Mehmet Özay 8 Ekim 2014
ABD’nin Ortadoğu ile ve de bununla bağlantılı olarak Afganistan özelinde
yaklaşık 15 yıldır sürdürdüğü sıcak hesaplaşmadan geriye ne kaldığı soruları
ciddi bir şekilde gündeme getirilirken, yine bu ülkenin 21. Yüzyılda Asya’ya
biçtiği rol üzerine de düşünmekte fayda var. Ortadoğu’da işler neredeyse diktatörler
dönemini aratacak kadar içinden çıkılmaz bir hâl alırken; Sovyetler Birliği’ne
karşı verdiği asil mücadele ile öne çıkmış Afganistan’da, ABD sonrası için
sosyo-siyasi düzene çeki düzen verecek belirlenimlerden uzak bir görünüm
sergiliyor.
ABD’nin bu hedeflere yönelik tuttuğu hesabın getirisinin ne olduğu bir
yana, Asya kıtasının Doğu ve Güneydoğu’suna yönelik hesaplarını nasıl belirleyeceği
de muğlaklığını koruyor. Çünkü, ABD dünyada kurulu düzenini devam ettirme
mücadelesi verirken, tekil ülkeler ve bölgeler piyon oyuncular olarak
varlıklarını sürdürüyor. Bazı ülkeler bu piyonluğu bile isteye kabul ederken,
bazıları da buna zorlanıyor. Bu çerçevede ABD, Ortadoğu ve Afganistan’da
demokratikleşme, sivil yaşam, liberal değerler ve ekonomi gibi olguları enjekte
işinde başarısız olurken, Doğu ve Güneydoğu Asya ülkeleri de benzer bir krizle
karşı karşıya. Veya böylesi bir krizin yeniden nüksetmekte olduğuna tanık
oluyor.
Tabii, şu gerçeği ortaya koymakta yarar var. Ortadoğu ve Afganistan ile
Doğu ve Güneydoğu Asya ülkelerinin hangi parametrelerle karşılaştırılabilirliği
konusu önemli bir çalışmayı gerektiriyor. Ancak özne olma koşulunu zorlayan ABD
bağlamında bakıldığında, yukarıda da değinilen Batılı değerler silsilesinin, ya
zorla ya gönüllü olarak bu toplumlarca kabulü yolunda bir beklenti söz konusu.
Ancak bu beklentinin gerçeklikte nereye tekabül ettiğine bir bakalım.
Bütün bir 21. Yüzyıl için gelecek vaad ettiği vurgusu ile öne çık/artıla/n
Doğu ve Güneydoğu Asya ülkelerinde demokrasinin geniş kitleler nezdinde ne
şekilde teveccüh bulduğu; siyasi ve yönetimsel elitin gündeminde -Batı
demokrasisi gibi olmasa da, buna yakın bir sosyo-siyasi rejimin varlığını hakim
kılacak yapılanmaya dair ne denli ciddi çabaların sergilendiği konusu giderek
şüpheli bir hâl alıyor. Bu durumda insan durup, acaba ABD’nin içine bulandığı
Ortadoğu ve Afganistan’nın Doğu ve Güneydoğu Asya toplumları için gizliden
gizliye bir modelliği mi söz konusu diye sormak istiyor. Öyle ya, olan bitenden
hareketle değerlendirilecek olursa, tabiri caizse bir orman kanunu
işlevselliğinin(!) arz-ı endam ettiğine tanık olunduğunu söyleyemez miyiz? Adı
ve kimliği ne olursa olsun, Ortadoğu ve Afganistan özelinde vuku bulan
gelişmelere konu olan halkların bir açmaz içinde olduğu epeydir gündemde yer
işgal ediyor. ABD, bu iki bölgede ‘rolünü’ tamamlamamışken, birden gözünü Doğu
ve Güneydoğu Asya’ya çevirmesi acaba bir kaçış olarak yorumlanamaz mı?
Bu çerçevede Doğu ve Güneydoğu Asya’ya biraz daha yakından bakalım...
Bir yanında küresel ekonomide ABD’nin ardından ikinci sırada gelmiş ve
ardından yaklaşık yirmi yıllık durgunluk sürecine konu olmuş Japonya; öte yanda
aynı süreci sürekli kalkınma hamleleri ile karşılamış ve Japonya’nın yerini
almış Çin; ve bu iki gücün minyatürü bir gelişmeye konu olmuş Güney Kore ve Çin’in
yavrusu Tayvan’ın yer aldığı Doğu Asya’ya bakarken; ASEAN ile belleklere
kazınmış ve içinde on ülkenin yer aldığı Güneydoğu Asya’yı da unutmayalım.
ABD’nin bölgeye gelmesindeki başat neden olan ekonomik olarak yükselmekte
olan Çin olduğu söylenegeliyor. Çin’in bugünkü ekonomik göstergelere
ulaşmasında temel destekçisinin ABD olduğu ise es geçiliyor. Ancak ABD,
yatırımları, fonları, destekleri ile gelirken öncelliğinin ‘insan
hakları/demokrasi’ gibi değerler olduğu söylemi öne çıkarken, neredeyse son
otuz yılda Çin’in yükselirken bu değerleri nasıl algıladığı ve pratikte nasıl
bir yere oturttuğu sorusu hala ortada duruyor. Hem de Hong Kong’da Eylül ayı
başından bu yana süren gelişmeler ışığında... Aslında Hong Kong’da sergilenen
tutum yeni değil. 1989 yılında Tiannanmen Meydanı kuşatan bir milyona yakın ‘demokrasi
bağlısı’ Çin’liye Çin Komünist Partisi’nin nasıl bir karşılık verdiği
zihinlerde tazeliğini koruyor. O dönem, henüz Çin’in ‘otonom’ bölgesi değilken
Hong Konglular Tiannanmen Meydanı özgürlükçülerine en büyük desteği veriyordu.
Bugün aradan geçen süreye, Çin’in küresel ekonominin kurallarına bağlılığına,
modernleşme sürecinde hızla adım atmasına rağmen, demokrasi ile barışamamış
olması önemli bir handikap olarak beliriyor. Çin’in içinde bulunduğu handikabın
daha da derinleşmesinde, Hong Kong’un otonom bölge statüsüyle İngiltere
Krallığı’ndan 1997 yılında Çin’e geçmesinde vaad edilen kimi hakları vermemekte
direnmesi yer alıyor. Hong Konglulara verilecek demokratik hak -ki, bugünlerde
verilen mücadele 2017 yılında Ada Valisini halk mı seçecek yoksa Ada’da yaşam
süren ancak ana kara parçasında komünist partiye endeksli bireylerin bulunduğu
1200 kişilik konseyce mi belirlenecek bağlamında sürüyor-, ülkedeki diğer
eyaletler için de, örneğin başta Sincan (Doğu Türkistan), Tibet olmak üzere neredeyse
tüm bölgeler- geçerli kılınmak istenebilir. Bu ise Çin siyasi sisteminin sonu
anlamına gelir. Bu sonu getirmemek için sözde reformcu yüzüyle öne çıkan Xi
Jinping yönetiminin gerektiğinde ‘Tiannanmen kuralını’ oynamaktan çekinmeyeceği
de gözlemcilerin dikkat çektiği bir husus.
Buradan Güneydoğu Asya’nın iki önemli ülkesine yani Endonezya ve Tayland’a
geçelim..
Endonezya tek parti değilse bile tek adam dönemini 1965 yılı Ekim ayından
1998 yılı Mayıs ayına kadar Suharto ile yaşadı. 1998 yılı ülkenin uzun 20. Yüzyılının
sonu anlamına geliyordu ve adına ‘demokrasi’ denilen bir sisteme geçişi
simgeliyordu. Bugüne kadar süren ve adına ‘reform’ denilen süreç bitmiş değil. Bitmediği
gibi, kimilerinin sona erdiğini zannettiği Suhartolu yıllara, Suharto
politikalarına dönüş anlamı taşıyan gelişmelere konu olmasıyla tedirginlik
yaratıyor. Gene burada da bir ABD katışımına rastlanıyor. 1965 yılı 30 Eylül’ünde
gerçekleşen askeri darbenin öncesi ve sonrası ABD’nin Endonezya siyasetine
nüfuzunu epeyce güçlendiriyor. 1998 Mayıs ayından sonra ‘güçlü bir ülke’ olarak
ortaya çıkma azmindeki ülke, bugün kısır bir döngünün içinde. Ülkenin ekonomik
yapılanmasına bakıldığında, Çin gibi liberal ekonomik yapının var olup olmadığı
gibi bir belirsizlikle karşı karşıyayız. Ekonomisine daha çok ‘yolsuzluk
ekonomisi’ denilen ülkenin, önemli petrol ve diğer maden kaynaklarının
işleticisi konumundaki şirketlere bakıldığında gene ABD kökenli oldukları görülüyor.
Aynı ABD, insan hakları/demokratikleşmelerle başı epeyce dertte olan Endonezya’ya
enerji kaynakları dolayısıyla ‘mahkum’ bir görünüm sergiliyor. ABD’de eğitim
görmüş Susilo Bambang Yudhoyono’nun (SBY) devlet başkanı olması sadece ülke
yönetiminin biraz daha ‘şirin’ görünmesine neden oluyor o kadar. Çünkü aynı SBY
döneminde yolsuzluklar en küçük birim köylerden başkentin bakanlığın ‘aydınlık’
labirerntlerine kadar sınır tanımayarak ilerleyişini sürdürdü. Ve halkın
ilçe/il belediye başkanları ve valilerini seçme hakkının geri alınması
örneğinde görülen gelişmeler kar-topu modeliyle anlatılabilecek şekilde vücud
bulurken, SBY tarih kitaplarına belki de, reformcu başkandan, Suhartolu yıllara
geçişi olanak tanıyan başkan olarak geçecek.
Üçüncü örneğimiz yine Güneydoğu Asya’dan...
Soğuk Savaş yıllarında, Filipinlerle birlikte ABD’nin en önemli müttefiki
konumundaki Tayland. Budist-monarşi ve siyasi elit-asker yapılaşmasının
gücünden pek de bir şey kaybetmediği ülkeden bahsediyoruz. Modern tarihi
boyunca yirmiye varan darbe ve darbemsi girişim, anayasasının sürekli yeniden yazılma
süreçlerine konu olduğu; Kral’ın siyasi yapıya müdahalesinin sanki bir Kutsal
el’in dokunması gibi sabırsızlıklar beklendiği ve kutsandığı bir siyasi yapı.
Adına nasıl bir siyasi rejim denilebileceği müşkül olan, Ordunun Kral adına
hareket ettiği ve gerektiğinde, şu veya bu şekilde var olan ‘seçim hakkıyla’
mevcut yönetimi idare hakkı kazananların görevden alınabildiği ve her şeyin
sıfırlandığı bir ülkeden bahsediyoruz. Bir karşılaştırma babında söylemek
gerekirse, Çin’in imalat sanayiindeki gelişimini çok önceden yakalamış; bu
bağlamda başta ABD’nin bölgedeki jandarması konumundaki Japonya olmak üzere
Batılı ulusaşırı şirketlerin yatırımlarına konu olmuş; turizmi ile
Avrupalıların cazibe merkezi haline gelmiş bir ülke. Özetle Kralın
kutsallığının demokrasinin sekülerliğini yendiği bir Tayland var karşımızda.
Bu üç ülke özelinde bakarak, 21. yüzyılı temsil edebilecek bir Doğu ve
Güneydoğu Asya yapısı karşımızda duruyor mu sorusu üzerinde düşünelim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder