Mehmet Özay 17 Eylül 2013
1890 yılı Eylül ayından bugüne 123 yıl geçti... Dönemin oluşmakta olan yeni
dünyasına ‘müdahale’ etme amacına matuf olarak Doğu denizlerine ‘yola çıkan’
‘Ertuğrul’ adlı geminin serüveninin yıldönümü. Ertuğrul adı, Osmanlı
Devleti’nin ‘kök babası’ olarak anılabilecek Ertuğrul Gazi’ye atfen verildiğine
kuşku yok. Ertuğrul Gazi adı nasıl bir devletin kuruluşuyla birlikte
anılıyorsa, ‘Ertuğrul’ adı verlien geminin serüveni de Uzak Doğu ile yeni
ilişkiler ağının başlangıcı anlamına gelecekti.
Bu ziyaret vesiyeliyle neler akla geliyor? Öncelikle, Osmanlı Devleti ile
Japonya arasında gerçekleştirilen ilk diplomatik ilişkiler olduğu, seyahat
sırasında geminin Hindistan, Malaya ve Singapur’da uğradığı limanlarda Müslüman
yöneticiler ve ahali arasında yarattığı ve kimilerinin Pan-İslamcılığın somut
bir girişimi iddiasında bulunabilmesine yol açan bir ‘aura’nın yanı sıra, yaşanan felâketin ardından kazadan sağ
kalabilenleri kurtarma ‘operasyonunda’ rol alan bölgedeki Alman gemilerinin
rolünü unutmamak gerekir. Tüm bu unsurlar, aslında dönemin Osmanlı yönetiminin
ilişkilerini ortaya koyması bakımından dikkat çekici. Ancak hasıl olması
beklenen gelişmelerin, ki bunların başında belki Pan-İslamcı eğilimin kuvvet
bulması, Rusya’ya karşı bir Osmanlı-Japon ittifakının geliştirilmesi geliyor.
Bunlar gerçekleşmiş midir yoksa Osmanlı’nın küresel politikalar geliştirme
arzusunun gemi kazasının sembolik olarak ortaya koyduğu üzere devletin
kaçınılmaz sonunun bir göstergesi midir? Bu bağlamda, örneğin 1892 yılında
Pahang Sultanlığı’nda gündeme gelen ve İngilizlerin Malay topraklarından
çıkartılmasını amaçlayan İslamcı toplumsal hareketin Ertuğrul’un ziyaretiyle
ilgisi var mıdır? Ya da bir başka soruyla devam edersek, bu resmi ziyaret
vesilesiyle Güneydoğu Asya’ya bakarken ve de yazıp çizerken, bölgenin İslami
entellektüel hareketlerinin doğurduğu veya o dönem doğurabileceği -diyelim ki-
Pan-İslamcı kabul edilebilecek çıkışlarına değinildiğine rastlandığı söylenebilir
mi? Biz burada birkaç tanesine değinelim hiç olmazsa... Singapur’da Malayca
yayınlanan el ilanlarında Osanlı’nın Balkanlar’da Avrupa güçleri karşısındaki
zor durumu karşısında İslam birliği dile getirilirken, dönemin Açe Sultanı
Kırım Savaşı dolayısıyla toplanan on bin Doları gönderiyordu. Bölge
liderlerinin ve halkının bu ve benzeri girişimlerini dikkate almayan yukarıda
zikredilen ‘duruş’, olsa olsa ötekini
yadsıyan ‘tek tipçi’ bakış açısı olarak adlandırılmayı hak ediyor. Bu konuya
dair kapsamlı görüşleri bir bütün içinde paylaşmaya başka yazılarda devam
edeceğiz.
Geminin bu resmi seyahatinin ana sebebi Amiral Osman Paşa’nın dönemin
Padişahı II. Abdülhamit’in iki ülke arasındaki dostluğun bir ifadesi olarak
Japon İmparatoru’na gönderdiği İmtiaz nişanını ulaştırmaktı. Gemi, plânlandığı
şekilde Japonya’ya ulaşmış ve görevini tamamlamıştır. Verilen ‘imtiyaz nişanı’
karşılığında, Japon İmparatoru Amiral Osman Paşa’yı İmparatorluğun 1. Sınıf
Nişanı ve diğer bazı üst rütbeli subayları da değişik derecelerdeki nişanlarla
taltif etmiştir.
Ertuğrul gemisi hakkında ilgili yazılıp çizilenler arasında Singapur’daki
karşılamalar önemli yer tutar. Ancak bu karşılamaların ‘alkışlar’dan başka bir
yönünün ortaya konulamadığı da malum. Bir de Japonya ziyaretini ‘başarıyla’
tamamlamasının ardından yaşanan felâket... Bir hüzün hikâyesi... Konsept farklı
olsa da bu kaza biraz da Yemen’i hatırlatır bize. Osmanlı-Japon ilişkilerinin
modern dönemde karşılığı olan Ertuğrul’un yolculuğu, Japon Prensi’nin
İstanbul’a yaptığı ziyarete bir karşılıktı. Avrupayla ilişkilerinin giderek
gerildiği, Osmanlı’nın siyasi kabiliyet sahasının daraldığı ve buna karşılık
Güneydoğu Asya’daki Müslüman toplumların İngiliz ve Hollanda sömürgeciliği
egemenliğinde bulunduğu bir dönemde, çağın küresel siyaset yapma biçimine örnek
teşkil eder Ertuğrul’un ziyareti aynı zamanda...
Rotası üzerinde olmasına rağmen, Sumatra Adası’nın kuzeyinde Açe
topraklarında süren Hollanda istilası nedeniyle Banda Açe limanına
uğra(ya)mayan Ertuğrul gemisinin Singapur limanına demir atması, Singapur
şehrinde ve yanı başındaki Cohor Sultanlığı’nda Müslüman ahalide heyecan
vesilesi olduğuna kuşku yok. Halkın, gerek dönemin Singapur ve Malaya’sında
yayımlanan gazetelerinden, gerekse özellikle Hacılar vasıtasıyla adını çokça
duydukları Osmanlı Devleti başkentinden gelen bir geminin simgesel değeridir bu
heyacana sebep olan.
Bölge kaynaklarında zikredildiğine göre, Ertuğrul gemisi Singapur limanına
demir atmadan önce, Cohor Boğazı’na girerek Cohor Sultanlığı Sarayı’na nazır
durduğu anlaşılıyor. Ertuğrul’un doğrudan Cohor limanına girmesine sebep ise Sultan
Abdülhamit’ten dönemin Sultanı Ebu Bekir’e getirilen selâmdır. Sultan Ebu
Bekir, bu vesile ile İstanbul’da kendisine sunulan Mecidiye Nişanı’na karşılık
Ertuğrul gemisinin Amirali Osman Paşa ve diğer 8 üst düzey denizciye düzenlenen
törenle Cohor Sultanlığı Nişanesi taktı. Bu üst düzey denizciler arasında
geminin kaptanı Ali Bey’in de olduğunu düşünebiliriz. Cohor Sarayı’na konuk
olan Paşa ve üst düzey subayın neler yaşadıkları, ne kadar kaldıkları, kimlerle
nasıl etkileşim içine girdikleri konusunda -en azından şimdilik- bir bilgimiz
yok... Örneğin, Sultanlıkta Başbakan konumundaki Dato Cafer bin Muhammed ve
-henüz yaklaşık bir yıllık eşi- Rukiye Hanım’la görüşüp görüşmedikleri veya
görüşmede neler geçtiği vb. konular aydınlatılmayı bekliyor... Burada hemen
hatırlatmakta fayda var. Rukiye Hanım’ı bir çırpıda ‘Pan-İslamcı’ bütünün
ortasına yerleştiren anlayış, ortaya çıkıp Ertuğrul’un ziyaretiyle
birleştirirse hiç şaşmayacağız! Ayrıca, zaten pek de alt yapısı güçlü olmayan
bir gemiyle çıkılan uzun deniz yolculuğunun doğurduğu zorluklar neticesinde
Cohor’da herhangi bir bakım-onarımdan geçirilip geçirilmediği de muğlak konular
arasında.
Cohor’daki karşılama ve törenin ardından geminin Singapur limanına geçtiği
anlaşılıyor. Singapur, İngiliz Doğu Hint Sömürgeciliği’nin başkenti olmakla
önem taşır. Ertuğrul’un limana girmesi, çokça ihtiyaç duyduğu lojistik desteğin
sağlanmasının ve de Müslüman ahalinin bir ‘özlemle’ gemiye akın etmelerinin
ötesinde, Sultan Abdülhamit’in Singapur’a ilk defa konsolos olarak atadığı
el-Sagoff ailesinden ileri gelen bir ferdi vasıtasıyla İngiliz yönetimiyle,
bölgede yaşayan Arap/Hint (Peranakan) kolonisiyle, Hollanda sömürgeciliği
altında siyasi ve kültürel baskılara maruz kalan Müslüman unsurların
temsilcileriyle görüşmeler yaptığını düşünmek mümkün. Ancak bu noktada gene
detaylara ihtiyacımız olduğu muhakkak... Eldeki verilere bakarak ifade edersek,
Ertuğrul gemisi 15 Kasım 1889’da Singapur limanına girmiş ve 22 Mart 1890
tarihine kadar yaklaşık dört ay kalmıştır. Bu süreçte gemi, halkın ziyaretine
açılmakla kalmamış, aynı zamanda gemi mürettebatı içinde hazır olan 24 kişilik
bir ‘bando’nun şehir merkezinde, yani Esplanade’de konser verdiği de vaki.
Felâket’e Doğru...
Ertuğrul’un Singapur’daki ziyaretinin akabinde seyahatin temel amacı olduğu
varsayılan Japonya’ya doğru yol aldığı, dönemin Japon İmparatoru’nca kabul
edildiği vaki... Medya organlarında çokça işlenen konu ise bu ziyaretten ziyade
geminin dönüş yolculuğunun hemen başında maruz kaldığı felaket hadisesi. Bu
hadise nasıl gerçekleştiği de değişik kaynaklarda farklı şekillerde ifade
edildiği gözleniyor. Örneğin, Hongkong Daily Press’den alıntı yapan bir
Singapur kaynağı başlığını “Ertuğrul’un Kaybı” olarak veriyor o tarihlerde.
Hong Kong’a haberi getiren ise 25 Eylül 1890’da limana giren ‘Bellona’ adlı
Alman gemisinin kaptanı Haesloop.
Kazadan yaralı olarak kurtarılabilen bazı mürettebat -ki sayısı iki olarak
veriliyor- 19 Eylül günü Japonya’ya ait ‘Boji-maru’ adlı gemiyle Kobe’ye
getiriliyorlar. Kazayla ilgili ilk bilgiler de bu mürettebatın verdiği bilgiye
dayanıyor. Buna göre, mezkur kaza 17 Eylül’de gerçekleşmiş. Kimi kaynaklar
kazayı 16 Eylül akşamı/gecesi vermesine rağmen, mürettebatın verdiği bilgi
kazanın Yokohama’dan Kobe’ye yol alırken, 17 Eylül akşamı saat 21.30 sularında,
bölgede birden ortaya çıkan fırtına nedeniyle geminin yakındaki Kiushiu Nosaki
(Kashinosaki,
Kiushiu) Adası -ki burası Yokohama’ya 250 mil mesafededir-
civarındaki kayalıklara sürüklenerek çarptığı, kazanının patladığı ve gemideki
600 civarındaki mürettebatın tümünün alaborada denize düştüğünü ortaya koyuyor.
Hayatta kalma mücadelesi veren denizcilerden altısı üst düzey subay ve 57’si
mürettebat olmak üzere 63 kişi mezkur Ada’ya çıkmayı başarıyor. Bu sayıya,
yukarıda zikredildiği üzere yakında geçmekte olan Japonya’ya ait Boji-maru
gemisine alınarak Kobe’ye getirilen iki gemici de eklendiğinde toplam 65
kişinin kurtarıldığı anlaşılıyor.
Geminin kaptanı Osman Paşa’nın yüzerek kayalıklara çıkmaya çalıştığı, ancak
başını bir direğe çarpması sonucu baygınlık geçirip denizde kaybolduğu,
mürettebatın önemli bir bölümünün ölümüne, geminin kayalıklara çarpması sonucu
kol veya bacaklarında meydana gelen kırıklar nedeniyle yüzememelerinin neden
olduğu ifade edilir. Ertesi gün bölgeye ulaşan bir başka Alman savaş gemisi
Wolf adaya çıkmayı başaran mürettebatı almaya gelir. Alman gemisinde yaralılara
ilk müdahale için iki de Japon doktorun bulunduğu belirtilir. Hayatta kalmayı
başarabilen gemi mürettebatının bilâhare İstanbul’a getirildiği ve Padişah
tarafından kendilerine ve ölenlerin yakınlarına maaş bağlantığı biliniyor.
Ertuğrul gemisini konu alan dramatik hikâyenin, bölgedeki olası kaynakların
zamanla ortaya çıkmasına paralel olarak yeni gerçeklerle farklı perspektiften
bakılmaya olanak tanıyacağına inanıyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder