Mehmet Özay 15.09.2024
Bu çerçevede, Osmanlı Devleti’nin, 3. Selim’le (1761-1808)
başlayan ve 1909’da, 2. Abdülhamit’in (1876-1909) şeyhülislam fetvasıyla tahttan
ilga edilişine kadar geçen süre gayet önemlidir.[1]
Bununla birlikte, önceki süreçleri çeşitli dönemlendirme
örnekleriyle göz ardı etmek de mümkün değil.
Ancak, son 125 yıllık dönem bize hem, Batı Avrupa’da hem
de, Osmanlı’da siyasal ve toplumsal değişimlere dair gayet önemli açılımları gündeme
getirmesiyle önem taşıyor.
Bu süreçte olan biten gelişmeleri, farklı bağlamlarda
okumak ve analiz etmek mümkün...
Örneğin, reformcu olarak anılan padişahların yönetim
tarzları ve özellikle de, reform düşünceleri ve pratikleri üzerinden; Batı Avrupa’lı
devletlerin yani, İngiltere ve Fransa’nın, Osmanlı Devleti üzerindeki
yaptırımcı rolleri noktasından; Rus İmparatorluğu ile birbiri ardına gelen savaşlar
bağlamından; Hint Okyanusu coğrafyasını çevreleyen topraklarda ve Malay
Takımadaları’ndaki coğrafyalardaki Müslüman toplumları içine alan ve gayet
önemli bir sürece evrilen ‘yüksek sömürgecilik’ ile Osmanlı Devleti’nin bu
gelişme karşısındaki tepkisi ve tepkisizliği üzerinden vb. ele almak mümkün.
Tüm bu ve benzeri gelişmeleri incelemenin ve anlamanın
ardından, bunları birbirleriyle ilişkilendirebilmek de gayet önemlidir.
Ve kanımca, Osmanlı Devleti’nin çöküşü olgusunu
anlamlandırabilmede, böylesi bir bütüncül yaklaşım önemli rol oynamaktadır.
Bu hususu, sadece bu ifadeyle sınırlandırarak, bu yazıda
dile getireceğim temel hususa değinmek istiyorum.
Rus Haçlı ruhu ve reform
Osmanlı Devleti’nin tüm 19. yüzyılının, Rus azgınlaşmasıyla
mücadele şeklinde geçtiğini söylemek yanlış olmayacaktır...
2. Mahmud döneminde, tam da Yeniçeri Ocağı’nın kapanmasını
takiben başlayan Rus azgınlaşma mücadele, Abdülmecid döneminde 1853’de Kırım
Savaşı’nda ve ardından, 1877’de 2. Abdülhamit’in tahta çıkmasını takiben tekerrür
etti.
Bu üç gelişmeden ikincisi yani, Kırım sürecinin sonraki
süreçler -özellikle de askeriye, maliye ve İngiltere – Fransa nüfuzunun artması-
üzerinde belirleyici olduğunu söylemek mümkün.
Ve bu üç azgınlaşma sürecinin, Osmanlı ordusu ve dahi maliyesi
üzerindeki yıkılıcığına kuşku yoktur.
Bu süreçte verilen mücadelede, Osmanlı Devleti ordusunun
mağduriyeti ve maliyesinin gerilemesi kadar, kendinden olan Müslüman toplumları
da zamanda kaybetmeye başladı...
Örneğin, Cevdet Paşa’nın, -özellikle Kırım bağlamındaki- doğrudan
gözlemi ve tanıklığı bunu kanıtlıyor: “Kırım muharebesi bize büyük bir ibret
olup da kendimize çeki düzen vermek lazım gelirken, bir garib sefahat kapıları
açıldı”.[2]
Batı Avrupa sekülerleşme süreçleri yaşarken, Rus
İmparatorluğu’nun dini ve kültürel ve de coğrafi nedenlerle, ‘Doğu Roma’
düşüncesini yeniden diriltme hevesi ile Kudüs’te kutsal topraklar ve azınlıklar
konularındaki yaklaşımının ürünü olan bu savaş silsileleri, aynı zamanda Osmanlı’da
var olan reform düşüncesinin giderek kurumsal bir niteliği bürünme eğilim
gösteren çabasında da rol oynadı.
Bir parantez açarak şunu da ifade etmekte yarar var...
Rus İmparatorluğu’nun, bu süreçte sadece, dini ve
kültürel alanla sınırlı olmayan bir ölçüde, bunlarla bağlantılı veya
bağlantısız olarak değerlendirilmeye açık olan jeo-stratejik hedeflerini yani,
Boğazlar ele geçirip, Akdeniz’e inmeyi gerçekleştirme niyetindeydi.
Reform kimin için?
2. Mahmud’un başlattığı reform çabası, -ömrü vefa
etmediği için göremediği- Tanzimat’a (1839) evrilse de, bu sürecin arzu edilen
sonuçları doğurmaması üzerine bu sefer, 1856’da ‘Islahat’ başlığıyla benzeri
bir kapsamlı kurumsal reform paketi gündeme taşındı.
Aslında, sorun benzerdi ve bu anlamda, Osmanlı Devleti’nin
Batılı ülkelerin talepleri çerçevesinde, ‘azınlıklar’/Müslüman olmayan azınlıklar
meselesine’ çözüm bulması ümit ediliyordu.
Osmanlı Devleti’nde, siyasi aklın ve devlet felsefesinin
donukluğunun tam da, burada ortaya çıktığını söylemek gerekiyor.
3. Selim ve 2. Mahmud, diğer bazı alanların dışında ve
ötesinde, reform düşüncesini, askeri alanla ve buna destek sağlayacağı
düşünülen -mühendislik gibi- bazı eğitim kurumlarıyla sınırlandırmışlardı.
Buna karşılık, Rus İmparatorluğu’nun, Batı Avrupa’nın
Ortaçağ’da bıraktığı Haçlı ruhunu kendi dini/mezhebi yaklaşımı üzerinden yeniden
diriltme arzusu ve bunu savaş meydanlarında kanıtlama çabası karşısında,
Osmanlı’daki askeri yenileşme çabasının sonuç vermediği ortadadır.
Bunun sonucu olarak Osmanlı, Rusya karşısında önce
Balkanlar’da ve ardından, gayet farklı gerekçelerle Kuzey Afrika ve yüzyılın
sonlarına doğru Mısır’da, Fransa ve İngiltere’nin kurduğu sömürgeci hegemonik
yapılaşmalara yenik düştü.
Adına reform denilen süreci Batı Avrupa’nın ve de
Rusların talepleri üzerine şekillendirmek ve bu reformları, salt Hıristiyan
azınlık grupları tatmin etmek üzere gerçekleştirmek hedefine karşılık, Osmanlı’nın
bizatihi kendi asli unsurları olan gerek, Türk gerekse, diğer Müslümanların -örneğin,
Arapların- halini anlamaya ve bu hususları değiştirip geliştirmeye yönelik
adımlarını güçlü bir şekilde attığını söylemek de gayet güç.
Gelişmeleri, şu şekilde de değerlendirmek mümkün...
Rusya’nın Balkanlar’da ve ardından, Fransa ve İngiltere’nin
Lübnan’da Hıristiyan azınlıklar meselesi üzerinde Osmanlı’yı köşeye sıkıştırma
çabalarına mani olacak, -tüm reform niyetine rağmen-, yeni bir yönetim modelinin
kurumsal unsurlarıyla sürdürülebilir bir yapıya evrilmesi mümkün olmadığı gibi,
nihayetinde, Osmanlı Devleti, kendi asli unsurlarından olan -örneğin, Arap
Müslümanların ‘merkezle’ arasının açılmasının da önüne geçemediği bir yöne
evrildi.
2. Abdülhamit dönemi
2. Abdülhamit’in iktidarının hemen başında, Rus
İmparatorluğu’nun argümanlarından -bir tekrar olmak üzere- öne çıkanı, “Osmanlı
Devleti sınırlarında yaşayan Hıristiyan vatandaşların haklarının temini”
meselesidir. Hakların temin edilmemesi halinde savaş açılacağı tehdidi,
karşılığını, fiili olarak 24 Nisan 1877’de buldu.[3]
Yani, 2. Abdülhamit’in tahta çıkışından kısa
bir süre sonra...
Oysa, 2. Abdülhamit’i tahta taşıyanların
niyetiyle, 2. Abdülhamit’in tahta çıkma gerekçesi, reform sürecinin devamlılığı
üzerine kurgulanmıştı...
Anayasal Monarşik yapının yani, Osmanlıların diliyle
ifade edecek olursak, ‘Meşrutiyet’in ihdası... Bir şekilde, Osmanlı’da farklı
toplumsal grupların birliğini tesisini sağlayacak kurumsal yapı...
Bu süreç, 19 Mart 1877’de başlatılsa da, yukarıda
dile getirildiği üzere, 24 Nisan’daki savaş kararı, sonun başlangıcı anlamına
geliyordu..
Ortada, temel birkaç farklı boyut bulunuyor.
Bunlar, Rus İmparatorluğu’nun hegemonik
yapısı; Osmanlı bürokrasi ve edebiyat-gazeteci çevrelerinde reform talepleri ve
2. Abdülhamit’in siyasi tavrı.
Bu gelişmeleri doğru okumak ve değerlendirmek
gerekiyor...
Dönemin reform düşüncesinin önemli isimlerini,
popüler bir algıyla değerlendirmek ve tüm hatayı onlara yüklemek yerine,
alternatif bakış açılarını da ortaya koymak gerekir.
O da, Osmanlı’da reform düşüncesinin bu şahıslarla
başlamadığı gibi, -bu yazının başında ifade edildiği üzere- 3. Selim’le başladığı
dikkate alınacak olursa, Osmanlı sultanlarının bizatihi kendi iradeleriyle
ortaya konduğunu öncellemek gerekiyor.
2. Abdülhamit’in, -aldığı eğitim, okumuş yazmışlığının
dışında ve ötesinde-, bunları da destekleyecek mahiyette, amcası Abdülaziz’in
Avrupa gezisine katılışının, onda uyandırdığı dönemin devlet ve toplum
algısında belirleyici olduğunu söyleyebiliriz.
Ve bu nedenledir ki, kendisine Meşrutiyet alternatifi
sunulduğunda, ‘Evet’ diyebilmiştir...
Ancak, tahta çıkışından kısa bir süre sonra,
Meşrutiyet sürecinden vazgeçilmesinde örneğin, Hidden gibi yazarların dile
getirdiği şekilde, “Rusya’nın taleplerini teskin etmeye kafi gelmeyeceği
yönündeki görüşde”[4]
haklılık payı aranabilir.
Ancak, yine burada, yukarıda dile getirildiği
üzere, Osmanlı’nın reform düşüncesini, salt Batılı devletlerin taleplerini
uygulamak değil, bütün bir Osmanlı toplumuna hitap edecek yapısal değişimleri
hayata geçirebilme düşüncesinin hakim olması beklenirdi.
Zaten, Osmanlı’da siyasal aklın ve devlet felsefesinin
kendini yenileyememiş olmasını söylerken bunu kastediyoruz...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder