14 Eylül 2024 Cumartesi

Osmanlı Devleti’nde reform ve kaçınılmaz sonuç / Reform in the Ottoman State and its inevitable consequence

Mehmet Özay                                                                                                                            15.09.2024

Osmanlı Devleti’nin, siyasi varlığından önce devlet aklı ve felsefesini yitirişinin incelenmeye ve anlaşılmaya değer olduğunu ısrarla dile getirmek gerekiyor.

Bu çerçevede, Osmanlı Devleti’nin, 3. Selim’le (1761-1808) başlayan ve 1909’da, 2. Abdülhamit’in (1876-1909) şeyhülislam fetvasıyla tahttan ilga edilişine kadar geçen süre gayet önemlidir.[1]

Bununla birlikte, önceki süreçleri çeşitli dönemlendirme örnekleriyle göz ardı etmek de mümkün değil.

Ancak, son 125 yıllık dönem bize hem, Batı Avrupa’da hem de, Osmanlı’da siyasal ve toplumsal değişimlere dair gayet önemli açılımları gündeme getirmesiyle önem taşıyor.

Bu süreçte olan biten gelişmeleri, farklı bağlamlarda okumak ve analiz etmek mümkün...

Örneğin, reformcu olarak anılan padişahların yönetim tarzları ve özellikle de, reform düşünceleri ve pratikleri üzerinden; Batı Avrupa’lı devletlerin yani, İngiltere ve Fransa’nın, Osmanlı Devleti üzerindeki yaptırımcı rolleri noktasından; Rus İmparatorluğu ile birbiri ardına gelen savaşlar bağlamından; Hint Okyanusu coğrafyasını çevreleyen topraklarda ve Malay Takımadaları’ndaki coğrafyalardaki Müslüman toplumları içine alan ve gayet önemli bir sürece evrilen ‘yüksek sömürgecilik’ ile Osmanlı Devleti’nin bu gelişme karşısındaki tepkisi ve tepkisizliği üzerinden vb. ele almak mümkün.

Tüm bu ve benzeri gelişmeleri incelemenin ve anlamanın ardından, bunları birbirleriyle ilişkilendirebilmek de gayet önemlidir.

Ve kanımca, Osmanlı Devleti’nin çöküşü olgusunu anlamlandırabilmede, böylesi bir bütüncül yaklaşım önemli rol oynamaktadır.

Bu hususu, sadece bu ifadeyle sınırlandırarak, bu yazıda dile getireceğim temel hususa değinmek istiyorum.

Rus Haçlı ruhu ve reform

Osmanlı Devleti’nin tüm 19. yüzyılının, Rus azgınlaşmasıyla mücadele şeklinde geçtiğini söylemek yanlış olmayacaktır...

2. Mahmud döneminde, tam da Yeniçeri Ocağı’nın kapanmasını takiben başlayan Rus azgınlaşma mücadele, Abdülmecid döneminde 1853’de Kırım Savaşı’nda ve ardından, 1877’de 2. Abdülhamit’in tahta çıkmasını takiben tekerrür etti.

Bu üç gelişmeden ikincisi yani, Kırım sürecinin sonraki süreçler -özellikle de askeriye, maliye ve İngiltere – Fransa nüfuzunun artması- üzerinde belirleyici olduğunu söylemek mümkün.

Ve bu üç azgınlaşma sürecinin, Osmanlı ordusu ve dahi maliyesi üzerindeki yıkılıcığına kuşku yoktur.

Bu süreçte verilen mücadelede, Osmanlı Devleti ordusunun mağduriyeti ve maliyesinin gerilemesi kadar, kendinden olan Müslüman toplumları da zamanda kaybetmeye başladı...

Örneğin, Cevdet Paşa’nın, -özellikle Kırım bağlamındaki- doğrudan gözlemi ve tanıklığı bunu kanıtlıyor: “Kırım muharebesi bize büyük bir ibret olup da kendimize çeki düzen vermek lazım gelirken, bir garib sefahat kapıları açıldı”.[2]

Batı Avrupa sekülerleşme süreçleri yaşarken, Rus İmparatorluğu’nun dini ve kültürel ve de coğrafi nedenlerle, ‘Doğu Roma’ düşüncesini yeniden diriltme hevesi ile Kudüs’te kutsal topraklar ve azınlıklar konularındaki yaklaşımının ürünü olan bu savaş silsileleri, aynı zamanda Osmanlı’da var olan reform düşüncesinin giderek kurumsal bir niteliği bürünme eğilim gösteren çabasında da rol oynadı.

Bir parantez açarak şunu da ifade etmekte yarar var...

Rus İmparatorluğu’nun, bu süreçte sadece, dini ve kültürel alanla sınırlı olmayan bir ölçüde, bunlarla bağlantılı veya bağlantısız olarak değerlendirilmeye açık olan jeo-stratejik hedeflerini yani, Boğazlar ele geçirip, Akdeniz’e inmeyi gerçekleştirme niyetindeydi.

Reform kimin için?

2. Mahmud’un başlattığı reform çabası, -ömrü vefa etmediği için göremediği- Tanzimat’a (1839) evrilse de, bu sürecin arzu edilen sonuçları doğurmaması üzerine bu sefer, 1856’da ‘Islahat’ başlığıyla benzeri bir kapsamlı kurumsal reform paketi gündeme taşındı.

Aslında, sorun benzerdi ve bu anlamda, Osmanlı Devleti’nin Batılı ülkelerin talepleri çerçevesinde, ‘azınlıklar’/Müslüman olmayan azınlıklar meselesine’ çözüm bulması ümit ediliyordu.

Osmanlı Devleti’nde, siyasi aklın ve devlet felsefesinin donukluğunun tam da, burada ortaya çıktığını söylemek gerekiyor.

3. Selim ve 2. Mahmud, diğer bazı alanların dışında ve ötesinde, reform düşüncesini, askeri alanla ve buna destek sağlayacağı düşünülen -mühendislik gibi- bazı eğitim kurumlarıyla sınırlandırmışlardı.

Buna karşılık, Rus İmparatorluğu’nun, Batı Avrupa’nın Ortaçağ’da bıraktığı Haçlı ruhunu kendi dini/mezhebi yaklaşımı üzerinden yeniden diriltme arzusu ve bunu savaş meydanlarında kanıtlama çabası karşısında, Osmanlı’daki askeri yenileşme çabasının sonuç vermediği ortadadır.

Bunun sonucu olarak Osmanlı, Rusya karşısında önce Balkanlar’da ve ardından, gayet farklı gerekçelerle Kuzey Afrika ve yüzyılın sonlarına doğru Mısır’da, Fransa ve İngiltere’nin kurduğu sömürgeci hegemonik yapılaşmalara yenik düştü.

Adına reform denilen süreci Batı Avrupa’nın ve de Rusların talepleri üzerine şekillendirmek ve bu reformları, salt Hıristiyan azınlık grupları tatmin etmek üzere gerçekleştirmek hedefine karşılık, Osmanlı’nın bizatihi kendi asli unsurları olan gerek, Türk gerekse, diğer Müslümanların -örneğin, Arapların- halini anlamaya ve bu hususları değiştirip geliştirmeye yönelik adımlarını güçlü bir şekilde attığını söylemek de gayet güç.  

Gelişmeleri, şu şekilde de değerlendirmek mümkün...

Rusya’nın Balkanlar’da ve ardından, Fransa ve İngiltere’nin Lübnan’da Hıristiyan azınlıklar meselesi üzerinde Osmanlı’yı köşeye sıkıştırma çabalarına mani olacak, -tüm reform niyetine rağmen-, yeni bir yönetim modelinin kurumsal unsurlarıyla sürdürülebilir bir yapıya evrilmesi mümkün olmadığı gibi, nihayetinde, Osmanlı Devleti, kendi asli unsurlarından olan -örneğin, Arap Müslümanların ‘merkezle’ arasının açılmasının da önüne geçemediği bir yöne evrildi.

2. Abdülhamit dönemi

2. Abdülhamit’in iktidarının hemen başında, Rus İmparatorluğu’nun argümanlarından -bir tekrar olmak üzere- öne çıkanı, “Osmanlı Devleti sınırlarında yaşayan Hıristiyan vatandaşların haklarının temini” meselesidir. Hakların temin edilmemesi halinde savaş açılacağı tehdidi, karşılığını, fiili olarak 24 Nisan 1877’de buldu.[3]

 

Yani, 2. Abdülhamit’in tahta çıkışından kısa bir süre sonra...

 

Oysa, 2. Abdülhamit’i tahta taşıyanların niyetiyle, 2. Abdülhamit’in tahta çıkma gerekçesi, reform sürecinin devamlılığı üzerine kurgulanmıştı...

 

Anayasal Monarşik yapının yani, Osmanlıların diliyle ifade edecek olursak, ‘Meşrutiyet’in ihdası... Bir şekilde, Osmanlı’da farklı toplumsal grupların birliğini tesisini sağlayacak kurumsal yapı...

 

Bu süreç, 19 Mart 1877’de başlatılsa da, yukarıda dile getirildiği üzere, 24 Nisan’daki savaş kararı, sonun başlangıcı anlamına geliyordu..

 

Ortada, temel birkaç farklı boyut bulunuyor.

 

Bunlar, Rus İmparatorluğu’nun hegemonik yapısı; Osmanlı bürokrasi ve edebiyat-gazeteci çevrelerinde reform talepleri ve 2. Abdülhamit’in siyasi tavrı.  

 

Bu gelişmeleri doğru okumak ve değerlendirmek gerekiyor...

 

Dönemin reform düşüncesinin önemli isimlerini, popüler bir algıyla değerlendirmek ve tüm hatayı onlara yüklemek yerine, alternatif bakış açılarını da ortaya koymak gerekir.

 

O da, Osmanlı’da reform düşüncesinin bu şahıslarla başlamadığı gibi, -bu yazının başında ifade edildiği üzere- 3. Selim’le başladığı dikkate alınacak olursa, Osmanlı sultanlarının bizatihi kendi iradeleriyle ortaya konduğunu öncellemek gerekiyor.

 

2. Abdülhamit’in, -aldığı eğitim, okumuş yazmışlığının dışında ve ötesinde-, bunları da destekleyecek mahiyette, amcası Abdülaziz’in Avrupa gezisine katılışının, onda uyandırdığı dönemin devlet ve toplum algısında belirleyici olduğunu söyleyebiliriz.

 

Ve bu nedenledir ki, kendisine Meşrutiyet alternatifi sunulduğunda, ‘Evet’ diyebilmiştir...

 

Ancak, tahta çıkışından kısa bir süre sonra, Meşrutiyet sürecinden vazgeçilmesinde örneğin, Hidden gibi yazarların dile getirdiği şekilde, “Rusya’nın taleplerini teskin etmeye kafi gelmeyeceği yönündeki görüşde”[4] haklılık payı aranabilir.

 

Ancak, yine burada, yukarıda dile getirildiği üzere, Osmanlı’nın reform düşüncesini, salt Batılı devletlerin taleplerini uygulamak değil, bütün bir Osmanlı toplumuna hitap edecek yapısal değişimleri hayata geçirebilme düşüncesinin hakim olması beklenirdi.

 

Zaten, Osmanlı’da siyasal aklın ve devlet felsefesinin kendini yenileyememiş olmasını söylerken bunu kastediyoruz...



[1] Hidden, Alexander W. (1912). The Ottoman Dynasty, Revised Edition, New York: published by Nicholas W. Hidden, s. 439.

[2] Cevdet Paşa. (1960). Tezakir-i Cevdet, (2), Ankara: Türk Tarih Kurumu, s. 8.  

[3] Hidden, Alexander W. (1912). s. 391.

[4] Hidden, Alexander W. (1912). s. 391.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder