Mehmet Özay 1 Ekim 2014
30 Eylül gecesini 1 Ekim’e bağlayan gece yarısı Endonezya’da yaşananlar -diğer
benzeri ülkelerde olduğu gibi- sadece bir iç hesaplaşma değil, dönemin yani
Soğuk Savaş yıllarındaki uluslararası ilişkileriyle doğrudan ilintili bir bağlamı
vardır. Ülkeyi ‘toplumsal karatma’ atmosferine sürükleyen 30 Eylül gecesi
gerçekleşen askeri darbe, bir dönemin kapanması ve yeni bir dönemin açılması
ile sınırlı da değil elbette. Bu darbe ve sonrasında, Endonezya’nın hangi
siyasi ve toplumsal yapılanmaya ‘itildiği’ ve uluslararası çevrelerce nerede
konuşlandırıldığı kadar, Çin’den sonra ikinci büyük Komünist Partisi’nin
varlığı ile bu süreçte hangi Müslüman çevrelerin ne şekilde rol aldıkları
üzerinde düşünülmeyi hak etmektedir.
Bugüne kadar darbenin nedeni olarak öne sürülen altı üst düzey ordu
mensubunun katledilmesi muamması bugüne kadar çözülememişken; hayatlarına
kastedilen yüzbinlerce insanın ve yakınlarının -ki öldürülenlerin sayısını kimi
araştırmacıların çalışmalarında 1.5 milyona kadar çıkmaktadır; öldürülenlerin
yakınları da hesaba katıldığında bu gelişmeden etkilenen kitlenin önemli bir
sayıya ulaştığı görülür- adalet önünde hak arayışlarına yer verilmemişken; bu
darbe sonrasında Suharto rejiminin icraatlarına yönelik çabalar ortaya
konmamışken; yüzbinlerin kıyımında aktif veya pasif rol Müslüman kitlelerin -ki
bunları temsil eden cemaat yapısı bugün de önemli bir sosyo-dini organizasyon
olarak varlığını sürdürmektedir- kendi iç hesaplaşmalarını yapmamışken
Endonezya’nın bugünkü siyasi konumu anlamlandırılması güçtür.
Bu darbenin ardından gerçekleştirilen ve toplumun bir bölümüne yönelik ‘rejim
hıncına’ bir kısım halk katmanlarının da katılımıyla ülkenin modern tarihinde önemli
bir kıyım yaşandı. Generallerin öldürülmesinden sorumlu tutulan komünist parti
değil di sadece bu süreçten payını alan. Partinin kapatılması, üst düzey
yöneticilerinin tutuklanması ile de süreç bitmedi. Bu parti yöneticileri şayet
soruşturmalara dayalı olarak suikastlerden sorumlu tutulmaları, adalet önüne
çıkartılmaları ve haklarında ‘adil’ bir karar verilmiş olsaydı, sadece bu
kişilerin ‘bireysel hak ve onurlarına’ değil, toplumsal barışa da çok büyük
katkı yapılırdı. Bu anlamda, o dönem ve sonrasında Güneydoğu Asya’yı kasıp
kavuran zulümler zincirinde Endonezya yer almaz, aksine diğer ülkeler
‘adaletin’ tesisinin nasıl olacağını ortaya koyarak örnek bile
gösterilebilirdi.
Ancak böyle olmadı...
Ordu tarafından oluşturulan korku ve sindirme psikolojisi ile ‘toplumsal
nefret’in birleşmesi yüzbinlerce insanın hayatına mal oldu. Bu tip ülkelerde
sadece resmi güvenlik güçleri vazife almaz. Ordu ve polis gücünün yanı sıra,
adına ‘milis’ denilen devletin ihtiyaç duyduğunda ‘arazide’ her türlü
‘kapasitesiyle’ harekete geçirebileceği, sayısı kesinlikle resmi olarak
bilinmeyen bir güç 30 Eylül gecesini takip eden süreçte önemli bir işlev gördü.
Tabii rejimi yönlendirme kabiliyetindeki kişi ve kurumların suçu üzerine
yıktığı kesim ile, bu kesimin şikayet edildiği toplumsal gruplar arasındaki
ideolojik ve toplumsal fark, milisler ve resmi makamların göz ardı etmediği bir
gerçekti. Suçlanan kesim, yani komünist partisi ve partiyle şu veya bu şekilde
ilintisi olmuş veya olduğu var sayılan kitlelerdi. Bu grubun geniş toplum
kesimlerinde şikayet edildiği yapılar ise geniş Müslüman kesimdi. Bu bağlamda,
seküler bir devlet yapısı olmasına rağmen, devletin kilit noktalarındaki karar
mercileri geniş Müslüman kesimleri nasıl harekete geçirebildiğini yüreklilikle
sormak gerekir. Adalet olgusundan yoksun bir seküler devlet mekanizmasının ve
bunun uluslararası bağlamlarının oluşturduğu propaganda Müslüman kitlelerin
nereye süreklendiğini ortaya koymaktadır.
Endonezya Cumhuriyeti, 1945 yılındaki kuruluş temelleri, şartları ve bütün
tartışmaları ile dikkate alındığında modern bir ulus devlet olma yolunda Cava
Adası elitinin seküler ideolojisinin, yani Cava Milliyetçiliğinin bir ürünü
olarak doğmuştur. Geniş bir coğrafyayı kaplayan ülkede, Cava milliyetçiliğinin
İslamla ilintisi de sorgulanmayı hak edecek denli önemlidir. Ancak benzer
ülkelerde gözlemlendiği gibi, seküler milliyetçilik olgusu ile din -bu bağlamda
Müslümanlık- sömürgecilik döneminin sona erdirilmesi süreçlerinde içiçe geçmiş
dinamik yapılardır. Sömürgeciler şu veya bu şekilde anavatandan ‘fiziki’ olarak
çıkartıldıklarında yeni bir karar mekanizması ortaya konmuştur ki, bunda
Endonezya Müslüman liderlerinin, entellektüellerinin, siyasetçilerinin katkısı
göz ardı edilemez. Bu sürece rağmen, sadece geniş Müslüman kitlelerine değil,
bu ülkenin tüm etnik ve dini farklılıklarına adaletle hizmet verecek bir yapı
oluşmamış, oluşturulmamıştır.
Bunun neden oluşturulamadığını, kuruluşundan 1965 yılına kadar ülkeyi yirmi
yıl boyunca yöneten Sukarno’nun izlediği birbirinden farklı siyasi
yaklaşımlarda bulmak mümkün. Tabii bu husus burada yer verilemeyecek kadar
detaylıdır. Bu çerçevede, kısaca değinilmesi ve sorulması gereken husus,
Sukarno ülkenin yapılaşmasında İslamla bağlantılı unsurlara ne kadar yer verip
vermediğiyle alâkalıdır. Yirmi yıllık süreçte sadece Açe’de değil, Batı Cava ve
Sulawesi’de aktif olarak İslam Devleti kurma çabalarına Sukarno’nun başında
bulunduğu merkezi hükümetin tepkisi ortadadır. Bir diğer husus, gene bu dönemde
mevcut siyasi yapı içerisinde hareket kabiliyeti geliştirmeyi öncellemiş ve
bunu Masyumi adıyla siyasi partiyle pratiğe geçirmiş yapının da akibetinin de
dikkatlice incelenmesi gerekir. Şu kadarını söylemekle iktifa edeyim ki,
dönemin umut vaad eden bu siyasi harekitinde sonun başlangıcına imza atan
çevreler, 30 Eylül sonrasında komünist cadı avında aktif rol alanlarla aynı
çevreler olması tarihi bir tesadüf olamaz.
1965 yılı 30 Eylül’ünü takip eden günler, haftalar ve aylarda, ordunun
psikolojik harekat biriminin, basının vb. kurumların ortaklığıyla geniş
Müslüman kitleler ‘komünist tehlikesi ve tehdidine’ karşı harekete
geçirilmişlerdir. Sadece milisler değil, sıradan Müslüman bireyler, gruplar
yanı başlarındaki komşularının belki de akrabalarının ‘komünistlikle’
ilişkilendirilmesi ‘şaiyasına’ dayanarak şiddette aracı kılınmışlardır. Bu
süreç, Sukarno’nun adına din dediği, ancak hangi din olduğu pek de bariz
olmayan ‘kutsal yapı’sı, Cava milliyetçiliği ve komünizmle flörtüne dayalı
siyaset anlayışında son anlamı taşıyordu. Bu sürece noktayı koymaya ‘itilen’
dönemin askeri istihbaratın başı Suharto ise, komünist partiye atfedilen
general kıyımının ardından harekete geçirdiği kitlelerin başında
‘Müslümanların’ olması dikkat çeker.
Suharto döneminde sivil yönetim ve sivil yaşam adına neler ortaya konmuştur?
Kısaca değinelim...
Darbe lideri
Suharto kısa bir süre sonra sivil idarenin başına geçtiğinde icraatı, içinden
doğup çıktığı orduyu siyasetin tüm organlarında başat yere taşımak oldu.
Suharto’nun ‘Yeni Düzen’ adını verdiği sistem içerisinde kısa sürede,
üniformalarını çıkaran ve yerine takım elbiselerini giyen ordu mensuplarının
toplumsal yapıda militarizasyonu başlatıldı.Ordu kurumuna biçilen ulusun
güvenliği rolüne dayanarak, ülkede yapılan ‘demokratik’ seçimler sonunda oluşan
meclise ordudan belli sayıda asker ‘doğrudan’ atanmaya başlandı. Bu dönemde,
çok sayıda ordu mensubu bürokrat olarak değişik kurumlara atanmaya
başlanmıştır. Ordu bu uygulamayı destekleyecek argümanlar bulmakta
zorlanmamaktadır. Bu gerekçelerden önde geleni “halk bize güveniyor”
mottosudur. Doğal olarak bu durum, bütün bir hükümetler döneminde devam edip
gidecek olan asker kadrosunun varlığını geleneksel hale getirmiş ve sivil
bürokrasinin oluşumunun önündeki en önemli engellerden biri haline gelmiştir.
Öyle ki, 1970’lerin sonlarında merkezi hükümetin yarısı ve eyalet
valiliklerinin de üçte ikisinden fazlasını ordu tarafından atanan askerler
oluşturuyordu. Yerel düzeydeki yöneticilerin %56’sı da askerdi. Bürokrasinin
%78’i generallerden; bakanlıklardaki üst düzey bürokratların %84’ünü askerler
oluşturuyordu. Askerlerin bürokraside üstünlükleri sadece ülke içerisinde
değil, aynı zamanda büyükelçiliklerde de dikkat çekici boyuttaydı. 1977
yılındaki rakamlara bakıldığında büyükelçiliklerin hemen hemen yarısının
askerlerden oluştuğu görülür.
Güler yüzlü general Suharto’nun siyasi egemenliği 1998 yılı Mayıs ayında sona
erse de, bugün ortaya koyduğu anlayış yeni bir vecheye bürünmüş olarak varlığını
sürdürmektedir. Bugün, başkanlık seçimlerinde kaybeden üvey oğlu general Prabowo
Subianto kaybetmenin verdiği hırsla babasının dönemine özgü uygulamaları gündeme
getirmeye soyunmaktadır. Gene çok ilginçtir ki, Prabowo’ya bu süreçte destek olan
sözde İslamcı çevreler 1965 sonrasındakilerle benzerlik arz etmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder