geniş Müslüman kitleler ‘komünist tehlikesi ve tehdidine’ karşı harekete geçirilmişlerdir. Sadece milisler değil, sıradan Müslüman bireyler, gruplar yanı başlarındaki komşularının belki de akrabalarının ‘komünistlikle’ ilişkilendirilmesi ‘şaiyasına’ dayanarak şiddette aracı kılınmışlardır. Bu süreç, Sukarno’nun adına din dediği, ancak hangi din olduğu pek de bariz olmayan ‘kutsal yapı’sı, Cava milliyetçiliği ve komünizmle flörtüne dayalı siyaset anlayışında son anlamı taşıyordu. Bu sürece noktayı koymaya ‘itilen’ dönemin askeri istihbaratın başı Suharto ise, komünist partiye atfedilen general kıyımının ardından harekete geçirdiği kitlelerin başında ‘Müslümanların’ olması dikkat çeker.

Suharto döneminde sivil yönetim ve sivil yaşam adına neler ortaya konmuştur? Kısaca değinelim...

Darbe lideri Suharto kısa bir süre sonra sivil idarenin başına geçtiğinde icraatı, içinden doğup çıktığı orduyu siyasetin tüm organlarında başat yere taşımak oldu. Suharto’nun ‘Yeni Düzen’ adını verdiği sistem içerisinde kısa sürede, üniformalarını çıkaran ve yerine takım elbiselerini giyen ordu mensuplarının toplumsal yapıda militarizasyonu başlatıldı.Ordu kurumuna biçilen ulusun güvenliği rolüne dayanarak, ülkede yapılan ‘demokratik’ seçimler sonunda oluşan meclise ordudan belli sayıda asker ‘doğrudan’ atanmaya başlandı. Bu dönemde, çok sayıda ordu mensubu bürokrat olarak değişik kurumlara atanmaya başlanmıştır. Ordu bu uygulamayı destekleyecek argümanlar bulmakta zorlanmamaktadır. Bu gerekçelerden önde geleni “halk bize güveniyor” mottosudur. Doğal olarak bu durum, bütün bir hükümetler döneminde devam edip gidecek olan asker kadrosunun varlığını geleneksel hale getirmiş ve sivil bürokrasinin oluşumunun önündeki en önemli engellerden biri haline gelmiştir. Öyle ki, 1970’lerin sonlarında merkezi hükümetin yarısı ve eyalet valiliklerinin de üçte ikisinden fazlasını ordu tarafından atanan askerler oluşturuyordu. Yerel düzeydeki yöneticilerin %56’sı da askerdi. Bürokrasinin %78’i generallerden; bakanlıklardaki üst düzey bürokratların %84’ünü askerler oluşturuyordu. Askerlerin bürokraside üstünlükleri sadece ülke içerisinde değil, aynı zamanda büyükelçiliklerde de dikkat çekici boyuttaydı. 1977 yılındaki rakamlara bakıldığında büyükelçiliklerin hemen hemen yarısının askerlerden oluştuğu görülür.

Güler yüzlü general Suharto’nun siyasi egemenliği 1998 yılı Mayıs ayında sona erse de, bugün ortaya koyduğu anlayış yeni bir vecheye bürünmüş olarak varlığını sürdürmektedir. Bugün, başkanlık seçimlerinde kaybeden üvey oğlu general Prabowo Subianto kaybetmenin verdiği hırsla babasının dönemine özgü uygulamaları gündeme getirmeye soyunmaktadır. Gene çok ilginçtir ki, Prabowo’ya bu süreçte destek olan sözde İslamcı çevreler 1965 sonrasındakilerle benzerlik arz etmektedir. 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder