14 Eylül 2024 Cumartesi

Osmanlı Devleti’nde reform ve kaçınılmaz sonuç / Reform in the Ottoman State and its inevitable consequence

Mehmet Özay                                                                                                                            15.09.2024

Osmanlı Devleti’nin, siyasi varlığından önce devlet aklı ve felsefesini yitirişinin incelenmeye ve anlaşılmaya değer olduğunu ısrarla dile getirmek gerekiyor.

Bu çerçevede, Osmanlı Devleti’nin, 3. Selim’le (1761-1808) başlayan ve 1909’da, 2. Abdülhamit’in (1876-1909) şeyhülislam fetvasıyla tahttan ilga edilişine kadar geçen süre gayet önemlidir.[1]

Bununla birlikte, önceki süreçleri çeşitli dönemlendirme örnekleriyle göz ardı etmek de mümkün değil.

Ancak, son 125 yıllık dönem bize hem, Batı Avrupa’da hem de, Osmanlı’da siyasal ve toplumsal değişimlere dair gayet önemli açılımları gündeme getirmesiyle önem taşıyor.

Bu süreçte olan biten gelişmeleri, farklı bağlamlarda okumak ve analiz etmek mümkün...

Örneğin, reformcu olarak anılan padişahların yönetim tarzları ve özellikle de, reform düşünceleri ve pratikleri üzerinden; Batı Avrupa’lı devletlerin yani, İngiltere ve Fransa’nın, Osmanlı Devleti üzerindeki yaptırımcı rolleri noktasından; Rus İmparatorluğu ile birbiri ardına gelen savaşlar bağlamından; Hint Okyanusu coğrafyasını çevreleyen topraklarda ve Malay Takımadaları’ndaki coğrafyalardaki Müslüman toplumları içine alan ve gayet önemli bir sürece evrilen ‘yüksek sömürgecilik’ ile Osmanlı Devleti’nin bu gelişme karşısındaki tepkisi ve tepkisizliği üzerinden vb. ele almak mümkün.

Tüm bu ve benzeri gelişmeleri incelemenin ve anlamanın ardından, bunları birbirleriyle ilişkilendirebilmek de gayet önemlidir.

Ve kanımca, Osmanlı Devleti’nin çöküşü olgusunu anlamlandırabilmede, böylesi bir bütüncül yaklaşım önemli rol oynamaktadır.

Bu hususu, sadece bu ifadeyle sınırlandırarak, bu yazıda dile getireceğim temel hususa değinmek istiyorum.

Rus Haçlı ruhu ve reform

Osmanlı Devleti’nin tüm 19. yüzyılının, Rus azgınlaşmasıyla mücadele şeklinde geçtiğini söylemek yanlış olmayacaktır...

2. Mahmud döneminde, tam da Yeniçeri Ocağı’nın kapanmasını takiben başlayan Rus azgınlaşma mücadele, Abdülmecid döneminde 1853’de Kırım Savaşı’nda ve ardından, 1877’de 2. Abdülhamit’in tahta çıkmasını takiben tekerrür etti.

Bu üç gelişmeden ikincisi yani, Kırım sürecinin sonraki süreçler -özellikle de askeriye, maliye ve İngiltere – Fransa nüfuzunun artması- üzerinde belirleyici olduğunu söylemek mümkün.

Ve bu üç azgınlaşma sürecinin, Osmanlı ordusu ve dahi maliyesi üzerindeki yıkılıcığına kuşku yoktur.

Bu süreçte verilen mücadelede, Osmanlı Devleti ordusunun mağduriyeti ve maliyesinin gerilemesi kadar, kendinden olan Müslüman toplumları da zamanda kaybetmeye başladı...

Örneğin, Cevdet Paşa’nın, -özellikle Kırım bağlamındaki- doğrudan gözlemi ve tanıklığı bunu kanıtlıyor: “Kırım muharebesi bize büyük bir ibret olup da kendimize çeki düzen vermek lazım gelirken, bir garib sefahat kapıları açıldı”.[2]

Batı Avrupa sekülerleşme süreçleri yaşarken, Rus İmparatorluğu’nun dini ve kültürel ve de coğrafi nedenlerle, ‘Doğu Roma’ düşüncesini yeniden diriltme hevesi ile Kudüs’te kutsal topraklar ve azınlıklar konularındaki yaklaşımının ürünü olan bu savaş silsileleri, aynı zamanda Osmanlı’da var olan reform düşüncesinin giderek kurumsal bir niteliği bürünme eğilim gösteren çabasında da rol oynadı.

Bir parantez açarak şunu da ifade etmekte yarar var...

Rus İmparatorluğu’nun, bu süreçte sadece, dini ve kültürel alanla sınırlı olmayan bir ölçüde, bunlarla bağlantılı veya bağlantısız olarak değerlendirilmeye açık olan jeo-stratejik hedeflerini yani, Boğazlar ele geçirip, Akdeniz’e inmeyi gerçekleştirme niyetindeydi.

Reform kimin için?

2. Mahmud’un başlattığı reform çabası, -ömrü vefa etmediği için göremediği- Tanzimat’a (1839) evrilse de, bu sürecin arzu edilen sonuçları doğurmaması üzerine bu sefer, 1856’da ‘Islahat’ başlığıyla benzeri bir kapsamlı kurumsal reform paketi gündeme taşındı.

Aslında, sorun benzerdi ve bu anlamda, Osmanlı Devleti’nin Batılı ülkelerin talepleri çerçevesinde, ‘azınlıklar’/Müslüman olmayan azınlıklar meselesine’ çözüm bulması ümit ediliyordu.

Osmanlı Devleti’nde, siyasi aklın ve devlet felsefesinin donukluğunun tam da, burada ortaya çıktığını söylemek gerekiyor.

3. Selim ve 2. Mahmud, diğer bazı alanların dışında ve ötesinde, reform düşüncesini, askeri alanla ve buna destek sağlayacağı düşünülen -mühendislik gibi- bazı eğitim kurumlarıyla sınırlandırmışlardı.

Buna karşılık, Rus İmparatorluğu’nun, Batı Avrupa’nın Ortaçağ’da bıraktığı Haçlı ruhunu kendi dini/mezhebi yaklaşımı üzerinden yeniden diriltme arzusu ve bunu savaş meydanlarında kanıtlama çabası karşısında, Osmanlı’daki askeri yenileşme çabasının sonuç vermediği ortadadır.

Bunun sonucu olarak Osmanlı, Rusya karşısında önce Balkanlar’da ve ardından, gayet farklı gerekçelerle Kuzey Afrika ve yüzyılın sonlarına doğru Mısır’da, Fransa ve İngiltere’nin kurduğu sömürgeci hegemonik yapılaşmalara yenik düştü.

Adına reform denilen süreci Batı Avrupa’nın ve de Rusların talepleri üzerine şekillendirmek ve bu reformları, salt Hıristiyan azınlık grupları tatmin etmek üzere gerçekleştirmek hedefine karşılık, Osmanlı’nın bizatihi kendi asli unsurları olan gerek, Türk gerekse, diğer Müslümanların -örneğin, Arapların- halini anlamaya ve bu hususları değiştirip geliştirmeye yönelik adımlarını güçlü bir şekilde attığını söylemek de gayet güç.  

Gelişmeleri, şu şekilde de değerlendirmek mümkün...

Rusya’nın Balkanlar’da ve ardından, Fransa ve İngiltere’nin Lübnan’da Hıristiyan azınlıklar meselesi üzerinde Osmanlı’yı köşeye sıkıştırma çabalarına mani olacak, -tüm reform niyetine rağmen-, yeni bir yönetim modelinin kurumsal unsurlarıyla sürdürülebilir bir yapıya evrilmesi mümkün olmadığı gibi, nihayetinde, Osmanlı Devleti, kendi asli unsurlarından olan -örneğin, Arap Müslümanların ‘merkezle’ arasının açılmasının da önüne geçemediği bir yöne evrildi.

2. Abdülhamit dönemi

2. Abdülhamit’in iktidarının hemen başında, Rus İmparatorluğu’nun argümanlarından -bir tekrar olmak üzere- öne çıkanı, “Osmanlı Devleti sınırlarında yaşayan Hıristiyan vatandaşların haklarının temini” meselesidir. Hakların temin edilmemesi halinde savaş açılacağı tehdidi, karşılığını, fiili olarak 24 Nisan 1877’de buldu.[3]

 

Yani, 2. Abdülhamit’in tahta çıkışından kısa bir süre sonra...

 

Oysa, 2. Abdülhamit’i tahta taşıyanların niyetiyle, 2. Abdülhamit’in tahta çıkma gerekçesi, reform sürecinin devamlılığı üzerine kurgulanmıştı...

 

Anayasal Monarşik yapının yani, Osmanlıların diliyle ifade edecek olursak, ‘Meşrutiyet’in ihdası... Bir şekilde, Osmanlı’da farklı toplumsal grupların birliğini tesisini sağlayacak kurumsal yapı...

 

Bu süreç, 19 Mart 1877’de başlatılsa da, yukarıda dile getirildiği üzere, 24 Nisan’daki savaş kararı, sonun başlangıcı anlamına geliyordu..

 

Ortada, temel birkaç farklı boyut bulunuyor.

 

Bunlar, Rus İmparatorluğu’nun hegemonik yapısı; Osmanlı bürokrasi ve edebiyat-gazeteci çevrelerinde reform talepleri ve 2. Abdülhamit’in siyasi tavrı.  

 

Bu gelişmeleri doğru okumak ve değerlendirmek gerekiyor...

 

Dönemin reform düşüncesinin önemli isimlerini, popüler bir algıyla değerlendirmek ve tüm hatayı onlara yüklemek yerine, alternatif bakış açılarını da ortaya koymak gerekir.

 

O da, Osmanlı’da reform düşüncesinin bu şahıslarla başlamadığı gibi, -bu yazının başında ifade edildiği üzere- 3. Selim’le başladığı dikkate alınacak olursa, Osmanlı sultanlarının bizatihi kendi iradeleriyle ortaya konduğunu öncellemek gerekiyor.

 

2. Abdülhamit’in, -aldığı eğitim, okumuş yazmışlığının dışında ve ötesinde-, bunları da destekleyecek mahiyette, amcası Abdülaziz’in Avrupa gezisine katılışının, onda uyandırdığı dönemin devlet ve toplum algısında belirleyici olduğunu söyleyebiliriz.

 

Ve bu nedenledir ki, kendisine Meşrutiyet alternatifi sunulduğunda, ‘Evet’ diyebilmiştir...

 

Ancak, tahta çıkışından kısa bir süre sonra, Meşrutiyet sürecinden vazgeçilmesinde örneğin, Hidden gibi yazarların dile getirdiği şekilde, “Rusya’nın taleplerini teskin etmeye kafi gelmeyeceği yönündeki görüşde”[4] haklılık payı aranabilir.

