Mehmet
Özay 13 Ekim
2014
12 Ekim, Bali
bombalamalarının 12. Yıldönümüydü. O tarihde gerçekleştirilen saldırılarda 202
kişi hayatını kaybederken bir o kadar kişi de yaralanmıştı. Bugünlerde, Endonezya’da
ve Avustralya’da tek tük çıkan duygusal içerikli haberler dışında bölge medyasında
bu ‘önemli’ vakıaya değinilmedi. Bu olay, sadece fikir babası Samuel
Huntington’un değil, Batı entellektüellerinin en azından bir bölümünün de gizli
ya da açık destekçisi olduğu ‘Medeniyetler Çatışması’ tezinin doğrulanmasına
matuf bir gelişmeydi. Meseleye şöyle bakabiliriz. İlân edilmiş bir medeniyetler
çatışması tezi ve bu tezin altını dolduracak pratikler gerekiyordu. Bu anlamda,
11/9, 2001’deki New York ve Washington bombalamalarının ardından, Küreselleşen
terörle savaş olgusu bali bombalamalarıyla bir kareyi daha tamamlamış oluyordu.
Adına sözde İslam
ülkeleri denilen bütün içinde en yoğun nüfusuyla dikkat çeken Endonezya’nin bu
süreçte yer almaması çatışma tezi için bir handikaptı ve bu handikapın
giderilmesi için bir yapılanmaya ihtiyaç vardı. O zaman “Endonezya bu işin
içine nasıl entegre edilebilirdi?” sorusuna cevap bulunması gerekiyordu. Bu
saldırılar bir anlamda iletişimin küreselleşmesinin eseri olurken, aynı zamanda
terörizm ‘modasına’ bir örnek teşkil ediyordu.
12 Ekim 2002 tarihinde
Bali’deki gece kulüplerine düzenlenen baskın burada eğlenen çeşitli uluslardan
turistleri hedef almıyordu. Aksine, çok yalın bir şekilde söylemek gerekirse
hedefte Endonezya Müslümanları ve İslamı vardı. Bunu söylerken, hayatlarını
yitirenlerin aidiyetlerini göz ardı etmek veya yakınlarının acısını görmezden
gelmek gibi bir kaydımız yok. Ancak, şunu da görmekte fayda var ki, küresel
sistemin mimarlığını üstlenenler için hedefi tesis anlamında kullanılacak her
aracın meşru oluşu, ölenlerin kimliklerini onlar nezdinde anlamsız
kılabilmektedir. Bunun dünyanın değişik yerlerinden pek çok örneğini vermek
mümkün.
12. Yılında bu
bombalama eylemlerini nasıl değerlendirmek gerekir sorusu önemli. Öncelikle
kısaca şu hususu değinelim. Bir ‘terör’ eylemi olarak ele alındığında göz
altına alınan kişilerden üçünün yargılanmaları sonucu 2008’de idamları ile
sorun çözüme kavuşturuldu diye düşünülebilir. Oysa, saldırıların ardındaki
kişilerin başında gelen Hambali kod adlı Rıdvan Isamuddin, Tayland’da
yakalandıktan sonra CIA’ye teslim edilmiş ve üç yıl boyunca bilinmeyen bir
yerde -muhtemelen- Diego Garcia Adası’nda ‘sorguya çekilmiş ve ardından
Küba’daki Guantamano Üssü’ne gönderilmişti. Bugüne kadar da orada tutulduğuna
dair bilgiler mevcut. Öte yandan dört ülke Endonezya, Malezya, Tayland ve
Filipinler hükümetleri de Hambali’yi yargılamak için bekliyor. Ancak
gözlemcilerin kanaati o ki, bu ülke yetkilileri Hambali’yi yargılamak yerine
‘daha güvenli ellerde’ tutulmasından da memnun gözüküyorlar.
Yukarıda bahsi geçen
kişiler ve diğerlerinin mensup olduğu yapılaşmaların küresel terör olgusu
içerisinde değerlendirilip değerlendirilemeyeceğine karar vermeden önce, bu
yapıları oluşturan bütün parçaları birarada ele almak gerekir. Bu bağlamda, bu yapıların
nasıl ve kimler tarafindan şekillendirildiği önemli. Örneğin, bu yapı
içerisinde yer alanların Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur merkezine çok yakın
bir yeri kendine merkez edinmesi kadar,
bu yapı içerisinde ‘kilit’ rol oynayan kimi birey/lerin Endonezya
istihbaratıyla da temasını gündeme getirmek gerekir. Dolayısıyla bu terör
yapılaşmalarının pür anlamda Müslüman kitlelerin Batı karşıtlığını sembolize ettiğini
söylemek yetersiz kaldığı gibi, bu söylem bir tür yanlışlığı da içeriyor.
Böylesi ‘teknik’
bağlamın ötesinde, halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan Endonezya ve tüm
Güneydoğu Asya Müslüman dünyası üzerinde oluşturulan bir tür psikolojik
baskıdan bahsedilebilir. Bunun yanı sıra, başta çeşitli STKlar olmak üzere Müslüman
kitleler toplumsal savunma pozisyonuna itildiklerini gözleniyor. Bu süreçte en
önemli baskıyı üzerinde hisseden kesimlerin başında eğitim kurumları geliyor.
Özellikle geleneksel dini eğitimin verildiği pondok/pesantren adı verilen
yapıların terör yapılarına sözde eleman yetiştirdiği yollu iddialar, kısa
sürede baskı sebebi haline gelerek bu kurumların eğitim/öğretim süreçlerine
müdahaleye konu oldu.
Genel toplum kesimleri çerçevesinde
ise Müslümanların tüm gelişmelerden birebir sorumlu tutulup suçluluk psikolojisine
zorlanması ve savunma konumunda bırakılmaları nedeniyle toplumsal travma halini
yaşamaları söz konusudur. Bu durum, akademi çevrelerinin çalışmalarından siyasilerin
Batılı meslekdaşları önündeki söylemlerine kadar çeşitli boyutlarda izlenebilir.
Yukarıda zikredilen bireyler/gruplar
ile kimi devlet yapıları arasındaki ilişkinin ne boyutlarda seyredebileceğine bir
örnek 2009 yılı Aralık ayında Açe’de ortaya çıkartılan bir grubun faaliyetlerinde
somutlaştırılabilir. İstihbarat kurumu, bir grubun varlığını bilinmesine rağmen,
bir yıl boyunca Açe’nin bir bölgesinde silahlı eğitim faaliyetini sürdürüğünü belirtiyordu.
Bu noktada, on yıllarca savaş bölgesi olmuş Açe’de halkın yanı başında silahlı eğitim
yapan dışarlıklı kişilerin varlığına hem de bir yıl boyunca sessiz kalamayacağının
bilinmesi gerekir. Toplumsal birlik ve koruma duygusunun yoğun olduğu Açe’de bırakın
silahlı birlikleri sivillerin bile varlığının sıkı bir toplumsal kontrole tabi tutulması,
zikredilen grubun faaliyetlerinin Açe toplumu içerisine ‘atılan bir tohum’ olarak
görülmelidir. Bu yapılanmanın ulusal
boyutu kadar uluslararası çevrelere bir mesajı da vardı. O da, Açe’de şu ya da bu
şekilde var olduğu bilinen ‘İslam hukuku’ uygulamasi ile terror olgusu bağlantısını
kurmak.
Özetle ifade etmek gerekirse,
Batı’da üretilmiş bir uluslararası siyaset teorisinin pratiğinin bir bölümü Endonezya’da
ortaya kondu. Bu gelişme, ortaya ‘küreselleşen bir terör’ olgusu deyimini çıkartmakta
aracı oldu. Görünürde birtakım masum insanlar hayatlarından olurken, temelde Endonezya
ve bölge Müslümanları üzerinde bir sosyal baskı ve din algısı belirlenmeye çalışıldı.
Bu sürecin halen devam etmekte olduğunu söyleyebiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder