Mehmet Özay 19
Nisan 2013
Salih Özbaran’dan bir eser daha: “Osmanlı ve Portekiz: Umman’da Kapışan
İmparatorluklar”. Eser, elli yılını ‘umman ilişkilerini’ anlamakla geçirmiş bir
akademisyenin, araştırmacının bulgularının öz bir paylaşımı. Ve bu anlamda, değişik
tarihlerde sunulmuş seminer bildirilerinin bir araya getirilmesinden oluşan bir
bütün. Çalışmanın ilk sayfasında dile getirildiği üzere, yazar akademik
bağlamdan pek fazla ferâgat etmeden, geniş okuyucu kitlesine ulaşma gayesi gütmüş.
‘Yeni Osmanlıcılık’ gibi bir olgunun tartışıldığı bir zaman diliminde Osmanlı
Devleti’nin güney eyaletleri, Hint Okyanusu bağlamında kimi gerçekleri ortaya
konulması ve bunun geniş kitlelere ulaştırması arzusunun önemli faydalar içerdiğine
kuşku yok. Çalışmanın, elden geçirilmiş seminer bildirilerinden oluşması
nedeniyle, belki de kaçınılmaz olarak kimi tekrarların olduğunu belirtmek
gerekir. Buna ilâve olarak, derleme çalışmaların, özellikle Hint Okyanusu gibi
henüz önemi kavranamamış bir coğrafyaya dair çalışmaların birarada
bulunabilmesine olanak sağlaması nedeniyle pratik bir faydası da var. Örneğin,
Özbaran’ın 20-22 Ekim 2008 tarihlerinde Deniz Kuvvetleri’nce düzenlenen
seminerde yaptığı konuşma metnine ulaşmak bile pek mümkün değilken, bu metnin
çalışmanın Giriş Bölümü’nü oluşturmasıyla ilgili çevrelerin hizmetine sunulmuş
oluyor. 328 sayfalık eserin -siyah/beyaz da olsa- el yazmaları, haritalar ve
resimler gibi görsellerle desteklenmesi ve bazı ‘Ek’lerle zenginleştirilmesi
okuyucunun bu ‘uzak coğrafyaya’ dair imgesinin daha sağlıklı bir şekilde
oluşmasına aracı olduğuna kuşku yok. Altı ana bölüme ayrılmış olan eser, ‘aidiyet’
olgusu ile başlıyor. Batılı güçlerin Hint Okyanusu serüvenine dikkat
çekilirken, Osmanlı Devleti’nin doğu denizlerindeki varlığı ‘İslam Bayrağı’
üzerinden vurgulanarak özellikle Doğu Hindistan sahillerinde gerçekleşen üç
önemli sefer işleniyor. Osmanlı-Portekiz karşılaşmasının ‘savaş boyutu’ kadar
ne kadar barış boyutu içerdiğini ortaya koyacak şekilde iki hükümdar arasındaki
yazışmalara değiniliyor. Hint Okyanusu’nda bunca mücadelenin kaynağı nedir
sorusunun en kayda değer cevaplarından biri, elbette ki bölgenin sahip olduğu
ekonomik varlıkları. Bu bağlamda ‘baharata’ ayrı bir bölüm açılması bir anlamda
zorunluluk olmayıldı. Özbaran da öyle yapmış...
Tarihçi Kitabevi’nce 2013 yılı Ocak ayında yayınlanan bu çalışma elime
geçtiğinde ilk dikkat çeken yönü kapağı, kitap hacmi ve de baskısı oldu
kuşkusuz. Singapur’da, Malezya’da kitap yayıncılığının üniversite
yayınevlerinin büyük ilgisi çerçevesinde sürdürüldüğünü ve çalışmaların büyük
bir özenle gerçekleştirildiğine tanık olduğumdan, kıymetli bir tarihçinin
önemli bir eserinin böylesi bir baskısıyla karşılaşmak açıkçası üzdü. Tam da, o
an, Türkiye’ye gelip gidenlerden ‘şöyle geliştik, böyle geliştik’ övgülerini
duyduğumu hatırladığımda, henüz gelişmelerin yayıncılık sektörüne uğramadığını
fark ettim ister istemez. Elbette bu genellemenin yanılgıya düşürücü tarafları
olabilir. Ancak elimdeki kitap ne sıradan bir çalışma, ne de yazarı henüz yazı
hayatına yeni başlamış bir çömez... Hint Okyanusu’nun bir süredir, Türkiye’ye
uğramasa bile öneminin gündeme geldiği şu yıllarda Türkiye’de bu deniz yoluna
odaklanan bir çalışmanın, hiç değilse ‘Osmanlı’ hatırına çok daha nitelikli bir
yayıncılık eseri olarak kitapçı raflarında yer almasını ummak en azından bir
okuyucu olarak hakkımız olduğunu düşünüyorum.
Rumi Olgusuna Dair
Eserdeki bölümler arasında kanımca en dikkat çekeni Rumi/Türk olgusu
üzerinde durulan sayfalar. Rumi/Türk olgusunun Malay dünyasının kadim el
yazmalarındaki varlığı biliniyor. Bunun ötesinde daha Osmanlı Devleti’nin Memlüklü
Sultanlığı’nı ortadan kaldırdığı 1517 yılından önce Portekizlilerin 1511’de
Malaka Sultanlığı başkenti Malaka şehrini yağmaladığı dönemde de şehirde Türk
unsurlarının varlığı malum. Bir not daha... Açe Darusselam Sultanlığı
kurulmadan (~1511) önce kadim Samudra-Pasai Sultanlığı’nın devamı mahiyetindeki
Pasai’de de Türk unsurları mevcut. Demek ki, Türk unsuru 1564 yılında
gönderilen 300 kişiyle (s. 86) sınırlı değil! Kaldı ki Özbaran eserinin Giriş Bölümü’nde
bölgedeki Rumilerin varlığı konusunda bu noktaya temas ederek Rumi denilenleri
“Osmanlı tacirleri” olarak adlandırıyor (s. 27). Özbaran’ın Rumileri kaleme
aldığı sayfalardaki anlatılar, her ne kadar ortak bir tanım olarak ortaya konsa
da, Rumilerin farklı Türk unsurlarını içinde barındırdığına da şahit oluyoruz. Rumilerin
bir diğer dikkat çekici yanı Özbaran’ın da ihtimal verdiği şekilde Osmanlı
merkez siyasetinin Hint Okyanusu’na açılışında bir katalizör işlevi gördüğüdür
(s. 200). Tabii bu anlatıların kaynağı Batılı özellikle de Portekizli
seyyahların referanslarına dayanıyor hiç kuşku yok ki. Rumilerden bahsetme
fırsatı bulmuşken şu hususa değinmekte fayda var.
Eserde özel bir bölümde işlenen Selman Reis’in ‘lahiyası’nda, tüm Hint
Okyanusu kıyılarını çeviren coğrafyadaki toplam 2000 kişilik Portekiz askeri
gücüne karşın Osmanlı Devleti’nin arzu edilir bir kuvvet teşekkül ettirdiği
taktirde başarılı olunacağına vurgusu önemlidir (s. 49). Tabii, bu kabataslak
bir güç karşılaştırması şeklinde olduğuna kuşku yok. Neyse... Burada dikkat
çekmek istediğim husus, Osmanlı askeri gücünün Süveyş Tersanesi’nde hazırlanan
ve 17 gemi, çeşitli ebatlarda 298 top, 76 zanaatkâr, 500 adet kürekçi, 20
topçu, 1000 nefer gemiciden ibaret olmadığıdır (s. 47). Aşağıda değinileceği
üzere Osmanlı topraklarından sökün etmiş, Hint Okyanusu civarındaki coğrafyaya
ulaşmış Rumi’lerin ne şekilde bir varlık gösterdikleri üzerinde çalışılmayı
bekliyor. 1510 yılında Batı Hindistan’da sayısı on bini bulan (s. 71); 1512
yılında Kızıldeniz’den Hindistan’a ‘Rumi’ akınının devam ettiği (s. 75); Memluk
Sultanlığı’nın alınmasından sonra Hint Okyanusu’na açılan ‘Rumiler’ (s. 76);
1521’de Hürmüz Körfezi civarındaki Lahsa Emirliği ordusundaki ‘ateşli silah
ustası ve gemi yapımcıları olan Türklerin’ varlığı (s. 77); 1528 yılında Arap
Yarımadası açıklarında Portekiz donanmasınca ateşe verilen gemide “çok sayıda
Rumi”nin bulunduğu (s. 76); 1531’de batı Hindistan’da önemli bir ticaret
merkezi olan Gücerat Sultanlığı’nda “ateşli silahları iyi bilen ve kullananlar
olarak ün salmış bulunanlar arasında ‘Rumi Han’ unvanıyla Mustafa Bayram ve
aynı dönemde Diu’da pek çok ‘Rumi’nin varlığı” (s. 78) vd. Osmanlı devlet
iradesi dışında, kendi inisiyatifleri ile Hint Okyanusu’na açılan ve bu
coğrafyadaki irili ufaklı emirliklerde/sultanlıklarda paralı asker olarak
çalışan Türk unsurlarının varlığını akla getirmektedir. Özbaran da bu hususa
ilerleyen sayfalarda Memlüklülerin asker ihtiyacı bağlamında da olsa değiniyor
(s. 143). Böylesi bir yapılanmayı Batı Hindistan ve hatta ötelere taşıyabilecek
kaynaklar olduğu malumumuz. Bu gücün Osmanlı’nın teşviki sayesinde mi, yoksa
bireysel ve grup inisiyatifle mi yayılma eğilimi gösterdiklerini -en azından
şimdilik- bilmiyoruz. Ancak genel yaklaşımla ifade edersek bu ‘Türk gücünün’
Selman Reis’in daha 1520’li yıllarda talep ettiği asker gücünden fazla olduğu,
bölgedeki emirlik ve sultanlıklarla etkileşim kurdukları, coğrafyayı tabiri
caizse karış karış bildikleri düşünülebilir. Bu önemli insan kaynağının Portekiz
askeri varlığı karşısında işlevsellik kazan(a)mamış olması, Özbaran’ın da
sorguladığı üzere Osmanlı’nın Hint Okyanusu’nda bir siyasi projeye sahip
olmadığı ve bu nedenledir ki varlık gösterememesine (s. 24) neden olduğu
sonucuna ulaşılamaz mı?
Tam da bu noktada, Selman Reis’in lahiyasındaki donanma ve asker talebine
karşın, yukarıda zikredilen ‘Rumi’ varlığının Portekiz gücüne karşı mücadelede niçin
aktive edilemedi sorusunu sormamız gerekiyor. Veya bir başka sorun mu vardı? Özbaran’ın
dolaylı olarak değindiği bir gerçek var ki, o da Hint Okyanusu’ndaki Osmanlı
varlığının ne derece sağlıklı boyutlarda gelişme gösterdiğiyle şu veya bu
şekilde ilintilidir. O da, Selman Reis ve Hüseyin Bey’in erzak sıkıntısını
gidermek amacıyla Yemen kıyılarını yağmalaması (s. 44); 1538’de Hadım Süleyman
Paşa’nın Aden Şeyhi Amir bin Davud’u ve adamlarını sancak direğinde
sallandırması; Portekizliler tanıklığında ortaya konduğu üzere 1539’da gene
Aden’deki kalede görevli “Osmanlı askerlerinin halk tarafından sevilmediği” (s.
83) vs.
Hint Okyanusu
Sınırları Nerede Başlar Nerede Biter?
Eserin ana temasını teşkil eden Hint Okyanusu’ndaki karşılaşmalar olduğuna
göre, bu su yolunun sınırları üzerinde durmak gerekir. Yani, bu su yolunun
sınırları nerede başlar nerede biter? Bu sorunun cevabını eserde bulabiliyor
muyuz? Bu noktada Özbaran’ın Hint Okyanusu’nu Osmanlı’nın güney eyaletleri
Yemen, Habeşistan, Basra bağlamının yanı sıra, Portekiz’le askeri karşılaşmalar
özellikle Diu vb savaşlar özelinde ele aldığı görülmektedir. Bu noktada,
Okyanus’un sınırlarının ‘daraltıldığı’nı söyleyebiliriz. Peki bunun ne zararı
var diye sorubilir kimileri. Tam da bu noktada, Osmanlı’nın güney sularına
inişinin, Hint Okyanusu’nda kürek sallayışının, Sumatra Adası’na yönelmeye
niyetlenmesinin nedenleri önemli.
Gerek bu çalışma bağlamında, gerekse Hint Okyanusu çerçevesinde Osmanlı’yı
ele alan makale ve eserlerde Osmanlı’nın bu coğrafyadaki varlığının sağlıklı
okunabilmesi için yeni bir bakış açısına ihtiyaç var. Bu bakış açısı
Kızıldeniz’den Sunda Boğazı’na kadar uzanan Hint Okyanusu bütünü kapsamalıdır.
Bu sınır, içine Arap Yarımadasını, Hindistan’ı, Sumatra Adası’nı ve Malay
Yarımadası’nı alır. Bu su yolunda Sumatra Adası’nın gerek coğrafi özelliği,
gerekse sahip olduğu metalar bakımından Hindistan’ı ve Arap Yarımadası’ndaki
limanları besleme kabiliyeti dikkat çekicidir (s. 289, 290). Tam da bu noktada
Hint Okyanusu’nda neler olup bittiyse sadece Batı-Portekiz, Ortadoğu-Osmanlı
kaynakları değil, bizatihi bu toprakların asli kaynaklarına müracaat
kaçınılmaz. Yoksa ‘Contantinople’ merkezli yaklaşımla Osmanlı’nın Hint
Okyanusu’ndaki varlığını anlamlandırmaya çalışmak olan biteni, eskilerin
deyimiyle “ağyarını mani efradını cami” yani her vechesiyle ele almaya kafi
gelmeyecektir. Sürgit eleştirilen ‘Avrupa merkezci’ yaklaşımın yerine, bugün
siyaseten bir yerlere gelmenin verdiği ‘güvenle’ Ortadoğu’ya ve doğuda ötelere
bakarken benzer bir hata içine düşülüp düşülmediği üzerinde durulmalıdır. Şayet
böylesine hatalı bir ‘yaklaşım’ varsa, bunun gündelik getirisinin cazibesine
kapınıldığında, yarının şekillendirilmesinde elimizden nelerin kayıp
gideceğinin hesabını yapamayabiliriz.
Eserde pek fazla üzerinde durulmasa da, Osmanlı Devleti’nin Hint Okyanusu
ve de bizi daha çok ilgilendiren yönüyle Okyanus’un doğu bölgelerine, yani
Sumatra Adası’na ve Malay dünyasına yönük vechesi dikkat çekici olduğunu
düşünüyorum. Dikkat çekici olmak zorunda çünkü yedi yıldır -sadece masa başında
değil, bizzat sahada bu işin aktörleriyle ve de halkın her kesimiyle temasdan
hareketle- Hint Okyanusu’nun tam ortasındaki Açe’den yola çıkarak Malay
dünyasını okuma çabası sergileyen biri olarak, en azından 16. yüzyıl
başlarından itibaren genelde İslam dünyası, özelde Osmanlı Devleti’nin Hint
Okyanusu’ndaki ahvaline dair tüm verilerin dayanak noktasını Açe Darüsselam
Sultanlığı oluşturduğu yönünde şüpheye yer bırakmayacak referanslar mevcut ve
araştırmacılarını beklemekte. Dolayısıyla Özbaran’ın Osmanlı-Portekiz’in bu
okyanustaki karşılaşmalarının arka plânının bir bölümünde Akdeniz ve
Avrupa’daki etkileşimleri yer alırken, belki de büyükçe bir bölümünü de Açe’nin
Portekiz güçlerinin Arap ve Malay sularında at koşturma çabası karşısında
geliştirdiği siyaset ve askeri dinamiklerden bağımsız görmek mümkün değil.
Biraz daha ileri gideyim... Osmanlı Devleti’ni Hint Okyanusu’na tanıştıran
Selman Reis gibi denizciliğinin ötesinde devlete ‘lahiya’, yani rapor sunan bir
anlamda devlet adamlığı vizyonu sergilemiş bir askerin yanı sıra, Açe
Sultanlarının ısrarla güttükleri İstanbul nezdinde geliştirme arzusu duydukları
‘stratejik işbirliği’ çabaları sayesinde Osmanlı’nın Hint Okyanusu ve de
ötesinde olan bitene ‘kulak kabartmasındaki’ başat rolü elbette ancak
araştırılarak ortaya konabilir. Nasıl ki Selman Reis’in önemli raporunu
hazırlamasının yegâne sebebi Portekiz güçlerinin varlığıysa, Açe’nin
Osmanlı’yla stratejik işbirliği gütmesinin ardında da bu Batılı denizci gücün
Malaka Boğazı sınırlarına -ve ötelerine- kadar uzanmış olmasıydı. Ancak bugüne
kadar neredeyse ilgili ilgisiz hemen her çevrenin ileri sürdüğü gibi Açe’nin
Osmanlı’yla temasının sebebi ne bir korku ve ‘savaş topu dilenme’ niyetiydi.
Daha Osmanlı askeri yardımı -ki bu da iki gemi ile sınırlıdır- gerçekleşmeden
önce ve sonra, Portekizlilerin istila ettiği Malaka şehrine en azından dört
farklı sultan döneminde düzenlenen ve bir yüz yılı kapsayan (1537, 1547, 1567,
1572, 1574 ve 1629) fetihçi girişimler nasıl izah edilebilir? Bu fetihlerin ne
tür denizcilik teknolojisiyle, hangi deniz ve kara gücüyle gerçekleştirildiği; hangi
insan kaynaklarının kullanıldığı ve ne tür askeri plânlamaların icraata
geçirildiği; ne tür bölgesel ve küresel siyaset takip edildiğini henüz
konuşamıyoruz. Peki bu bağlamda Özbaran, Açe siyasi elitinin sergilediği
uluslararası açılımı gündeme getirecek anlatılar ortaya koyuyor mu? Bu soruya
‘evet’ cevabı veremeyeceğim. Eserde Açe’nin coğrafi konumuna dair oldukça
sorunlu bir yaklaşım -ki Açe, Uzakdoğu’da bir yer olarak konuşlandırılıyor- ve
Açe-Osmanlı ilişkilerini ‘yardım’ muvacehesinin ötesine götürmeyen bir anlayış (s.
116) eleştirilmeyi hak etmiyor değil. Ancak Hint Okyanusu’nun batı sahillerinde
Portekiz’e karşı yürütülen deniz gücünün başarısızlığına rağmen, 16. yüzyıl
ortalarından itibaren Osmanlı Devleti’nin bölgedeki özellikle baharat ve de
diğer ticari metalardan kaynaklanan gümrük gelirlerindeki artıştan bahsetmeye
sıra geldiğinde (s. 287), bu önemli gelişmenin ‘sebebi’ üzerinde kıymet-i
harbiyesi olacak bir duruş sergilenmiyor. Çünkü bu minvalde baharatın kaynağı
Güneydoğu Asya topraklarındaki gelişmelere değinilmiyor. Peki nasıl oluyor da,
Osmanlının bir türlü alt edemediği Portekiz deniz imparatorluğunun karargâhı
konumundaki Malaka limanının ‘kontrolü altındaki!’ sulardan kalkan Açe gemileri
Cidde limanlarına ve baharat kargosu oradan da Kahire’ye ulaşabiliyor du?
Özbaran Açe faktörüne şöylesine bir değiniyor ancak bu siyasi, ekonomik ve de
bunların olmazsa olmazı askeri gücün kaynağı noktasında tumturaklı bir yaklaşım
maalesef yok (s. 288-290).
Eserin değişik yerlerinde vurgulanma ihtiyacı hissedilen ‘yardım olgusu’
hassaten üzerinde durulmayı bekliyor. Kaldı
ki, Portekizlilerin Hint Okyanusu’ndaki varlığına değinirken Özbaran’ın
“Portekizliler kendileriyle barış içinde yaşamayı kabul edenlerle iyi
geçinecek, egemenliklerini tanımayanlara karşı hoşgörüsüz davranacaklardı” (s.
104-5) cümlesi bir şeyi ortaya koyuyor. O da, Portekizlilere karşı Osmanlı’dan
‘yardım’ talep eden emirlik/sultanlıkların hangileri olduğunun anlaşılması
gerekir. Bu talebin hangi şartlarda gündeme getirildiği, akabinde Portekizlilerle
‘iş tutulduğunun’ da dikkatlere sunulmasında fayda var. Örneğin, Batı Hindistan
sahilinde, Sumatra Adası’nda, Malay Yarımadası’nda hangi emirliğin/sultanlığın
Portekizlilere karşı meydan okuduğunu göz ardı edemeyiz. Yoksak bu emirlik ve
sultanlıklar zamana ve zemine göre ‘materyalist
şehvetlerine’ binaen pragmatik davranıp Portekizlilerle işbirliğini yeğlemiş
olmasınlar! Selman Reis’in lahiyasında vurguladığı üzere “elverişli şartlar
oluşturulursa Hıristiyan rakiplerinin hakkından gelinebilirdi” (s. 296). Ancak,
Süveyş ve Basra tersanelerindeki onca çaba, çeşitli kale şehirlerindeki
binlerce Rumi, üstüne üstlük çok sayıdaki yerli Müslümanın varlığına rağmen,
elverişli şartlar bir türlü oluşturulamamışsa ve Hıristiyan rakiplerinin, yani
Portekizliler tepelenemediyse bunun ardında başka sebeplerin olduğu
düşünülmelidir.
Öte yandan, 16. yüzyıl ortalarında ve üçüncü çeyreğinde Osmanlı Devleti’nin
güney eyaletlerindeki gümrük vergisi gelirlerine ve Hint Okyanusu’nun doğu
yakasından akıp gelen kayda değer baharatın hangi coğrafya ve hangi gemiler
vasıtasıyla Osmanlı limanlarına ulaştığından bahse sıra geldiğinde verdiği
örnekler Açe’ye işaret ediyor. Öyle ki, 1570-80’li yıllarda Açe ‘den Cidde
limanına ulaşan gemilerin sayısı -ki 1564 yılında Mısır’a gelen Açe’ye ait gemi
sayısı 23’tür (s. 179) ve bu limana yaklaşık iki bin tonu aşkın baharatın (s.
180) girişi olmuştur vs.
Bu noktada şu ayrıntıya dikkat çekilmelidir. Osmanlı’nın doğu’ya
açılmasında Süveyş Kanalı, Yemen bağlamında Arap Yarımadası, Habeş gibi Doğu
Afrika, Basra gibi Fars Körfezi, Diu Seferi özelinde de Batı Hindistan
girişimlerinin ele alındığı bu eserde Hindistan’ın ötesinde yer alan Malay
dünyasına dair açılımlara birkaç atıftan öte bir anlam verilmediği görülüyor.
Bu minvalde, Türkiye’de Osmanlı-Doğu ilişkilerinin yukarıda zikrettiğim
çerçevede çizildiği, araştırmacıların bu boyutların ötesine, yani Hint
Okyanusu’nun doğusuna, Malay dünyasına ulaşma konusunda maalesef kısır
kaldıklarını vurgulamak gerekir. Bugüne değin birkaç akademisyenin yaptığı
çalışmaların da Osmanlı-Açe-Malay Dünyası ilişkilerini bütün vecheleriyle
içerdiğini söylemek mümkün değil. Ayrıca, 16. ve 17. yüzyıllarda Hint
Okyanusu’nda sürdürülen büyük ölçekli ticaretin coğrafi konum, üretim ve
aktarım olarak tam merkezi konumundaki Açe’nin, Osmanlı’nın Yemen, Kızıldeniz,
Basra aralığındaki varlığı ile ilişkisi de henüz kurulmayı bekliyor. Bunu
söylerken, amaç bu akademisyenlere ‘yüklenmek’ değil. Bu ilişkinin bugüne değin
kurulamamış olması belki zaman sıkıntısından belki de, Malay dünyasındaki yerli
ve yabancı unsurların ortaya koyduğu önemli çalışmaların ve de çalışma alanına
henüz girmemiş konuların çoğulluğundan kaynaklanıyor olabilir!
Osmanlı’nın Hint
Okyanusu’ndaki Varlığı: Gerçekler ve Mitler
Osmanlı Devleti’nin Hint Okyanusu’ndaki varlığını ele alan bir çalışmayı şu
üç farklı bağlamda ele almak gerekir: 1)Bu coğrafyada Osmanlı’nın teritoryal
genişlemesi ne anlama geliyor?; 2)Hint Okyanusu’nu çevreleyen ana kara parçası
ve adalardaki Müslüman devletlerin Osmanlı Devleti ile ilişkilerinin
Osmanlı’nın bu su yolundaki varlığı üzerindeki etkisi nedir?; 3)Hıristiyan
Avrupa gücü olan Portekiz’le ilişkileri hangi bağlamlarda sürmüştür?
Özbaran eserin Giriş Bölümü’nde Osmanlı Devleti’nin Hint Okyanusu
bağlamında Asya ülkeleri ve kısmen de Afrika ile olan akademik çalışmaları ve
bu çalışmaları yürütmüş olan araştırmacılara atıf yaparak bir anlamda elde
neler olup olmadığına dolaylı olarak ışık tutuyor (s. 19-23). Benzer husus
ilerleyen sayfalarda da birkaç kez dile getiriliyor (s. 198, 199). Bu sayfaları
okurken, dikkatimi çeken bir husus oldu. Zikredilen isimler arasında ne bir tek
Açe’li veya Malay tarihçinin ne de hasseten Açe ve Malay coğrafyasına değinen
bir isim yer alıyor. Oysa işin bir ölçüde dış politika ve popüler ilgi
bağlamında düşünüldüğünde Açe-Malay Dünyası’nın çok daha ön plânda olduğu
görülür. Açıkçası bu tastamam bir çelişki değil mi? Bu çelişkiyi bizzat
Özbaran’dan alıntıyla ortaya koymak ta mümkün: “Osmanlıların Asya’daki
komşularıyla olan ilişkilerini incelemek ve aynı zamanda önde gelen Asya
imparatorlukları hakkında mukayeseli incelemeler yapmak tarihsel çalışmaların
oldukça yeni dallarını oluşturmaktadır” (s. 22) cümlesi algı dünyamız,
hislerimiz, yarattığımız veya devamına talip olduğumuz mitoloji(ler) ile tarihi
gerçekler arasındaki farka dikkat çekiyor ve yukarıda zikrettiğimiz çelişkiyi
tam açıklığıyla ortaya koyuyor. Gündem belirleme çabalarında ortaya konulan ve
belki de kimi çevrelerin bile isteye ortaya koydukları ‘yüceltme’ (s. 38)
olgusuyla akademik araştırmaları gölgede bıraktığı da gözlerden kaçmıyor. Kanaatimize
göre bugüne kadar Hint Okyanusu ve ötelerine dair ortaya konan yaklaşımda bir
tür ‘üstünlük kompleksi’ (superiority complex) söz konusu. Ancak
‘tek-yönlü’/’lineer’ bağlamda ortaya konan geçmişe dair bu algılamanın bugünü
şekillendirmedeki etkisini göz ardı etmemek gerekir. Bu nedenledir ki, Özbaran,
Osmanlı ile bölge imparatorluklarının karşılaştırılmalı çalışmalarının
olmamasından yakınıyor (s. 119). Her ne kadar, Özbaran bu karşılaştırmada
sınırlarını Hindistan ile belirlediği gibi bir izlenim bıraksa da, bunun Malay
dünyasını kapsamasının zorunluluğuna kuşku yok.
Yukarıda zikrettiğimiz subjektifliği son derece yüksek lineer yaklaşım kimilerince
haklı gerekçelere dayandırılıyor olabilir. Örneğin, Osmanlı Devleti’nin askeri
başarıları vs. Öte yandan, uzak diyarlardaki diyelim ki, Açe ya da diğer Malay halklarının
da Osmanlıya bakışlarında temelde ‘halifelik’ makamından kaynaklanan ve
İstanbul’un fethi gibi askeri başarılarla desteklenen ‘yüceltmeler’ vaki
olabilir. Bu noktada, tarihi gerçekliklere yaslanmayan, aksine giderek daha çok
mitos yönelimli bir algılamanın hakim olduğunu düşünüyorum. Bu algılama nasıl
değişir? Tabii gene o kimilerinin bu algıdan öteye bir çaba koyma gibi
niyetleri olmadığı biliniyor. Ancak Özbaran’ın Portekiz bağlamında ortaya
koyduğu tespit bir örneklik taşıyabilir. Portekizlilerin denizlere açılmaları
ve akabinde bir yandan Amerika Kıtası’na öte yandan Hindistan sahillerine
ulaşmalarının 500. Yıldönümleri vesilesiyle düzenlenen sempozyumlarda ‘çark
edilen’ gerçeklik, artık bu yayılmacılığın öyle yakın geçmişe kadar ileri
sürüldüğü üzere ‘pozitif’ bir etkileşim olmadığı ortaya konmuş (s. 93, 96). Bu
minvalde, Osmanlı–Hint Okyanusu ilişkilerinde başat bir yer tutan Açe bağlamını
anlamlandırmak için herhalde biz de, ilişkilerin 500. yılını yani 2064’ü
beklememiz gerekecek!
Yukarıda dikkate sunmaya çalıştığım ‘mitos’un sebebi nedir? Ortada henüz
Açe özelinde ve Güneydoğu Asya genelinde Türk-Malay ilişkilerini
karşılaştırmalı olarak ele almış bir çalışmanın olmaması önemli bir faktör.
Özbaran’ın ifadesiyle “Öyle anlaşılıyor ki, Osmanlıların Hint dünyasıyla olan
ilişkilerinin ayrıntılarına şimdi girmeye başlıyoruz” (s. 25). Bu noktada,
İsmail Hakkı Göksoy’un eserini kimi bağlamlarda dışarda tuttuğumu belirtmek
isterim. Kaldı ki, Özbaran’ın Göksoy’un çalışmasının kitap baskısını referans
olarak vermemesi de ilginç! Batılı denizci güçlerin ardından Hint Okyanusu’na
girmekte gecikmiş ve bu gecikmenin de bir ürünü olarak kalıcı olamamış bir
Osmanlı tecrübesinden sonra, konunun uzmanlarından kabul edilebilecek bir kişi
olan Özbaran’ın değinisiyle modern dönemde de Türk araştırmacısı ve
akademyasının bölgeye dair ilgisini bir türlü geliştirememiştir. Bu görev, gene
onun ifadesiyle Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın birkaç yıl önce
gerçekleştirdiği kapsamlı seminer bu yönde sergilenen nadir çabalardan biri (s.
18). Bu semineri bir açılım olarak değerlendiren Özbaran’a katılmamak mümkün
değil. Ancak bu bakış açısını Osmanlı ve Batılı kaynaklar ile sınırlandırmak
her halükârda Hint Okyanusu’nu çevreleyen coğrafyalardaki İslam Devletleri’nin
ortaya koydukları tecrübeyi ve bu tecrübenin bugüne ulaşmasını sağlayan
çalışmaları göz ardı etmek akademik araştırma konseptiyle bağdaşmayacağını
vurgulamak gerekir. Kaldı ki günümüzde multidisipliner eğilimlerin belirdiği
akademi dünyasında antropoloji, arkeoloji, denizcilik teknolojisi, tarih,
sosyoloji vb. alanlarda işbirliğine açık akademisyen ve araştırmacıların
varlığına acilen ihtiyaç vardır. Bununla birlikte, Özbaran’ın, Hint Okyanusu ve
coğrafyadaki ilişkiler gerçeğinin Osmanlı ve Batı’nın ‘öteki’ olarak yok saydığı
vurgusu (s. 29) üzerinde durulmayı hak ediyor. Bu noktada yapılması gereken,
iki coğrafya arasındaki ilişkileri Osmanlı imgesi üzerinden yüceltici bir
konformizmden kurtularak, Hint Okyanusu dünyasında olan bitene o vecheden de
bakabilecek objektif bir tarih bilincinin geliştirilmesidir.
O zaman akla, bugüne kadar Açe üzerinden geliştirilen söylemin pek o kadar
da tumturaklı olmadığı gerçeğiyle yüzleşmemiz gerektiği geliyor. Araştırma
derinliğinden uzak bazı verilerden hareketler kendi kendimize nasıl bir mit
kurguladığımız; öte yandan, Açe ve Malay dünyasında bu kurgu üzerinden nasıl
yaklaştığımız; ve o coğrafyadaki insanların tarih, sosyal gerçekliğinden uzak,
onların bu konularda neler söylediğinden bihaber ne tür bir ilişki altyapısı
tesis ettiğimiz eleştirilmesi gereken hususların başında geliyor.
Emperyal Osmanlı!
Kızıldeniz, Hint Okyanusu, Açe/Sumatra bağlamındaki bu kısa değiniden sonra
dikkat çeken bazı kavramlar üzerinde durmakta fayda var. Eserde Osmanlı
Devleti’nin bir ‘emperyal’ güç olarak zikredilmesi kavramsal kısırlığa işaret
ediyor. Aslında Osmanlı Devleti’nin emperyal güç olmadığı genel kabul görmüş
bir anlayış olmakla birlikte, Özbaran tarafından kullanılmasının bir gerekçesi
olsa gerek. kaldı ki, bu kavramın dile getirildiği yerin, Osmanlı’nın toprak
parçası üzerinde hakimiyet ihdas etme niyeti taşımadığı, doğu-batı arasındaki
etkileşime konu olan önemli bir deniz ticaret ağının yapısını kökten
değiştirecek bir girişime kayıtlanmadığı dikkate alındığında, ‘emperyal’
kavramının nereye oturduğu konusu üzerinde durmak gerekiyor. Ya da kolaycı bir
yola başvurarak ‘alışkanlıkla’ kullanıldığı ileri sürülebilir.
Özbaran, Osmanlı’nın Hint Okyanusu’na düzenlediği deniz seferlerinin
mahiyeti, gücü ve de nihayetinde
getirisi bağlamında Akdeniz’le karşılaştırarak “Akdeniz dünyasında
oluşturdukları bahriye gücüne eşit bir denizcilik gösterisinde bulunamamış
olsalar bile” (s. 252-3) diyerek bir gerçeğin altını dolaylı olarak çiziyor.
Bununla birlikte, eserin başka yerlerinde Osmanlı’nın bu coğrafyadaki varlığını
‘emperyal’ sıfatıyla zikredecek kadar ileri götürmekle (s. 247) temelde bir
çelişkiyi hem de çokça yapılan bir çelişkiyi ortaya koyuyor.
Tabii bu noktada Hint Okyanusu’nun sınırlarının nerede başlayıp nerede
bittiğini; gelişmelerin hangi ana arterlerde sürdürüldüğü, nerelerin çeperde
kaldığını iyi görmek gerekir. Kızıldeniz, karadan bağlantısının varlığı
nedeniyle Osmanlı yönetimince dikkatle izlenmiş ve burada Yıldırım Beyazıd
devriden başlayarak donanma, insan kaynağı vb. bağlamlarda katkıları
görülmüştür. 1517 zaferi ardından Memluk Devleti’nden miras kalan donanmanın
geliştirilmesinin önemi gözlerden kaçırılamaz. Ancak bu gücün Hint Okyanusu’nda
varlık gösterecek bir açık deniz veya okyanus şartlarına ne denli paralel
gittiği tartışma götürür. Özbaran’ın vurguladığı üzere, Osmanlı’nın
Kızıldeniz’deki gücü konusunda farklı bir yaklaşım sunmak mümkün. Üç önemli
deniz seferinin başarısızlığının kanıtladığı gibi Kızıldeniz’deki Osmanlı
donanma gücünün Hint Okyanusu eksenli bir gelişmeyi amaçlamaktan uzak, sadece
ve de dini referansları görece güçlü, yani Hicaz bölgesinin Portekiz
saldırılarından korunmasını amaçlayan bir girişimden ibaret olduğu ileri
sürülebilir (s. 143). Dolayısıyla Kızıldeniz’deki donanmanın ne türden bir
“karşı kuvvet” olduğu bu çerçevede değerlendirilmelidir. Ya da, bölge
kaynaklarını dikkate aldığımızda Açe gibi dönemin önemli bir deniz gücünün şu
veya bu şekilde Portekiz ablukasını yararak ya doğrudan Cidde limanına ulaşması
veya özellikle de Gücerat üzerinden ticraet metalarını Cidde’ye ulaştırması söz
konusu olduğuna göre, Kızıldeniz’deki Osmanlı donanmasının olsa olsa Aden
civarında varlık gösterebilecek teknik donanıma sahip olduğu düşünülebilir.
Kızıldeniz donanmasını ilk ve son defa bölgede varlık gösterecek saldırı gücünü
1538’deki Diu Saldırı’nda ortaya konur. Özbaran’ın “Asya sularında görünen böylesine
hacimli ilk Müslüman donanması” dediği deniz seferinin nasıl bir akibete düçâr
olduğu -ki bu noktada Batı Hindistan’daki küçük site devletlerinin Hadım
Süleyman Paşa’ya niçin bilerek destek vermeyi reddettikleri hatırlanmalıdır- (s.
210, 212, 214), Osmanlı merkez yapısının olmasa bile Kahire ve Kızıldeniz
Donanması’nın başındaki kaptanların sahip oldukları maddi askeri güce karşılık
politikalarındaki acizliğin örneği olarak da okunabilir.
Bu anlatı üzerinde biraz daha durmakta fayda var. Özbaran’ın “böylesine
hacimli” diyerek tarif ettiği donanma gücüne karşılık, Hint Okyanusu’ndaki
hiçbir Müslüman deniz gücünün sanki hiç varlık göstermediği şeklinde bir yorumu
içinde barındırıyor (s. 192). Halbuki, Malaka gibi Portekiz deniz gücünün Hint
Okyanusu’nda karargâhı konumundaki kalesine karşı Açe güçlerince defaatla
düzenlenen deniz seferlerinin boyutlarını henüz bilmediğimiz ortaya çıkıyor.
Hint Okyanusu’ndaki gelişmeleri anlama ve anlamlandırma çabasında
Avrupa/Akdeniz bağlantısı kadar, Açe’den hareketle Malay dünyasının da dikkate
alınması gerekmektedir. Ancak bugüne kadar ağırlıklı olarak Avrupa merkezci
yaklaşım ortaya konmuştur. Bu minvalde Portekiz ve Osmanlı’nın Hint
Okyanusu’ndaki karşılaşmasının Akdeniz’le bağlantısı kurulması, sanki bu iki
gücün Malay dünyasındaki gelişmelerden bağımsızcasına irdelenmesine yol
açmaktadır ki, bu fotoğrafın yarısını karanlığa gömmek anlamına geliyor. Bu
nedenle Malay dünyasının etkin gücü göz ardı edilmemelidir. Öyle ki, Malay
dünyası daha söz konusu askeri karşılaşmalar öncesinde ve hatta bu askeri
karşılaşmalara neden olacak şekilde sırasıyla Hindistan’ı, Arap Yarımadası’nı,
Memluk’ü, Akdeniz’i besleyen başta baharat olmak üzere çeşitli kaynakları ile
önemli bir coğrafyadır. Bu nedenledir ki, Portekiz deniz gücü Doğu Afrika’dan
başladığı, Batı Hindistan’a kadar kale şehirleri inşa ederek yürüttüğü
yayılmacı politikasında Malaka’nın alınamaması halinde bu politikanın rasyonel
sonuçlarına ulaşılamayacağını fark etmiş ve 1511’de bu girişimi yerine
getirmiştir. Tam da bu noktada, Malaka Boğazı’nın güneyinde Pasai-Açe üzerinde
hakimiyet kurma çabasının sonuç vermemesi Açe’de kurulan bir siyasi yapının
ortaya koyduğu ve büyük ölçüde Portekiz’in Güneydoğu Asya topraklarından
çekilinceye kadar devam etmiş bir mücadeleye yol açmıştır. Portekiz varlığı
karşısında Açe’nin ortaya koyduğu dini, siyasi, askeri ve ekonomik politikalar
yapıcı olmuş ve Osmanlı Devleti’nin Hint Okyanusu serüvenine çıkmasında başat
rol oynamıştır.
Elli yılını Osmanlı’nın özellikle Kızıldeniz, Hint Okyanusu’nun ‘batı
kesimindeki’gelişmelerine hasretmiş Özbaran’ın çalışmalarının önemine kuşku
yok. Bu çalışmaların farklı bir formatta geniş okuyucu kitlesine ulaşmasını
sağlayacak bu çalışmanın, yeni araştırmacılara yeni ufuklar açmasını temenni
ediyorum.
http://www.dunyabizim.com/Manset/13116/osmanli-icin-neden-onemliydi-hint-okyanusu.html