30 Eylül 2024 Pazartesi

Japonya’da Ishiba dönemi... /Ishiba era in Japan

Mehmet Özay                                                                                                                            30.09.2024

Japonya’da yeni dönem İshiba ile başlıyor...

İktidardaki, Liberal Demokrat Parti (Liberal Democratic Party-LPD) genel başkanlığı yarışını kazanan Shigeri Ishiba, yarın mecliste (Diet) yapılacak oturum sonrası başbakanlık koltuğuna oturacak.

Japonya’da, yeni lider 67 yaşındaki Ishiba, başbakanlık sürecini beklemeden, ayağının tozuyla erken seçim kararı aldı.

Buna göre, Japon halkı, 27 Ekim’de sandık başına gidecek...

Yaşanan ekonomik darboğaz ve parti içi skandallar nedeniyle, kamuoyunda güvenilirliğini yitiren Fumio Kishida’nın başkan adayı olmayacağını açıklamasının ardından, geçtiğimiz Cuma günü yapılan ve 9 adayın katıldığı LPD başkanlık seçimini, partinin önde gelen isimlerinden eski savunma bakanı Ishiba kazandı.

Böylece, parti başkanlığı ve dolayısıyla, başbakanlık için daha önce dört kez aday olan İshiba, siyasi emeline bu kez ulaşmış oldu.

Seçim kabinesi

Son üç gün boyunca yoğun bir çalışmanın ardından, yeni hükümetin omurgasını oluşturmaya çalışan Ishiba, partinin ağır toplarını bir araya getirmiş durumda.

Eski kabine sekreteri Katsunobu Kato Maliye Bakanı, eski savunma bakanı Gen Nakatani’nin yine aynı görevi üstleneceği, Takeshi Iwaya’nın dışişleri bakanlığı koltuğuna oturacağı  anlaşılıyor.

Seçim hükümeti olarak da anılmayı hak eden kabinenin, parti içi birliği sağlama gibi önemli bir misyonu içinde barındırdığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Hükümetin, yarınki tören sonrasında resmen açıklanması bekleniyor..

Ishiba, seçim kabinesini güçlü isimlerden kurmak suretiyle, sürekli kan kaybeden LDP’yi ayakta tutmaya çalışıyor.

Önemli isimlerin seçim hükümeti de olsa biraraya getirilmiş olması, parti içi birliğin tesisi ve seçimlerin -kazanılması halinde- ertesinde, bu siyasi yapının devam ettirilmesi amacını güttüğünü söyleyebiliriz.

Yeni bir söylem

Yarın mecliste yapılacak oturumda resmen başbakanlık koltuğuna oturacak olan Ishida’nın, bugün yaptığı basın açıklamasında, “Japonya’yı yeniden insanların kendini mutlu hissettiği ülke yapmaya çalışağım” söylemi, açıkçası uzun dönemdir iktidarda yer alan LDP’nin bugün ülke siyasetinde geldiği yeri göstermesi açısından gayet önemli.

Başkan’ın açıklamasının devamındaki, “doğruları söyleyerek ve halka inanarak...” ifadeleri de, iktidar süreçlerinde partinin ve parti yönetiminin niteliklerini yansıtması bağlamında önemle ele alınmayı arz ediyor.

Başkan’ın farklı bir misyonu gündeme taşıdığının bir diğer göstergesi ise, muhalefette yakın işbirliğine gireceği ve seçmenin görüşlerini dinleyeceğini açıklaması oluşturuyor.

Öte yandan, güçlü bir muhalefetin varlığından söz edilememesi, 27 Ekim seçimlerini yine, LDP ve koalisyon ortaklarının kazanacağı anlamına geliyor.

Yeni başbakan Ishida’nın, 9 Ekim’de meclisi fesh ederek seçim kampanyası sürecini başlatması bekleniyor.

İki meclisi temsiliyet sistemine sahip olan Japonya’da 465 sandalyeli alt meclis’te LPD 258 sandalyeye sahip bulunuyor.

2012 yılından bu yana, en düşük temsiliyet oranına sahip olan LPD’yi iktarda tutan ise, kurduğu siyasi ittifaklar...

Alt meclisteki diğer öne çıkan partiler ana muhalefet partilerden, Anayasal Demokrati Parti’nin 99; muhafazakâr kimliğiyle tanınan Japon Yenilikçi Partisi’nin 45, LPD’nin küçük ortağı Komeito’nun (Komei Party) 32 milletvekili bulunuyor.

Ülkenin en büyük partisi konumundaki LPD’nin, 27 Ekim’de yapılacak erken seçimde en az 233 oy alması, yeniden iktidar olmasına yetecek.

Ekonomi ve ulusal güvenlik

Japonya’da ekonomide özellikle, büyüme konusunda yaşanan sorunlar ile Çin ve Kuzey Kore ve son dönemde bu ikiliye eklemlenen Rusya’nın askeri tehdidini giderek daha çok hissetmesi, ulusal güvenlik konusunu öne çıkarıyor.

Yeni başkan Ishida, deflasyonla mücadeleyi öncellediğini açıklarken, alt gelir gruplarına ilâve yardımı ve şirketlerin vergi oranlarının yükseltileceğini söyledi...

Gelir dağılımı kadar, ülkede merkez-çevre dikotomisinin daha fazla hissedilmesi, Tokyo ve çevresi dışında yeni yatırım ve istihdamların teşvikini gündeme getiriyor.

Başkanlık görevi sona eren Fumio Kishida’nın özellikle, ABD başta olmak üzere müttefiklerle ilişkileri geliştirdiği son bir yılda savunma harcamalarını iki kat artırması, Japonya’nın ne tür bir ulusal güvenlik tehdidi altında olduğunu gösteriyor.

En azından, Japon yönetimi, gelişmeleri bu yönde okuyarak ulusal savunma sistemini olabildiğince geliştirmeye ve müttefiklerle ilişkilerini daha da güçlü tutmayı hedefliyor.

Bu çerçevede, ABD ile “ortaklık” zemininde askeri ilişileri geliştirmeyi hedeflerken, bunun somut göstergelerinden biri, Guam Adası’nda tıpkı ABD gibi Japon birliklerinin konuşlandırılması talebi oluşturuyor.

Saflaşma süreci

Başkan Ishida’nın şahin yönelimli bir başbakan olacağının bir diğer ifadesi, “... bugün Ukrayna, yarın Asya... ” ifadesiyle hem, Rusya ve hem de, Çin’in bölgedeki tehdidinin ne denli ciddi olduğuna dikkat çekiyor.

Bu çerçevede, geçtiğimiz Ağustos ayında Tayvan’ı ziyaret ederek başkan William Lai ile görüşen Ishida’nın başbakanlığı sürecinde Asya-Pasifik bölgesindeki ve de Avrupa’daki belli ülkelerle savunma işbirliğini artırması süpriz olmayacaktır.

Yeni başbakan ve LPD başkanı Ishiba’nın, “Asya NATO”su oluşumuna destek verdiğini açıklaması, savunma politikalarında herhangi bir değişikliğin olmayacağı aksine, giderek daha da güçlü bir yapısal oluşumun gündeme gelmekte olduğunun habercisidir.

Ishida’nın, Asya-NATO’su bağlamında en dikkat çeken yaklaşım ise nükleer silah paylaşımı gelmesi önümüzdeki dönemde hem, Japonya’da hem de, bölgede yeni tartışmaları gündeme getirecektir.

Ulusal savunma politikası noktasında Ishida, selefi Kishida’nın izinden gideceğini açıklamış durumda.

Savunma alanında uzman olarak bilinen ve 2007-2008 döneminde savunma bakanı olarak görev yapan Ishida’nın, ABD ile ittifakın yanı sıra, Japon ordusunu ABD’den bağımsız geliştirme konusundaki istekliliği ve savunma konusunda bölgede benzer görüşleri paylaşan ülkelerle yakınlaşma girişimlerine ağırlık vereceğini söyleyebiliriz.

Japonya’da son yıllara damgasını vuran Shinzo Abe’den sonra kısa dönemli başkanlar dönemi devam ederken, Cuma günü yapılan LPD parti içi başkanlık yarışına dokuz adayın katılmış olması partideki hizipleşmenin göstergesi kabul edilebilir.

Seçimi kazanan Shigeri Ishiba’nın Abe ekonomi politikalarını eleştirmesine rağmen, ulusal güvenlik konusunda ondan geri kalmayacağının sinyallerini güçlü bir şekilde veriyor.

Yarın, resmen başbakan olarak atanması beklenen Ishiba’nın ekonomi ve ulusal güvenlik politikalarını yürürlüğe koyması için ulusal dinamikler kadar, ABD’de yapılacak seçimin de rol oynayacağını söylemek yanlış olmayacaktır.

Bu çerçevede, 7 Ekim’de seçime gidecek olan Japonya’da oluşacak güçlü bir iktidar, ABD ve benzeri ülkelerle ittifak ilişkileri kadar, ekonomiyi rayına oturtacak güçlü bir siyasal zemin oluşturacaktır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/japonyada-ishiba-donemi-ishiba-era-in-japan/

29 Eylül 2024 Pazar

Birleşmiş Milletler’in meşruiyetine dair ciddi endişe / A great concern upon the legitimacy problem of the United Nations (UN)

Mehmet Özay                                                                                                                            29.09.2024

21-28 Eylül günlerinde, Birleşmiş Milletler’in yıllık genel kurul toplantısının (UNGA-24) 79’uncusu yapıldı.  Son dönemde yaşanan küresel gelişmeler, açıkçası rutin bir toplantıyla karşı karşıya olmadığımızı gösteriyor.

Bu noktada, bölgesel ve küresel etkileriyle gündeme gelen, yaşanılan savaş, şiddet ve çatışma içerikli gelişmeler karşısında, Birleşmiş Milletler’in, ne gibi bir anlam ifade ettiğini tartışmaya elverişli bir ortam bulunuyor.

Sorunun kökeninde ‘şiddet’ ve bununla bağlantılı olan ‘aidiyet, milliyet, din-mezhep’ gibi manevi içerikli bağlamlar kadar, bunlarla iç içe geçtiği kanıksanmayacak şekilde, siyasi hakimiyet, teritoryal egemenlik, ekonomik kaynaklar üzerinde kontrol, küresel ticareti yönetme ve yönlendirme yer alıyor.

Yeni dünya savaşı olgusu

Söz konusu bu histerik yapının, bir süre sonra yeni bir dünya savaşına evrilmesinin dillendirilmeye başlanmış olması, açıkçası küresel toplumun bugün ve yakın gelecekte, ne ile karşı karşıya olduğunu göstermeye kafidir.

Bu bağlamda, bir ulus-devlet olarak ve de BM gibi küresel yapının kurucu, geliştirici ve yönetici aktörlerinden biri olan ABD’de, başkan adaylarından Donald Trump’ın söylemlerine de sirayet ettiği üzere, 3. Dünya Savaşı kurgusunun belki de, içinde yaşadığımız günlerde yürürlüğe konulmakta olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Tarih’e atıf ve meşruiyet

Yaşanmakta olan savaş, şiddet ve çatışma içerikli gelişmelerin sadece, ulus-devlet yönelimli (nation-state oriented) 20. yüzyıl gelişmeleriyle sınırlı olmadığı aksine, yaşanan bu sorunların kayda değer ölçüde tarihsel boyutları içerdiği de ortadadır.

Bu çerçevede, savaş, çatışma ve şiddet eksenleri tarih’e atfedilerek bir tür kaçınılmazlık gündeme getirilmek istenirken, öte yandan yaşanan bu gelişmelere bir şekilde meşruiyet de kazandırılmak isteniyor.

Ve bu durum, Ortadoğu’da, Afrika’da ve Güneydoğu Asya’nın belli bölgelerinde ve kısmen Avrupa’nın ortasında devam etmesi, hiç kuşku yok ki, sorunun ne denli önem arz ettiğinin bir göstergesi hükmündedir...

Sömürgecilik sonrası düzen

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından gündeme gelen, Milletler Cemiyeti ile 2. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle Birleşmiş Milletler’e evrilmesinin temelde, yaşanan ve kökenlerinde Avrupa Kıtası’nın egemen ulus-devletlerinin, kendi aralarındaki yüksek sömürgecilik sürecinin devamı olan çatışmacı yönelimler bulunuyordu.

Birleşmiş Milletler’in kurulmasıyla, Avrupalı -özellikle de, Batı Avrupalı- ulus-devletlerin kendi aralarında, doğrudan askeri çatışmacı süreçleri sonlandırdıkları ve bunu, -o dönem itibarıyla- sömürge topraklarında da ortaya koyduklarını söylemek gerekiyor.

Arayış kaçınılmaz

Ancak, adında tüm dünya ulus-devletlerini içerdiği anlaşılmakla birlikte, Birleşmiş Milletler’in tüm dünya ulus-devletlerine ve toplumlarına benzeri bir barış sürecini getiremediği de açık seçik ortada.

Bu nedenledir ki, bu yılki genel kurul toplantısında Gelecek Zirvesi (The Summit of the Future-SOFT) başlığıyla yeni bir tartışma zemini oluşturuldu.

Bu açılım bize, bizatihi BM genel sekreterliğinde BM’nin bugüne kadarki yetersizliğinin ve acziyetinin bir ifadesi olarak kabul etmek mümkün.

Birleşmiş Milletler’in küresel bir yönetim/yönetişim örgütü olarak varlığına rağmen, aradan geçen on yıllar boyunca, bu görev ve sorumluluğunu hakkıyla ve de tatminkâr bir şekilde yerine getiremediği konusunda, başta BM eski ve yeni genel sekreterleri olmak üzere, neredeyse herkes hem fikir.

Sorun temellerde (mi?)

Bu küresel yapıda var olan sorunun belki, süreçte değil de, daha kuruluş safhalarına bakıp eksikliğin ve yanlışların o dönemle irtibatlı olup olmadığını görebilmek mümkün.

Milletler Cemiyeti ve Birleşmiş Milletler’in kurulduğu ve bir ölçüde geliştiği yıllarda, sömürgeleştirilmiş toprakların kayda değer bir bölümünün, bağımsızlıklarını kazanmamış veya bir bölümünün bağımsızlıklarını kazanmış olmakla birlikte, tekil ulus-devlet inşası süreciyle meşguliyetleri nedeniyle, bölgesel ve küresel meseleler üzerinde kafa yorma, taraf olma, ittifaklar kurma, alternatif düşünceler ve politikalar geliştirme vb. hususlardan yoksunlukları dikkat çekiyordu.

Bunu söylerken, özellikle Endonezya’nın önemli katkılarıyla var edilmeye çalışılan Bağlantısızlar Birliği’nin (the Non-Aligned Movement-NAM) varlığını yadsıyor değilim. Bu bağlama tekabül edecek gelişmeleri, diğer bazı yazılarda ele almıştık...

Kaldı ki, Bağlantısızlar Birliği, bugün halen varlığını devam ettirse de, BM karşısında veya yanında, bölgesel ve küresel sorunlara müdahale ve etkinlikle ele alma noktasında, herhangi bir etkililiğinden söz edilemeyecek bir duruma geriletilmiştir...

Nihayetinde, Birleşmiş Milletler kurulduğunda ve kurucu unsurların -yani, Batı Avrupalı ulus-devletlerin bazılarının, o dönemde hâlâ sömürgeci güçler olarak varlıklarını sürdürüyor olmaları, o Batı Avrupa ülkelerinin de bir evrim geçirmekte olduklarını gösteriyordu.

Adına siyasal evrim diyebileceğimiz şekilde, o dönemde, ilgili kurucu ülkeler, sömürge topraklarındaki uluslara bağımsızlıklarını ‘bahşederken’ ardından, onları BM’nin yeni üyeleri olmaya da ikna etmekten geri durmamışlardı.

Bunu yaparken, eski sömürge milletleri ve yeni ulus-devletleri oluşturan ulusların küresel etkileşimde ve yönetişimde pay sahibi olmaları istenmiş olmalı... En azından, arzu edilen gelişme bu yönde ortaya konmalıydı.

Ancak görülen o ki, gelişmelerin pek de bu yönde ilerlemediği veya küresel sistemi yönetişenlerin bunu ortaya koyma noktasında teoride var, pratikte yok hükmünde bir yaklaşım sergiledikleri anlaşılıyor.

Öyle ki, yukarıda kısaca dikkat çektiğim SOFT toplantılarında örneğin, Malezya, Singapur gibi ülkelerin dışişleri bakanları uluslarını temsilen yaptıkları konuşmalarda BM’nin reforma olan ihtiyacını, küresel etkileşim ve yönetişimde küçük ülkelerin önemini vb. vurgulayarak aslında, bugüne kadar nelerin yapılmadığını ve de aynı zamanda bugünden itibaren acilen BM’nin neler yapması gerektiğine dikkat çektiler.

Her ne kadar, bugün yaygınlaşmış haliyle şekliyle söylemek gerekirse, tüm güneyin peşine takıldığı BM’nin kurucu unsurlarının yine, kurucu ve bağlayıcı yasalarıyla, tüm dünyayı yönetmeyi ele geçirdikleri yeni bir post-kolonyal gerçeklik olarak ortaya çıktığını ifade etmek gerekiyor.

Bugüne kadar, yani son 79 yıllık süreçte yaşananlar bunun ifadesi olurken, BM’nin reforme edilmesi konusundaki tüm görüş ve taleplere karşılık, bu kurumun tüm birimleriyle nasıl ve ne şekilde reforme edilip edilmeyeceğini önümüzdeki yıllar içinde tanık olacağız.

https://guneydoguasyacalismalari.com/birlesmis-milletlerin-mesruiyetine-dair-ciddi-endise-a-great-concern-upon-the-legitimacy-problem-of-the-united-nations-un/

26 Eylül 2024 Perşembe

Alman deniz kuvvetleri Pasifikler’de / The German navy in the Pacifics

Mehmet Özay                                                                                                                            26.09.2024

Alman deniz kuvvetlerine ait iki geminin 13-14 Eylül günlerinde, Tayvan Boğazı’ndan geçmesi, bölgede güvenlik ve uluslararası seyir olgularının yeniden gündeme gelmesine neden oldu.

Alman deniz kuvvetlerinin bu girişimi bölgede, 22 yıl sonra bir ilk anlamına geliyor...

2002 iki yılında yine, Alman deniz gücüne ait iki gemi -o dönem sorunsuz olan- Tayvan Boğazı’nı geçerek Çin’in Qindao limanını ziyaret etmişti.

Bugün var olan gelişme ise, aradan geçen süre zarfında, Tayvan Boğazı bağlamında ortaya çıkan Çin yönetiminin “egemenlik iddiası” ile ABD eksenli ittifakın “uluslararası sular” vurgusu nedeniyle önemli bir soruna tekabül ediyor.

Alman deniz gücü Doğu’da

13-14 Eylül günlerinde Alman deniz gücüne ait iki geminin, seyrü seferini Tayvan Boğazı üzerinden gerçekleştirmesi ve ardından Filipinler’in başkenti Manila limanına resmi ziyarette bulunması, bölge güvenlik tartışmalarına yeni bir olgu olarak girdiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Bu olgu, Avrupa kıtasında yer alan ve askeri yapılaşması 2. Dünya Savaşı sonrasında -tıpkı Japonya’nın olduğu gibi- kısıtlanan Almanya’nın, bir tür küresel deniz gücü haline gelme eğilimi göstermesiyle bağlantılıdır.

Bu noktada, Güney Çin Denizi’nin küresel anlamda bir güvenlik iklimi olduğu konusu, bu gelişmeye doğrudan taraf olan veya olma eğilimindeki ülkeler bakımından genişleme göstermekte olduğu açık seçik ortada.

Bu durum, bölgede barışçıl hedeflerle veya ikili ilişkiler bağlamında, farklı ülkelerin deniz güçlerinin varlığını da gündeme getiriyor.

Bunun en son örneği, Alman deniz kuvvetlerinin Pasifikler’deki varlığıydı.

Kritik eşik: Tayvan Boğazı

Alman deniz kuvvetlerine ait iki krüvazorün, 13-14 Eylül günlerinde, Güney Çin Denizi’nin kuzey bölgesinde en sorunlu alanı teşkil eden Tayvan Boğazı’ndan geçmesi, tahmin edilebileceği üzere, Çin’de tepkiye yol açtı.

Çin hükümetinden ve askeri yetkililerinden gelen tepkilere rağmen, Alman hükümeti, deniz kuvvetlerinin uluslararası sulardaki ‘olağan’ seyri seferi açıklamasıyla, bu gelişmenin sorun teşkil etmediğini gizli/açık ortaya koymaya çalışıyor.

Aslında tartışma tam da, bu noktada ortaya çıkıyor veya düğümleniyor...

Söz konusu iki geminin Tayvan Boğazı’nı geçmeden önce, bir süre Almanya’dan merkezi hükümetten onay beklediği biliniyor.

Bu durum, Alman deniz kuvvetlerine bağlı birimlerin, neye istinaden Tayvan Boğazı’nı kullanmak istedikleri konusunda bir belirsizliği gündeme getirdiği söylenebilir.

Bununla birlikte, yukarıda dile getirildiği üzere Alman hükümetinin onayı sonrasında gemilerin Tayvan Boğazı’ndan geçmesinin, ‘uluslararası sular’ dayanağının rasyonel bir yanı olsa da, -tıpkı 2021’de Alman deniz kuvvetlerine ait bir başka geminin yaptığı gibi- farklı bir rota yani, Tayvan’ın doğusununu takip edebilirdi seçeneği akla gelmiyor değil.

Almanya gelişmelere taraf

Alman savunma bakanı Boris Pistorius konuyla ilgili yaptığı açıklamada, “uluslararası sular” vurgusunu öne çıkarırken, benzer bir açıklama Şansölye Olaf Scholz’dan da geldi.

Bakan Pistorius, açıklamasının devamında, Avrupa’nın küresel ticaretinin yüzde 40’ının bu suyolları kullanılarak gerçekleştirildiğine yaptığı vurgu önemliydi.

Evet, ilgili suyolunun statüsü bağlamında, “uluslararası sular” vurgusu temelde doğrudur.

Ancak, bölgede özellikle 2013’den bu yana, çok yönlü yaşanan gerilimli süreç, Alman deniz kuvvetlerinin ve de hükümetinin kararının daha çok siyasi içerikleriyle anlaşılmasını gerektiriyor.

Çok yönlü gelişmelerden kasıt, hiç kuşku yok ki, ABD-Çin; Çin-Tayvan; Çin-Filipinler arasında son on beş yıla varan sürede ortaya çıkan ve merkezinde, Tayvan Boğazı ile bu boğazın devamı niteliğindeki Güney Çin Denizi’nin Filipinler’e bakan sınırlarındaki hak iddiaları oluşturuyor.

İki temel husus

Burada, iç içe geçmiş iki temel husus bulunuyor..

Bunlardan ilki, Çin yönetiminin Tayvan üzerinde egeminlik iddiasında bulunması, Tayvan Boğazı’nın “uluslararası sular” statüsünü gizli/açık tanımadığı anlamına geliyor.

İkincisi ise, yine Çin yönetiminin, Tayvan’ı denizden ve havadan kontrole edebileceği alanın, söz konusu bu ‘Boğaz’dan geçmesi, bu suyolunun “uluslararası kabul edilebilirliği” ile çelişiyor.

Ancak, ABD eksenli ittifak ve Çin yönetimi bugüne kadar kendi tanımlamalarının dışına çıkarak, öteki’nin tanımlamasını ‘güç kullanarak’ ortadan kaldırma aşamasına gelmiş değiller.

Tayvan Boğazı bağlamında iki taraf arasında var olan durumu, ‘statüsko’nun sürdürülmesi olarak değerlendirebiliriz.

Büyüyen ittifak

ABD’nin hem, bölgedeki hem de, küresel müttefikleri Tayvan Boğazı ile Güney Çin Denizi üzerinde Çin’in geliştirdiği siyasal söylemi ve bunun askeri açılımlarını kabul etmediği gibi, Çin’i bu her iki alanda “uluslararası kurallar” ile sınırlandırma peşinde.

Kanımca, Alman deniz kuvvetlerine ait iki geminin Tayvan Boğazı’nı geçmelerini bu şekilde değerlendirmek yerinde olacaktır.

Almanya deniz kuvvetlerinin maddi varlığının Doğu Asya’ya kadar uzanmış olmasını, salt Almanya’nın küresel sularda seyrü sefer hakkını ‘doğal olarak’ kullandığı şeklinde yorumlamak mümkün değil.

Bunun ardında, siyasi bir kararın ve siyasi bir ittifak olgusunun olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Bu yaklaşımı destekleyen husus ise, kısa bir süre önce, Almanya’ya ait bu iki geminin aralarında Japonya, ABD, Avustralya, Fransa, İtalya’nın da bulunduğu ve 27-29 Ağustos tarihlerinde gerçekleştirilen Noble Raven 24-3 adı verilen çok uluslu bir askeri tatbikattı.

Alman savunma bakanının açıklamalarında yer alan, “Hint-Pasifik’de bulunmamız önemlidir” anlamına gelecek ifadesini dikkatle irdelemek gerekiyor.

Ve bu çerçevede, önümüzdeki dönemde Japonya ve Almanya’nın da içinde yer alacağı, ABD eksenli ittifak deniz güçlerinin Tayvan Boğazı ve Güney Çin Denizi’ndeki varlıklarının yakından takip edilmesinde yarar var.

https://guneydoguasyacalismalari.com/alman-deniz-kuvvetleri-pasifikler-the-german-navy-in-the-pacifics/

24 Eylül 2024 Salı

Malezya’da İslamcı parti PAS’dan yeni açılım / New initiative from Islamist party PAS in Malaysia

Mehmet Özay                                                                                                                            24.09.2024

Malezya’da kendini ‘İslami parti’ olarak tanımlayan PAS yönetimi, Müslüman olmayan Malezya vatandaşlarının da partiye üyeliğine yeşil ışık yaktı.

11-15 Eylül günlerinde, Selangor eyaletinin başkenti Şah Alam’da (Shah Alam) yapılan PAS (Parti İslam Se-Malaysia) yıllık kurul toplantısında (muktamar) parti yönetimi, Müslüman olmayan vatandaşların partiye üyeliğe açtığını ilân etti.

Genel kurul gündemine getirilen önerinin, 1300’ü aşkın delegenin tümü tarafından kabul edilmesi, bu konuda parti içinde güçlü bir konsensüsün oluştuğunu gösteriyor.

Değişen siyasal ve toplumsal zemin

Parti’nin aldığı bu önemli karar, 2027 yılında yapılacak genel seçimlere hazırlık olarak, PAS’ın gayet önemli değişimler geçiren Malezya siyasetinde, kendine yeni bir alan açması olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır.

PAS yönetiminin önemli isimlerinden parti genel sektereki Takiyuddin Hasan yaptığı açıklamada, ‘Müslüman olmayan’ derken, ülkenin toplumsal gerçekliğine bağlı olarak açıklık getirerek, Hıristiyan, Budist, Hindu ve bölgedeki var olan diğer dini yapılara vurgu yapıyor...

Alınan kararda, PAS’a destek verdiği anlaşılan Müslüman olmayan çevrelerin, Parti içisinde görüşlerini daha net ve doğrudan ifade etmelerine imkân tanıyacak bir sisteme evrilme yönündeki eğilim olduğu anlaşılıyor.

Üyelik kararının alınmasıyla önümüzdeki dönemde parti içerisinde ‘Müslüman olmayan destekçiler kanadı’ adıyla bir yapının etkin bir şekilde ortaya çıkması bekleniyor.

Ulusal birlik

Malezya’da çok dinli, çok ırklı ve çok dilli toplum yapısının siyasetteki karşılığı olarak gündeme gelen “ırk temelli” siyasi partilerin varlığı, dönem dönem önemli siyasi tartışmaların ve çalkantıların odağında olsa da, çeşitli ideolojik görüşten olan toplumsal yapılar, aynı parti çatısı altında biraraya geliyor.

Siyasi partilerde görülen “ırk temelli” yapılaşmanın, ulus-devlet oluşumuyla tezat içerdiği ve ulusal birliği sağlamada önemli toplumsal ayrışmaların kaynağı olduğu yönündeki yaklaşımlar, ulusal siyasette neredeyse her daim gündemde olan bir konu.

Aynı zamanda, bu ulus-devleti yakından izleyen doğudan ve batıdan akademi dünyasının da ilgi gösterdiği bu konu, hiç kuşku yok ki, benzeri ülkeler arasında İslamcı siyaset ve siyasi partiler ile Müslüman olmayan üyelerin biraradalığı konusunda ilginç bir gözlem ve inceleme alanı sunuyor.

Bu bağlamda, kendini ‘İslamcı Parti’ olarak tanımlayan ve Kelantan, Trenegganu, Kedah gibi ülkenin kuzey ve doğusunda önemli seçmen desteğine sahip olduğu ve aynı zamanda, eyalet yönetimlerini üstlendiği bölgelerde, İslami yönetimi öngören PAS’ın, ulusal genel kurul toplantısında aldığı karar gayet önemli.

PAS, sadece söz konusu eyaletlerde değil, yönetimini üstlenmemekle beraber ülkenin özellikle, Malay Yarımadası’ndaki Cohor, Selangor, Perak, Pahang, Negeri Sembilan ve Perlis eyaletlerinde de önemli siyasi desteğe sahip.

Bunun göstergesi olarak, PAS, 2022 yılı genel seçimleri sonunda, ulusal parlamentoda elde ettiği 44 milletvekilliği ile kanıtlamış durumda.

İktidardaki PKR-DAP-Amanah merkezli ulusal birlik hükümetinde (Union Government) hiçbir partinin tek başına milletvekili sayısı PAS’ı geçmemesi, PAS’ın sadece kuzey ve doğu’daki eyaletlerde değil, ulusal siyasetteki önemini de ortaya koyuyor.

Temel hedef

“Peki PAS, aldığı bu kararla neyi amaçlıyor?” sorusu, hiç kuşku yok ki, herkesin gündeminde.

Yukarıda dikkat çektiğim üzere, söz konusu kararın tüm delegelerce kabul edilmiş olması, sıradan bir öneri ve sıradan alınmış bir karar olmanın ötesinde anlamlar içeriyor.

PAS’da alınan bu kararın dayandığı bazı önemli nedenler olduğunu söylemek mümkün.

Örneğin, PAS’ın 2013 seçimlerinden bu yana, giderek güçlü bir şekilde Birleşik Ulusal Malay Organizasyonu (UMNO) ile yaptığı ittifaka rağmen, bugün iktidarın Umut Koalisyonu (Pakatan Harapan-PH) yani, Halkın Adaleti Partisi (Partai Keadilan Rakyat-PKR), Demokratik Eylem Partisi (Democratic Action Party-DAP) ve Emanet Partisi (Amanah) eksenli Ulusal Birlik hükümetinde olması ve bu yapının çok dinli, çok ırklı toplumsal yapıya karşılık gelmesidir.

Öte yandan, 2016 yılından bu yana giderek gündemde önemli bir şekilde yer alan, 1 Malezya Kalkınma Fonu (1 Malaysian Development Berhad-1MDB) skandalının önce 2018 ve ardından, 2022 seçimlerinin kaybedilmesinde büyük bir önemi bulunuyor.

UMNO sabık genel başkanı ve başbakan Necib bin Rezzak’ın uzun süren yargı süreci sonrasında, on iki yıl hapis cezası alması, UMNO kadar, en önemli ittifak ortağı PAS’ı da seçmen nezdinde sorumlu bir konuma ittiğine kuşku yok.

UMNO’nun kan kaybettiği son iki seçimde, özellikle kırsal bölgelerdeki Malay oylarının PAS’a kaymasının sonuçlarını bugün parlamentoda kendini açıkça ortaya koyuyor.

Bununla birlikte, PAS yönetimi genel kurulda aldığı gayet önemli kararla, kendini tüm Malezya toplumuna açtığını deklare ediyor.

Bu gelişmeyi, PAS kadar, ulusal siyaset bağlamında bir rahatlamanın ifadesi olarak okumak da mümkün.

Bu yaklaşımın, özellikle Müslüman olmayan toplum kesimleriyle PAS arasında bir tür diyalog zemini oluşturacağını söylemek yanlış olmayacaktır.

2027’ye hazırlık

Son iki yıllık iktidarında Ulusal Birlik hükümetinin özellikle, ekonomi alanında attığı adımlar, farklı toplumsal kesimler arasında ‘kabül ve anlayış’a dayalı etkileşimler aralarında, PAS milletvekillerinin de olduğu muhalif çevrelerden destek almasına yol açıyor.

Muhalefette yer alan PAS yönetiminden, UMNO ile koalisyona devam edecekleri yönündeki açıklamalara rağmen, toplumda yaşanan dönüşümleri de gözden kaçırmadıkları anlaşılıyor.

Hiç kuşku yok ki, bu ay ortasında yapılan genel kurul toplantısında, ‘Müslüman olmayan Malezyalıların partiye üyeliğine yeşil ışık yakılması’, PAS’ın ulusal siyasette var olmak istediğinin açık bir göstergesi kabul etmek gerekiyor.

PAS’ın, 2013 yılından bu yana koalisyon ortağı olan UMNO ve 2020 ‘Sheraton müdahalesi’nin ardından, Bersatu ile kurulan koalisyon yapısının 2022 seçimlerinde kaybetmesi, Parti yönetimini önümüzdeki seçimlere hazırlık konusunda evren davranmaya ittiği anlaşılıyor.

PAS, genel kurulunda alınan ‘Müslüman olmayan Malezyalı seçmenlerin partiye üyelikleri’ kararını partiler arası ilişkiler ile toplumsal yapıda ihtiyaç duyulan diyalog sürecine katkı olarak kabul etmek gerekiyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/malezyada-islamci-parti-pasdan-yeni-acilim-new-initiative-from-islamist-party-pas-in-malaysia/

 

19 Eylül 2024 Perşembe

ASEAN’da Myanmar sorunu ve “yapıcı müdahale” / Myanmar issue in ASEAN and “constructive intervention”

Mehmet Özay                                                                                                                            19.09.2024

Malezya, ASEAN dönüm başkanlığını üstlenmeye hazırlanırken, hükümetin gündeminde Myanmar konusu bulunuyor.

Bu durum, elbette ASEAN üye ülkelerini de doğrudan ilgilendiriyor...

ASEAN’ın gündeminde Myanmar’ın yer alması, aslında yeni bir gelişme değil. Ancak, 2021 yılı Şubat ayında ordunun (Tatmadaw), yapılan genel seçim sonuçlarını hiçe saymasıyla yeni bir döneme girildi.

2010-2015’de cunta takipçisi olsa da sivil yönetime geçildiğinin izlenimini veren Thein Sein hükümeti yerini 2016-2020’de Aung San Suu Kyi liderliğindeki Ulusal Demokrasi Birliği’ne (National League of Democracy-NLD) bırakmıştı.

Ülkede, demokrasi pratiği olarak önem arz eden bu on yıllık sürecin ardından Tatmadaw’ın, bir kez daha yönetime el koyması yaşanan sorunun, sadece bu ülke ile sınırlı olmadığını -diğer bazı bölgesel gelişmelerle birlikte- çok daha belirginlik kazandırdı.

Bölgesel sorun

Bugün Myanmar sorunu, ASEAN’ın yani, bölgesel yapının tümünün güvenliğini yakından ilgilendirmesiyle önem taşıyor.

Bunun yanı sıra, söz konusu darbe ve sonrası gelişmeler, Myanmar’da sorunun Arakanlı Müslümanlarla sınırlı olmadığını tüm dünyaya bir kez daha kanıtladı.

Aşağıda değineceğim üzere, başbakanı Enver İbrahim’in, 2025 yılında Malezya’nın üstleneceği ASEAN dönem başkanlığı vesilesiyle yapmış olduğu bazı kritik açıklamalar, üye ülkelerini de yakından ilgilendiriyor.

Nihayetinde, ASEAN’da dönem başkanlığını üstlenen ülkenin, tekil politika yapıcılığından değil, aksine tüm üye ülkeler arasında, kollektif  siyasi tavır alış ve eylem gerçekliği olduğunu hatırlamak gerekiyor.

Malezya dönem başkanlığı

Myanmar konusunun kimilerinin sandığı üzere, salt Arakanlı Müslümanlar sorunuyla sınırlı olmadığını belirtelim.

Myanmar, topraklarının geniş bir bölümünde, Kaçin, Şan, Mon, Rakhine, Karen vb. gibi birbirinden farklı etnik yapılar otonom yönetim talepleriyle dikkat çekiyor...

Ve bu yapılar, etnik dillerinin yanı sıra bayrakları, para birimleri, orduları vb. gibi kurumsal varlıklarıyla gündemdeler.

Bu siyasal sorunun, bugün yeni karşılaşılan bir durum olmadığı aksine, 1948 yılındaki bağımsızlıktan bu yana, Myanmar’ı sürekli meşgul eden kronik bir kriz olarak anılmayı hak ediyor.

Malezya’yı Myanmar’la doğrudan ilgilendiren hususun tarihsel boyutu olduğunu burada hatırlatmakta yarar var.

Bugün, Malaya Üniversitesi Asya-Avrupa Enstitüsü’nde yapılan ve “Malezya’nın dönem başkanlığında Myanmar politikası” temalı etkinliğin başlarında, Dr. Roy Anthony Rogers, 1948 sonrasında, - gündeme gelen mülteci akınını gündeme getirerek, çok sayıda Myanmarlı -o dönem ki adıyla Burmalı’nın-, bağımsızlığını henüz kazanmamış olan Malaya topraklarına geçtiğini ve özellikle, Penang Adası’na yerleştiğini hatırlattı.

“Yapıcı müdahale”

Başbakan Enver İbrahim, bu konuyla ilgili olarak, Haziran ayında Kuala Lumpur’da gerçekleştirilen Asya-Pasifik Yuvarlak Masa toplantılarında yaptığı konuşmada, bu konuya değinmişti.

Enver İbrahim, söz konusu konuşmasında, “Myammar’da barışın teşisi, etkin insani yardımın ortaya konulabilmesi ve farklı grupların yer alacağı siyasi yapının oluşturulabilmesi için, ASEAN üye ülkeleri ve diyalog partnerleriyle çalışacaklarını” vurgulamıştı.

Bu kısa açıklamada iki temel husus bulunuyor. İlki ASEAN üye ülkeleri, ikincisi ise aralarında ABD, Çin, Rusya, Japonya gibi ASEAN’la tek tek diyalog işbirlikleri bulunan küresel güçler geliyor.

Konuyla ilgili olarak, Uluslararası İlişkiler uzmanı emekli Prof. Johan Saravanamuttu ise bugünkü etkinlikte yaptığı konuşmada, Enver İbrahim’e atıfta bulunarak, Myanmar’da süren darbe yönetimi ve anarşi ortamının sona erdirilebilmesi için, “yapıcı müdahale” (constructive intervention) kavramını gündeme getirdiğini söyledi.

Önümüzdeki yılın ilk günlerinden itibaren Malezya’nın dönem başkanlığıyla birlikte, Enver İbrahim’den gelen -yukarıda dikkat çekilen- iki temel yaklaşım çerçevesinde, ASEAN’ın Myanmar politikasında önemli adımlar atılabileceğini düşünmek mümkün.

Aslında, ortada başlatılan bir süreç var. Endonezya’nın dönem başkanlığında Myanmar’daki darbe yönetimine sunulan beş maddelik yol haritasi gayet önemli.

Söz konusu bu beş madde: i) şiddet ortamının acilen sona erdirilmesi; ii) tüm taraflarla diyalog sürecinin başlatılması; iii) ASEAN nezdinde özel bir elçinin atanması; iv) insani yardımın acilen uygulamaya geçirilmesi; v) özel elçinin tüm taraflarla doğrudan görüşmeler yapması.

Enver İbrahim’in özellikle, bu beş madde üzerinden Myanmar’da hem merkezi yapı hem de etnik yapılar ve temsilcileriyle diyalog sürecini başlatacağını düşünebiliriz.

Zorluklar

Bununla birlikte, Myanmar sorunu bağlamında, bölgesel ve uluslararası işbirliği temelli bir politika düşüncesi geliştirmiş olan Enver İbrahim’in karşısında, bir dizi zorluğun farkında bir lider olduğunu düşünebiliriz...

Bu süreçte, sadece Malezya siyasi elitinin kararlılığının yeterli olmayacağı ortadadır.

Zorlukların başında, ASEAN içerisinde güçlü bir siyasi tutumun takınılması ve bunun sürdürülebilir bir niteliği kavuşturulması geliyor.

Bir diğer husus, Myanmar üzerinden tüm bölgede jeo-politik ve jeo-stratejik politikalar geliştirme arzusundaki küresel güçleri, Myanmar’da kalıcı bir barış ve sürdürülebilir bir demokratik yapıya ikna etmek oluşturuyor.

Yaklaşık son yirmi yıldaki yaklaşımlar ve hatta 2021 yılında, Myanmar’da yeni bir darbenin ortaya çıkması bile, bu küresel güçlerin Myanmar üzerindeki egemenlikleriyle bağlantılı olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır.   

On beş yıl

Myanmar’ın Batısında Rakhine Eyaleti’nde yaşam süren Arakanlı Müslümanları doğrudan ilgilendiren süreçler 2008, 2009, 2012, 2015 ve 2017 yıllarında yaşanmıştı.

Bu süreçleri, Açe’den başlayarak yakından izleyen ve hatta, bu gelişmelerin bazılarına doğrudan tanık olan biri olarak, o yıllarda kaleme aldığımız yazılarda, bazı hususlara özellikle dikkat çekmiştik.

Bunlar, Myanmar’da yaşananların salt Arakan Müslümanlarıyla ilgili olmadığı; bu sorunun dahi salt 2008’de başlamış ve devam etmiş merkezi hükümet, Tatmadaw ve Arakanlı Müslüman etnik yapı arasında olmadığını; ülkenin çok temel siyasal ve toplumsal sorunları olduğunu vb. dile getirmiştik.

Bugün dönüp, on beş yıl öncesinde olan bitene baktığımızda ve bugün Myanmar’da ortaya çıkan yapıyı ele aldığımızda bölgenin özelliklerinin, bazı çevreler açısından hâlâ anlaşılabildiğini söylemek güç.

Bu durum, sadece bölgeye uzak coğrafyalardaki ülkeler için değil, bizatihi ASEAN içinde dahi olduğunu ifade etmek yanlış olmayacaktır.

2025 yılında ASEAN dönem başkanlığını devralacak olan Malezya’da başbakan Enver İbrahim, Myanmar sorununu Arakanlı Müslümanlar sorunu olarak görmediği açık.

Bu yaklaşımı da son derece yerinde...

Başbakan Enver İbrahim’in kararlı tutumu, hükümetin ilgili organlarının ASEAN’ı Myanmar sorununu çözmeye oryante edecek yapıcı politikaları bütün bir bölge için önem arz ediyor.

Bununla birlikte, Malezya’nın dönem başkanlığında, kayda değer bir şekilde ele alınacağı beklenen Myanmar sorunuyla ilgili çabanın bazı önemli engelleri olduğunu da akıldan çıkarmamakta yarar var.

Bir yanda, ASEAN içerisinde Myanmar politikasında ayrışma gösteren ülke yaklaşımları ile uluslararası arenada özellikle de, küresel güç merkezlerinin, Myanmar üzerinden jeo-politik tasarımlarının çelişkilerin başında geldiğini söylemek gerekiyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/aseanda-myanmar-sorunu-ve-yapici-mudahale-myanmar-issue-in-asean-and-constructive-intervention/