 

Ancak, yine burada, yukarıda dile getirildiği üzere, Osmanlı’nın reform düşüncesini, salt Batılı devletlerin taleplerini uygulamak değil, bütün bir Osmanlı toplumuna hitap edecek yapısal değişimleri hayata geçirebilme düşüncesinin hakim olması beklenirdi.

 

Zaten, Osmanlı’da siyasal aklın ve devlet felsefesinin kendini yenileyememiş olmasını söylerken bunu kastediyoruz...



[1] Hidden, Alexander W. (1912). The Ottoman Dynasty, Revised Edition, New York: published by Nicholas W. Hidden, s. 439.

[2] Cevdet Paşa. (1960). Tezakir-i Cevdet, (2), Ankara: Türk Tarih Kurumu, s. 8.  

[3] Hidden, Alexander W. (1912). s. 391.

[4] Hidden, Alexander W. (1912). s. 391.

12 Eylül 2024 Perşembe

Amerika’da tartışmayı kazanan Trump mı, Harris mi? / Who won the debate in the U. S.: Trump or Harris?

Mehmet Özay                                                                                                                            09.12.2024

Nihayet, Amerika’da başkan adayları Donald Trump ve Kamala Harris’in, beklenen yüz yüze karşılaşması gerçekleşti…

Geçtiğimiz Salı akşamı, 67 milyon Amerikan seçmenini ekran başına taşıyan başkan adayları arasındaki tartışma, hiç kuşku yok ki, Amerika’da seçimlerin hem, olağanüstü bir sürece girdiğini hem de, belirsizliğin had safhada olduğunu ortaya koyuyordu.

Tartışmayı izleyen her bir bireyin, bakış açısına göre değerlendirmesi mümkün seçenekleri içinde barındırıyordu.

Öte yandan, bu tartışmanın sadece, Amerikan siyaseti ve seçmeni için değil, uluslararası toplum ve küresel sorunlar ve çözümler bağlamında da, -derinlemesine olmasa da- bazı önemli hususlara dokunması, Meksika’dan Çin’e kadar tüm kürede yankılar uyandıracak boyutları sahipti.

Adaylar ve psikoloji

Tartışmada söylem kadar, başkan adaylarının beden dili, mimikleri de, birbirlerine ve de kamuoyuna ne söyleyip ne söylemediklerini açıkça ortaya koyuyordu.

 

Kanımca, bu noktada en dikkat çeken husus, başkan adaylarının platforma girmelerinin ardından, Kamala Harris’in, -bir an tereddüt etmiş olsa da-, Donald Trump’a yaklaşarak tokalaşması oldu…

Harris’i tereddüte sevkeden, agresif kişiliği ile ne yapacağını tahmin edemediği bir Trump’ın karşısında olmasıydı.

Ancak, bunun ötesinde, aradaki yaş ve tutum farkı, Harris’in -güneyli olmasının getirdiği duygusal bir ağırlığın da içinde yer aldığı bir yaklaşımla bir an için karşısında, bir ‘baba’ figürüyle karşılaşmış olmasından kaynaklanan bir tutum geliştirmiş olduğunu düşünüyorum.

Trump

Evet, Trump gergindi… Bunu bilerek yaptığı ortada…

Ve bu gerginliği, başından sonuna kadar tartışma sürecinde üzerinden at/a/madı…

Öte yandan, Trump, önceki yazıda dile getirdiğim üzere, beklenen aksine, Harris’e açıktan şahsına yönelik pek ağır suçlamalar yapmadı ve de konuşmasını bölüp hırçınlaşmadı…

Kanımca, bu Trump adına dikkate alınması gereken bir husustu…

Ayrıca, ekranlara alışkın, kendine güveni tam olan Trump, güçlü söylem dili ile hem, şahsına yönelik soruları hem de, politikalarını sonuna kadar savundu.

Sadece Amerikan toplumuna ve ekonomisine değil, küresel sorunlara -ve de neredeyse küresel topluma yön vermeyi düşünen ultra-hegemonik bir siyasetçi portresi çizdi…

Harris bir adım…

Tartışma öncesinde, açıkçası en çok merak edilen Kamala Harris’in nasıl bir performans sergileyeceğiydi.

Heyecanı ilk başlarda dikkat çeken Harris, platformun -kendisinin gayet alışkın olduğu- mahkeme ortamını ansıtan atmosferine meslekten alışkanlığı ve de -öyle anlaşılıyor ki, moderatörlerin de yardımıyla- rakibi Trump’a, 2016-202 yıllarındaki politikalarına, 2021 yılı 6 Ocak’ında Capitol Hill ayaklanmasına, Çin politikasına vb. dair düşüncelerini sorular ve ifadelerle ortaya koymasını bildi.

Harris’in, her ne kadar, derin politik açılımlar ortaya koymasa da, tartışmanın ilerleyen bölümünde kendinden emin tutumu öyle anlaşılıyor ki, program sonrasında Harris’in bir adım önde olmasını sağladı.

Belirsizlik  

Amerika’da seçimlere 54 gün kala, başkanlık seçimlerindeki yarışın gidişatıyla ilgili olarak sanılanın aksine, belirsizliğin halen önemli ölçüde devam ettiğini söylemek mümkün.

Tartışmanın hemen akabinde yapılan kamuoyu yoklamaları, Harris’i öne çıkaran bir görüntü sergilese de, Amerikan toplumunda iki adayın seçim yarışındaki konumlarına dair her şeyin, her an değişebileceği kanaatindeyim.

Son üç ayda yaşananlar bunun en açık göstergesidir…

7 kritik eyalet

Bireylerin görüşlerini anlamaya ve ölçmeye verilen önemin doğal bir göstergesi olan kamuoyu  araştırmaları, Salı akşamından itibaren, daha da dikkatle incelenmeye değer bir hâl aldı…

Program günü, televizyon ekranlarında Demokratlar ve Cumhuriyetçilerin, son dört beş seçim dönemini irdeleyen analitik yaklaşımlar, ortada 7 eyaletin gayet kritik bir öneme sahip olduğun ortaya koyuyordu.

Koca ülkede, seçimi bu 7 eyaletteki seçmenlerin çok az bir kısmının saf değiştirmesiyle seçimin galibinin belirleneceği neredeyse kesin bir dille ifade ediliyordu.

Aslında, tam da bu durum, Salı akşamı yapılan tartışmanın önemini ortaya koyuyordu…

Oranı yüzde 7 ilâ 8 arasında olduğu belirtilen ‘kararsız’ seçmenin oyları, hiç kuşku yok ki, gayet önemli bir orana tekabül ediyor.

Tartışmayı Haziran ayında Trump-Biden tartışmasından daha fazla sayıda yani, 67 milyon kişinin izlemesi, seçmen kitlelerindeki ilginin sadece, ‘kararsızlarla’ sınırlı olmadığının göstergesiydi.

İki partinin eyaletler bazındaki dağılımları neredeyse, ‘sabitlenmiş’ oy blokları anlamına gelse de, genel anlamıyla Amerikan halkı, Kasım ayında yapılacak olan seçimi oldukça önemsiyor.

Demokrat ve Cumhuriyetçi parti destekçisi olsa da, seçmen hem, kendi başkan adayının hem de, rakip konumundaki başkan adayının siyasal söylemini, projelerini, sorunları tespiti ve ele alışını, topluma yaklaşımını vs. öğrenmek ve anlamak istiyor.

Salı günü yapılan tartışma programı bunu şu veya bu şekilde ortaya koyduğunu söyleyebiliriz.

Hâlâ kararsız olan ve hâlâ iki adaydan da memnun olmayan kitlelerin olduğu da anlaşılıyor.

Bir başka tartışma mı?

Harris’in kampanya ekibi, tartışma performansın başarılı bulmuş olmalılar ki, hemen ikinci bir tartışma önerisini dillendirdiler.

Bunu, Trump’a karşı bir tür kampanya argümanı olarak da gündeme getirmiş olabilirler…

Donald Trump ise, Çarşamba sabahı kameraların karşısına çıktığında, neredeyse üçlü saldırı altında olduğu anlamına gelecek ifadelerde, ‘yine önemli bir haksızlığa’ maruz kaldığını ifade ediyordu.

Trump, program boyunca sadece, Harris’le kapışmak zorunda kalmadığını, aynı zamanda programı yöneten iki moderatörün ‘yanlı tutumlarına maruz kaldığını’ belirtiyordu.

Ve ardından ekliyordu: “Ben kazandım, bir daha tartışmaya gerek yok!”

Bu ifadeler, ‘öteki’ni suçlamayı ve kendini haklı görmesi kişiliğinin bir özelliği olarak tanımlanan Trump’ın kendine öz güveninin açık bir ifadesidir.

Amerikan iç siyasetinin son dönemde yaşadığı en hararetli ve gergin bir seçim atmosferinin yaşadığını söylemek yanlış olmayacak.

Bu anlamda, önümüzdeki birkaç hafta her iki aday için de gayet kritik günler anlamına geliyor. Amerikan seçimlerini, izlemeye ve incelemeye devam edeceğim. 

9 Eylül 2024 Pazartesi

Amerikan siyasetinde Trump ve Harris karşı karşıya / Trump Vs. Harris in the U.S. politics

Mehmet Özay                                                                                                                            09.09.2024

ABD’de, 10 Eylül Salı akşamı yapılacak olan başkan adaylarının katılacağı resmi tartışma seçimlere 57 gün kala, Amerikan seçmeninde eğilimlerin ne denli değişeceğinin belki de son ifadesi olacak.

Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, Cumhuriyetçi ve Demokrat Parti başkan adayları belki de son kozlarını oynayacaklar.

Ağustos ayı sonuna kadarki tüm anketlerde Cumhuriyetçi Parti adayı Donald Trump önemli bir avantaja sahipti.

Ancak, Demokrat Parti’de başkan adaylığındaki değişimle, Kamala Harris’in Joe Biden’in yerini almasının ardından, son bir ayda Harris’in yüzde 49’a yüzde 46 ile Trump’ın önüne getiğini gösteriyor...

Bu önemli değişimde özellikle, yüzde 8 ilâ 9 oranındaki kararsızların belirleyici olduğu dikkat çekerken, yarınki resmi tartışma programının seçmenlerin kararlarında ne denli etkili olacağı ise merakla bekleniyor.

Demokrasinin kuralı

ABD siyaset geleneğinin önemli unsurları arasında yer alan başkan adayları arasındaki tartışma, hiç kuşku yok ki, demokrasinin kamusal alanda resmi ve görece ilkeli savunucu organlarından biridir.

Aynı demokrasi geleneğinin diğer önemli ögelerinden kabul edilen parti ve başkan adayları sponsörlüğü ile medyanın rolü kadar, görüntülü medya vasıtasıyla başkan adaylarının kamuoyu önünde sergileyecekleri siyasi performans tüm yönleriyle izlenmeye ve anlaşılmaya değerdir.

Bu anlamda, Amerikan toplumunu belki de, ekran başına çeken en önemli gelişmelerden biri olarak kabul etmek yanlış olmayacaktır.

Haziran ayında Trump-Biden tartışmasını 50 milyon Amerikalının canlı izlediği hatırlanacak olursa, bu siyasal olgunun ne denli önem taşıdığı anlaşılacaktır.

Tartışmaya gelince...

Sağlam bir orator olduğuna kuşku olmayan, Cumhuriyetçi Parti adayı Donald Trump, 2016-2020 yılı başkanlık sürece tecrübesini de arkasına almış olarak tartışmada yer alacak.

Demokrat Parti’de, son dört yıldır devlet başkan yardımcılığı görevini yürüten Kamala Harris’e, tarihi bir şans olarak tevdi edilen başkan adaylığı, onun siyasal yaşamında yepyeni bir sınav olma özelliği taşıyor.

Trump ve rövanş

Trump açısından bakıldığında ortada, bitmemiş bir rövanşın olduğuna kuşku yok...

2020 başkanlık seçimlerinin yasa dışı bir şekilde elinden alındığı söylemiyle, 2021 yılı Ocak ayından bu yana, defaatle gündemi meşgul eden Trump, bu rövanşı kesin almak istiyor...

Gözlemcilerin dile getirdiği üzere, Trump bu rövanş alma sürecinde üç önemli alanı öne çıkartması bekleniyor.

Bunlar, ekonomi, göçmen konusu ve küresel istikrarsızlık....

2016-2020 başkanlık döneminde gayet açıkça gözlemlendiği üzere Trump, ABD’nin küresel bir abluka altında olduğuna inancını çeşitli dış politikalarla ortaya koymuştu.

Bunların başında, Çin’le yaşanan ticaret krizi yer alıyordu.

Göçmen konusu ve ekonominin birbiriyle yakından irtibatlı olduğuna kuşku yok...

Özellikle, güneyden yani, Meksika’dan sürekli gelen göçmen akını ABD’de iş sektörlerinin yabancıların eline geçmesine ve Amerikan vatandaşlarının istihdamını engelleyici bir gelişme olarak kabul ediliyor.

Kapitalist bir toplum olma özelliğini her haliyle toplumsal bünyesinde taşıyan Amerika’da toplumun önemli bir kesimi için göçmen, ekonomi ve küresel belirsizliğin, bireylerin gündelik yaşamını ve gelecek kaygısını derinleştiren unsurlar olarak görmek gerekir.

Bu durum, seçmenleri Trump’a ve Cumhuriyetçi parti’ye yakınlaştıran unsurlar olduğuna kuşku yok.

Medya ve topluma yakınlığıyla dikkat çeken Trump’ın Amerikan toplumunun bu alanlara yönelik tedirginliğini ve/ya hassasiyetini keşfetmiş olmalı ki, kampanya sürecini bu üç alana konumlandırmış durumda.

Merakla beklenen Harris

Kamala Harris’in bu böylesi önemli bir siyaset arenasında bir ilk yaşayacağını söylemiştim...

Evet, doğru 2020 seçimlerine gidilirken başkan yardımcısı olarak tartışmada yer almıştı. Ancak bir başka adayı olarak platformda yer almak gayet farklı bir olgu olsa gerek.

Bu noktada, Harris’in, yarın akşamki tartışmadaki performansı büyük bir merak konusu olduğuna kuşku yok.

Bunun, psikolojik olarak Harris üzerinde oluşturduğu bir gerginlikten bahsetmek mümkün olsa da, meslekten hukukçu bir kişi olması, kamuyou önünde bu tür tartışmalara zaten alışkın olduğunu söylemek mümkün.

Harris üzerinde oluşabilecek ikinci gerginlik, Haziran ayında başkan Joe Biden’in başarısız performansıydı.

İlkiyle kıyaslandığında bunun göz ardı edilebilirliğinden bahsedilebilirse de, aynı safta yer alan bir politikacının yerinde olmak pek kolay olmasa gerek.

Trump’ın yukarıda dile getirilen üç alanla ilgili özellikle de sıradan Amerikan vatandaşının gündelik yaşamını etkileyen ekonomideki gelişmelere vereceği yanıt ve hangi politikalarla bu alanda çözüm üreteceği konusundaki söylemi Harris’i kanımca bir adım öne çıkartacak yaklaşım olacaktır.

Harris’in Trump’ı tartışmaya çekeceği bir diğer alan ‘kürtaj’ konusu...

Kadın olması, kadın ve azınlıklar konularında çalışmış olması, bireysellik, beden ve kimlik vb. modern konulara hakim olduğu düşünülen Harris’in bu alanda -o da vakit bulabildikçe- söylemini güçlü bir şekilde ortaya koyacağı düşünülebilir. 

Öte yandan, örneğin Çin’le ticaret savaşı, Ukrayna ve Ortadoğu’daki gelişmelerin neden olduğu küresel kaos ve belirsizlik konusunda Harris’in söyleyecek ne gibi argümanları olduğunu yarın yakından göreceğiz.

Daha önceki yazılarımda dile getirdiğim üzere, Harris’in devlet başkan yardımcısı olarak son dört yılda, örneğin Asya-Pasifik, Hint-Pasifik, Ortadoğu, küresel iklim değişikliği vb. küresel konulara dair kapsamlı, dinamik, etkin bir küresel siyasetçi formu oluşturmadığını bir kez daha tekrarlamakta yarar var...

Tabii, bu alanların sıradan Amerikan seçmeni için ne anlam ifade ettiği de yarınki tartışmada bu alanların ne denli hak ettiği yeri alacağını belirleyici unsurlar arasındadır...

Trump ve agresif söylem

Buna ilâve olarak, Trump gibi agresif bir politikacının tartışmayı domine edeceği gayet aşikâr.

Özellikle, ‘belden aşağı’ söylemleri ortaya koymada gayet bonkör olan Trump’ın, benzer bir söylemi Harris’e ve onun içinden çıktığı ırk ve toplumsal cinsiyet olgularını hedef alacağı beklentisi gayet yüksek.

Ancak, ABD medyasında dile getirildiğine göre Harris’in danışmanları, “Ah keşke Trump böyle bir şey yapma” diyor olmaları öyle anlaşılıyor ki, Harris’ten Trump’a yakın veya ondan daha fazla bir ataklık ve agresiflik beklentisinin de olduğunu açıkça ortaya koyuyor...

Bu çerçevede, Harris’in başkan adayı olarak atandığı, yaklaşık son bir aylık seçim kampanyalarındaki performansı onun yeter bir agresifliğe sahip olduğunu ortaya koyuyor.

Harris’i, bu anlamda güçlü kılan unsurların başında göçmen, azınlıklar vb. konularda bizatihi kendisinin de içinde yer aldığı toplumsal sınıfları ve konuları yakinen tecrübe etmiş ve profesonel mesleği bağlamında da biliyor olması geliyor. 

Amerikan demokrasisinin önemli özelliklerinden biri olan, başkan adaylarının kamuoyu önünde politikalarını ortaya koyup tartışmaları dikkate değer bir olgudur.

Bu durum, siyasette şeffaflık, güvenilirlik, hazırlıklılık vb. gibi olguların kamuoyunca doğrudan anlaşılması ve seçime bu şekilde girilmesi var olan sistemin önemli dayanaklarından ve meşruiyet kaynaklarından biri olarak görmek gerekir.

Amerikan seçmeni, bu tartışmada sürecinde ve sonrasında önümüzdeki dört yıl ülkelerinin kimin yöneteceğine karar verecekler.

Umarız bu tartışma, küresel vatandaşlar için de öğretici ve yararlı olur.

https://guneydoguasyacalismalari.com/amerikan-siyasetinde-trump-ve-harris-karsi-karsiya-trump-vs-harris-in-the-u-s-politics/

7 Eylül 2024 Cumartesi

Halide Edib Adıvar’da Osmanlı’dan Yeni Cumhuriyet’e hukuk düşüncesi / Halide Edib Adıvar’s Thought of Law from the Ottoman State to the New Republic

Mehmet Özay                                                                                                                            07.09.2024

Halide Edib Adıvar’ın, Yeni Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki hukuk’ta yeniden yapılaşmayı ele alırken, yakın ve uzun tarihi perspektiflere yaptığı atfın önemli olduğunu düşünüyorum.

Olan bitene karşı, bir tür meşruiyet kazandırmaya matuf bir yaklaşım olarak değerlendirilmeye aday olsa bile, Halide Edib’in uzun dönemli (longue durée) yaklaşımına kısaca göz atmakta yarar var.

Toplumsal değişim

Tanzimat’tan Cumhuriyet’e doğru, gayet önemli bir ‘toplumsal değişim’in olduğuna kuşku yok...

Temelde, Halide Edib’in Tanzimat’a yaptığı referansın, Yeni Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki siyasal ve toplumsal değişimlerle kaçınılmaz bir ilgisi bulunuyor.

Bu anlamda, özellikle de, ‘kanunlar’ bağlamındaki süreci anlatırken, zorunlu olarak ve bir karşılaştırma imkânı olarak, Tanzimat’a doğrudan göndermelerde bulunuyor.

Bunun kaçınılmaz olduğunu söylemekte yarar var...

Nihayetinde, toplumsal ve siyasal devamlılık olgusunun dikkate alınmaması halinde, yaşanan değişimleri yerli yerine oturtmak mümkün olmayacaktır.

Ancak, Halide Edib bunu yaparken, ‘değişim’ sürecini sadece, diyelim ki, 3. Selim döneminin Asâkir-î Şahanesi’yle, 2. Mahmut’un 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmasıyla, 1839 Tanzimat Fermanı’nın ilânıyla vb. başlatmıyor.

Aşağıda değineceğim üzere, daha gerilere yani, erken yüzyıllara geri dönüş yapıyor ve Tanzimat ve ardından, Yeni Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki değişimlere bir tür meşruiyet kazandırmaya çalışıyor...

Halide Edib’in, bunu bilinçli olarak yaptığı kanaatindeyim...

Bunun temel sebebini, Halide Edib’in görüşlerini serdettiği yer ve kitlenin, Hindistan ve Hint kökenli Müslümanlar olmasında aramak mümkün... Bu bir olasılık ve bunun, gayet pragmatik bir önemi bulunuyor.

O’nun, Hindistan ziyaretindeki konuşmalarında hitap ettiği kesimin, Osmanlı diyelim ki, son elli yılına ve Yeni Cumhuriyet ilk dönemine yönelik eleştirel yaklaşımlara sahip Hint kökenli Müslümanlar olduğunu unutmamak gerekir.

Dolayısıyla, Halide Edib’in, Yeni Cumhuriyet’le birlikte olan biteni aktarmayı Tanzimat ile sınırlandırmayıp, Osmanlı erken dönemlerine kadar giderek longue durée bir perspestif sağladığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Dönemin yetiştirdiği bir entellektüel

Osmanlı toplumunun son döneminde yetişmiş, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e evrilen dönemin tüm olağanüstülüğünü tecrübe etmiş ve Yeni Cumhuriyet’in lider kadrosuyla, kaderi şu veya bu şekilde birleşmi ve de ayrılmış bir kadın entellektüel...

Entellektüel diyoruz, çünkü yaşamının erken döneminde edindiği, öğrendiği bilgiler ile bu bilgiler üzerinden dönemin toplumsal hareketleri içerisinde yer alması ve ardından yaşananları, Hindistan ziyaretinde açık seçik bir şekilde gözlemlendiği üzere, farklı Müslüman toplumlara taşıması azımsanacak bir gelişme değildir.

‘Adıvar’ söz adını, eşi bilim tarihçisi Adnan Bey’den alan Halide Edib’i entellektüel kılan bir diğer unsuru, yaşadığı toplum gerçekliğini değerlendirme becerisidir.

Ve bu değerlendirme becerisini, gayet önemli bir düzeyde eleştirel çerçevede gündeme getirmesinde bulmak mümkün...

Bunu yaparken, yaşadığı dönemi, özellikle de, Osmanlı’nın çöküş onyıllarının sonları, Genç Türkler’in (Young Turks) edebiyat, gazetecilik ve siyaset üçgenindeki varlıkları, İttihad ve Terâkki’nin -darbeyle birlikte- siyasette güç unsuru olarak ortaya çıkması ile gelişen ve 1. Dünya Savaşı, Lozan Anlaşması, önce İstanbul-Ankara ‘Meclisleri’ üzerinden ayrışma, Bağımsızlık Savaşı, Yeni Cumhuriyet’in kurulması ve Hilâfetin ilgası vb. süreçlerle birlikte görmek gerekir.

Doğu-Batı

Öncelikle, şunu söylemekte yarar var...

Halide Edib’in “Conflict East and West in Turkey” başlıklı çalışması, kimi açılardan Ahmet Emin Yalman, Niyazi Berkes, Şerif Mardin -ve hatta, kimi ölçülerde Sabri Ülgener’in içinde yer aldığı akademik geleneğin öncüsü ve bu geleneğin içinde yer alan biri olarak görebileceğimiz hususları içinde barındırıyor.

Bu anlamda, eserin başlığının ve içeriğinde ele aldığı Osmanlı’nın ve de, Türkiye’nin Doğu ve Batı medeniyeti bağlamındaki yeri, karşılığı vb. hususlar aslında karşımıza, yaşanan dönüşümler bağlamında, bir erken dönem tarih, kültür, medeniyet etkileşimlerini cesurca gündeme taşıyan bir yaklaşımı ortaya koyuyor.

Dolayısıyla, Halide Edib’i örneğin, sıradan bir gazeteci veya sıradan bir akademisyen formatında görmek gayet yanıltıcıdır.

Aksine, bir entellektüel vasfa sahip bir kişi olarak değerlendirdiğimizde, -yaygın bir şekilde yapıldığı üzere- onu ‘o’cu, ‘bu’cu kalıplarına yerleştirmeden, olan biteni bizatihi tam da, söz konusu dönüşümlerin değişimlerin odağında yer almış bir entellektüel ferdin yaklaşımı üzerinde anlama çabası önem kazanıyor.

Evet biraz uzunca bir giriş olduğunun farkındayım...

Ancak, Halide Edib’in -şimdilik diğer hususlar bir yana,- Tanzimat’a dair ne söylediğini anlayabilmek için, bu hususlara dikkat çekmekte yarar var.

Tanzimat: Batılılaşma ya da değişime ayak uydurma

Tanzimat denilen kapsamlı reform sürecini, Halide Edib düşüncesi öncesinde, -Cevdet Paşa’nın sarih bir şekilde ortaya koyduğu üzere- neye tekabül ettiğini de, bir cümle ile hatırlatmakta yarar var.

Tanzimat’ın, Batılılaşma ile paralel giden bir yanı olduğu, ‘medeniyet hareketi’ olarak değerlendirdiğim bu sürecin kurucu aklı Mustafa Reşid Paşa’nın İngiliz yanlısı olduğu; onun takipçisi bir anlamda ‘siyasi çocukları’ Ali ve Fuad Paşaların ise Fransız cenahında yer aldıkları ve bu bağlamda, tüm Tanzimat sürecinde bürokraside üst düzey atamalarda ve de, dış politikada bu iki Batı Avrupa ülkesinin İstanbul’daki elçilerinin, neredeyse birincil elden söz sahibi olduğu vs. vs. bir dönem karşımıza çıkıyor.

Halide Edib, Tanzimat’ın ve bu reform süreciyle ortaya konulan hukuk sisteminin epistemolojik temellerini, Fransız Devrimi ve bu devrimin ürettiği yeni bakış açısına dayandırıyor. Öyle ki, Tanzimat önderleri Fransız ceza ve ticaret yasalarını tümüyle olduğu gibi benimsiyor...[1]

Aslında, burada gayet çarpıcı bir gelişmenin olduğuna kuşku yok...

O da, yukarıda değinildiği üzere, Batı Avrupa’nın hukuk kodlarının dayandığı epistemoloji benimsenirken, Osmanlı Devleti’nin dayandığı epistemolojik temelden, gayet önemli bir kaymanın gerçekleşmiş olmasıdır.

Bu durum, Osmanlı’da dini kural, düzen, yapı kısacası İslam Hukuku yani, Şeriat ile ilgili yaklaşımların dönemin elitleri arasında, önemli bir tartışma yaşanıp yaşanmadığını da sorgulamayı gerektiriyor.

Bu epistemolojik değişimi/ayrışmayı, İslam Hukuku’nun -veya, daha doğrusu bunu yorumlayanların- yaşanan değişimler karşısındaki yetersizliğiyle mi yoksa, Osmanlı özelinde, -örneğimizden hareket ederek söyleyecek olursak hukuk temelinde- İslam epistemolojisinin, Batı ‘seküler’ (secular) veya Fransız laik (laic) epistemolojisiyle karşılaşmasının doğurduğu ‘normal’ bir süreçle mi ve etkileşimle mi anlamlandırmak gerekiyor.

Aslında, tam da bu noktada, Halide Edib, daha geriye yani, 16. yüzyıla giderek, bir tür tarihsel ve de kurumsal bir gerekçe sunuyor... 

İslam’ın insan-toplum ilişkilerini düzenleyen -bildik- vechesine atıfta bulunuyor ve bunun herhangi bir Müslüman toplumdaki gerçekliğine değiniyor.

Ancak, ‘Osmanlı Türkleri’nin, İslam hukukunu bağımsız bir yargı kurumuna evirdiği ve süreci bu şekilde yönettiğini söylüyor, -tıpkı diğer Müslüman toplumlarda olduğu gibi...[2]

Bununla birlikte, Osmanlı’nın 16. yüzyılda ortaya koyduğu yeniliğin, İslam Hukuku’nun -yani, Şeriat’ın- Yaratıcı’nın, vahiyle ortaya koyduğu forma, insan düşüncesi ve aklının ürettiği yasaların yani, Kanun eklemlenmesi olduğuna işaret ediyor.

Ve ortaya konulan, bu ceza ve ticaret kanunların, sonraki dönemlerdeki -örneğin, Tanzimat’daki- uygulamaların ‘çıkış noktası’ kabul ediyor.

Ve ardından yani, Tanzimat’ın başlangıcında gündeme gelen bu hukuki yapılaşmanın devamında, 1869-1877 sürecinde ortaya çıkan, Osmanlı Sivil Anayasası’nın (civil code) oluşumuna vurgu yapıyor.

Halide Edib, ilginç bir şekilde, -tüm Osmanlı ‘vatandaşlarını kapsayan’ ve yapısal çerçevesi itibarıyla Batılı dediği bu anayasayı, öz ve ruh itibarıyla ‘İslami’ olarak adlandırıyor.[3]

Gayet ilginç bir tespit...

Halide Edib, bu düşüncesini ilerleterek, İslam’ın, ‘liberal bakış açısının daha da ötesinde bir yaklaşıma sahip olduğuna gizli/açık vurgu yaparak, devletin, inanan bir kişinin -bu bağlamda ‘mü’min kişinin- iç ilişkilerine yani aile, miras vb. müdahale etmemesi gerektiğini belirtiyor.[4]

Halide Edib’in, bu yaklaşımıyla, millet kavramı bağlamında yüzyıllardır uygulanagelmiş Osmanlı tecrübesini dillendirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır...

Nihayetinde, Tanzimat ve bu sürecin nihayete erdiği 1877’e kadarki dönemde hukuki düzenlemelerin sadece, Müslüman toplumu değil aksine, gayri-Müslimlerin de içinde yer aldığı, tüm Osmanlı vatandaşlarını kapsadığı vurgusu öne çıkıyor.

Bu süreçte, ortaya çıkan hukuki yapılaşmada, salt aile kurumu çerçevesindeki yasaların -1856’dan itibaren, İslami veya dini temele dayandığı, diğer hukuki zeminin ise, din-dışı alana taşındığı yaklaşımı hakim.

Osmanlı’dan Yeni Cumhuriyet’e önemli değişim ve dönüşümleri tecrübe etmiş bir entellektüel olan Halide Edib’in 1920’li yıllarda oluşan yeni dönemi ve bu yeni dönemin hukuki zemini devrimci anlamda yeniden yapılandırılışına yönelik meşruiyeti Tanzimat ve onun ötesine geçerek anlamlandırmaya çalışıyor.

Bu yaklaşımın doğruluğu veya yanlışlığı bir yana, Halide Edib’in, gizli/açık toplumsal değişim vurgusunu öne çıkarması gelişmelerin durağan değil, gayet dinamik bir şekilde ortaya çıktığını ortaya koyuyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/halide-edib-adivarda-osmanlidan-yeni-cumhuriyete-hukuk-dusuncesi-halide-edib-adivars-thought-of-law-from-the-ottoman-state-to-the-new-republic/



[1] Halide Edip Adıvar. (1963). Conflict of East and West in Turkey (Jamia Millia Extension Lectures, 1935), Reprinted, Lahore: Ashraf Press, s. 109.

[2] A.g.e., s. 108-9.

[3] A.g.e., s. 109.

[4] A.g.e., s. 109.