Mehmet Özay 05.01.2024
Bununla birlikte, reform düşüncesinin ve buna hareketlerin nerede başladığı, niçin başladığı ve kimler tarafından başlatıldığı meselesi, belki bugün üzerinde daha fazla durulmayı gerektiren bir öneme sahiptir.
Bunun en temel nedeni, aradan geçen -en azından- birkaç yüzyıla rağmen, Müslüman toplumların halen reform düşüncesi içerisinde debeleniyor oluşlarıdır... Bunun yanı sıra, reform düşüncesini -eleştirel olmak kaydıyla- gündemlerine almayanlar da cabası...
Çözüm: gerileme yok!
Önceki yüzyıllar bir yana, en azından, geçmiş üç yüz yıla yani, 18, 19 ve 20. yüzyıllara bakıldığında, reform düşüncesinin ortaya çıkışı ve gelişiminde, ‘geri kalmışlık’ olgusunun varlığı egemen bir şekilde hissedilmektedir.
Bununla birlikte, söz konusu bu uzun erimli dönemde yaşanan çeşitli sorunlar karşısında dahi, bugün bazılarının bir anlamda çözüm çabalarını, “Biz gerilemedik ki zaten!” diyerek gizli/açık yadsımalarına tanık olunuyor.
Bu kişilerin bazılarının, sözde sosyoloji gibi sosyal bilim alanında ve bunun ötesinde, dini alanda sözde bir statü sahibi olarak yer almaları, işin daha da garabet bir boyutta ele alındığını ortaya koyuyor.
Öte tarafta, ortada, “tamam şimdi buldum!” yaklaşımıyla, 20. yüzyıl şartlarının doğurduğu ulus-devletler varlığına sarılan ve bunlar içerisinde sayısal olarak azınlıkta kalan ülkelerin, sözde maddi refahta oluşlarından hareketle, çözüme yaklaşmış veya çözüm bulmuş zannıyla ortaya çıkanlar olabilir.
2. Dünya Savaşı sonrası yaşanan ulus-devletleşmelerin bir çözüm ve başarı gibi sunulmasına takılmayalım... Bu süreçlerin nasıl işlediği ve/ya süreçte ne tarafa yönlendirildiği hususu ortada...
Bu çevrelerin bir bölümü, ulus-devletler statüsünde dahi olmayan, zorla/kasıtla kurdurulmuş bir takım devlet/çi yapıların, -kimilerince kader, diğer bazılarınca, “tarihsel bir şans” olarak değerlendirilen, sahip oldukları maddi anlamda zenginleşmelerine yol açan doğal kaynaklarıdır.
Reform düşüncesinin, böylesine banal ve yüzeysel bir şekilde ele alınarak yorumlanıyor oluşu bile, Müslüman toplumlar için acınası bir duruma işaret ediyor.
19. yüzyıl: yanlış bir vurgu!
Bu noktada, Müslüman toplumlarının geri kalmışlığı meselesinden hareketle başlatılan gayretlerin özellikle, 19. yüzyıla odaklanması önemli olduğu kadar, eksik bir boyutu da içinde taşır.
İslam toplumlarının tarihine, geri kalmışlık bağlamından bakan ve buna çözüm arayan gerek oryantalistlerin, gerekse Müslüman sosyal bilimcilerin, düşünürlerin, hocaların tabiri caizse 19. yüzyıl takıntılarının ardında, sömürgeciliğin geniş Müslüman coğrafyasını teritoryal olarak ele geçirmiş olması yatar.
Bu döneme kısaca ve kabataslak bakacak olursak, karşımıza şöyle bir tablo çıkar:
Napolyon’un 1799’da Mısır’ı işgali; Ruslar’ın 1820’lerden itibaren Kafkalar ve Orta Asya üzerinde gerçekleştirdiği istila girişimi; Hollandalıların, yine aynı dönemde, 1820’lerden itibaren Batı Cava ile Sumatra Adası’nda Palembang’dan başlayan, Riau ve Padang bölgesi ile devam eden ve nihayetinde yüzyılın son çevreğinde, Kuzey Sumatra’da Açe’ye ulaşan yayılmacı politikası; İngilizlerin 1857 yılında Hindistan’da siyasi ve de özellikle askeri yönetim eksenli yapılaşması; Amerika Birleşik Devletleri’nin İspanya ile savaşının ardından 1898’de Filipinler’de Müslümanların da bulunduğu coğrafyada sömürgecilik süreci; Siam’ın (bugünkü Tayland) 1901/1904 döneminde Patani bölgesinde egemenlik tesisi ve İngilizlerin 1882’de Mısır’ı işgali vb...
Görüldüğü gibi, bu tablo pek de iç açıcı bir fotoğraf sunmuyor bize...
Bununla birlikte, söz konusu bu gelişmelere vurgu yapılarak, konu üzerinde düşünenlere -düşünmek isteyenlere- sanki, şöyle bir mesaj veriyor içten içe: 19. yüzyıl öncesinde Müslüman toplumlar ve üzerinde yaşadıkları topraklar gayet münbit, gayet kendinde, gayet gelişmiş bir toplumsal, siyasal ve ekonomik yapı örneği sunuyordu...
Hayretle karşılanması gereken bu bakış açısının ötesinde, sömürgeciler tarafından işgal edilmemiş olsa da, Müslüman toplumların geri kalmışlığı meselesinin, evvel ki yüzyıllara kadar uzanan bir boyutu olduğunu ıskalamamak gerekir.
İki temel açılım
Bu noktada, Müslüman toplumları yeniden ayağa kaldırmayı hedefleyen reform hareketlerinin iki farklı bağlamda değerlendirilmesi gerektiğini hatırlatarak, yukarıdaki 19. yüzyıl savını ileri sürenleri yanlışlayıcı bir açılım ortaya koyabiliriz.
Bunlardan ilki, iç nedenlerden kaynaklanan reform süreci; ikincisi ise, dış nedenlerden kaynaklanan reform süreci.
Bu gayet basit gerçeği bizler gibi, bizden önce veya bugün düşünenler olmuştur ve olması doğaldır.[1] Ancak, bazı çevrelerde unutulan ve unutturulmaya çalışılan tam da bu aslında...
İç nedenlerden kaynaklanan geri kalmışlık olgusu üzerinde durmak yerine, suçu/sorunun kaynağını ‘öteki’nde görme ve gösterme çabası, belki bugün niçin hâlâ Müslüman toplumların kahir ekserisinin, üç aşağı beş yukarı, aynı noktada olduğunu açıklayabilir.
Afgani modeli
19. yüzyıla vurgu yapanlardan hareketle devam edersek, o dönemin öne çıkan isminin öncelikle, Cemaleddin Afgani olduğu görülür... Öğrencisi ve daha sonra -kısmen- rakibi Muhammed Abduh bir yana Afgani, reform konusundaki teorisyenliği ile aktivizmi birleştirmesiyle dikkat çekiyor.
Reformistliğinin, Batı ile özellikle de, Fransa ile irtibatı sonrasında devrimciliğe evrildiği anlaşılan Afgani’nin, niçin model devletini Mısır’da kurmak istediği konusu sorgulanmaya değerdir.
Mısır’ın, o dönem itibarıyla Fransa’nın ve İngiltere’nin siyasi-ekonomik ve askeri -ve tüm bunları içine alacak şekilde sömürgecilik radarında olmasının, Afgani nezdinde, hiç olmadı üçüncü bir şık olarak Müslüman devlete kaynaklık edecek bir coğrafya olarak sunulma basiretini sergilendiğini düşünenler olabilir.
Bununla birlikte, bu niyetin ardında devlet denilen yapıyı kurma iradesiyle ortaya çıkan bir halkın/halk topluluğunun olmadığı ancak, devlet idealine sahip siyasi elitler marifetiyle kurulacak bir devlet olgusu bulunuyor...
Geri kalmışlık olgusunu belki de, bu model devlet sunumunda neye tekabül ettiğini görmek mümkün...
Siyaset biliminde, “tepeden inmeci” yaklaşım olarak bilinen bu metodu, Afgani’nin bir çözüm önerisi olarak sunma becerisini göstermesinin ardında kanımca, Karl Marx ve ilintili yazarların literatürüne şu ya da bu şekilde muhatap olması ve bizatihi, Fransa sürecinde gelişmeleri gözlemleme imkânı bulmuş olmasıyla açıklanabilir.
Devrimcilik sürecinin 20. yüzyılda devam etmiş olması, akıllara model yaklaşımı sunan Afgani’nin örnek alınıp alınmadığını sormamızı gerektiriyor.
Yine, Mısır özelinden hareketle söylemek gerekirse, Afgani’nin hedefine koyduğu bir model İslam devleti düşüncesine paralel yürüyen ve hatta, buna kaynaklık eden temel unsurun İngiltere olması da gayet önemli bir hususdur.
Bu çerçevede, meselâ niçin Fransa değil, meselâ niçin Rusya değil, meselâ niçin Hollanda değil sorusunu sormakta yarar var. Afgani’nin İngiliz karşıtlığının ardında, Hindistan menşeili çıkışının varlığı kendini ortaya koyuyor.
Oysa, İslam coğrafyasının diğer bölgelerinden, diyelim ki, sömürgeciliğin ekonomik varsıllık ve jeo-stratejik bağlamında atardamarı hükmünde olmuş Malay dünyasından bahsetmeyen -şu ana kadar böyle bir atıfa rastlamış değilim- Afgani’nin, nasıl olup da üniversal bir İslam ümmeti adına düşündüğü ve çözüm önerisi sunabildiği sorusu önemlidir.
Bu çerçevede, Afgani’nin ümmeti kurtarma adına girişimlerinde dönemini yakından tanıdığı konusundaki yaklaşımlara eleştirel yaklaşmak gerekir.
Afgani’nin dönemine tanıklığı doğduğu, yaşadığı Afganistan-İran ile seyahat ettiği ve siyasi projesini gerçekleştirmek için çaba sarfettiği Mısır ve bir süre kaldığı Fransa üzerinden değerlendirmek gerekir.
Bu noktada, Afgani’nin tüm sömürgeci güçlerle ilgili bilgilere sahip olduğu ve/ya sömürgecilerin ele geçirdiği topraklar konusunda ve de özellikle, Müslüman toplumlar noktasında kayda değer/detaylı fikir sahibi olduğu görüşü eleştiriye açıktır.[2]
Mısır’da ideal bir devlet kurma adına girişiminin salt, İngiltere-Fransa sömürgecilik çatışmasının küçük bir parçası olarak, kendini ve düşüncesini Mısır üzerine konuşlandırmış bir Afgani mi var karşımızda acaba?
Aslında, Afgani’nin alternatif arayışları içinde olduğu ve bir devlet kurma ütopyası üzerinde kafa yorduğu dönemde meselâ, niçin Afganistan’ı model devlet merkezi seçmediğini sormak gerekir.
Ya da, o dönem bağımsızlığıyla dikkat çeken ve küresel tarım ekonomisindeki taleplerin artışıyla bir anlamda, kısmi bir yükseliş içinde olan ve siyasal olarak da, Kuzey Afrika’nın aksine, ‘tam bağımsız olan’ Kuzey Sumatra’ya yönelik bir algısının ve yaklaşımının niçin gelişmediği hususu da üzerinde durulmaya değerdir.
Nihayetinde, Afgani ve benzerleri Müslüman toplumların, siyasi olarak tükenmişliğe tekabül eden teritoryal sömürgecilik ile ekonomik bağımsızlıklarını yitirmelerine neden olan kapitalist sömürgecilik karşısında çözüm arayışlarında dönemin, her iki açıdan da umut vaad -yukarıda dikkat çekilen- Kuzey Sumatra’yı dikkate alması beklenirdi.
Ancak, Afgani’nin siyasi bilincinde, Müslüman toplumların varlığına dair evrensel ve bütünlüklü bir yapıyı görmek mümkün değil. Bu gayet temel eksiklik, onu sadece coğrafi arayışlarda kısıtlılığa itmekle kalmıyor, sunduğu siyasi çözüm arayışında da kısır bir yaklaşım sergilemesini bir anlamda zorluyor.
[1] Örneğin, bkz.: Ira M. Lapidus. (1997). “Islamic Revival and
Modernity: The Contemporary Movements and the Historical Paradigms”, Journal
of the Economics and Social History of the Orient, Vol. 40, N. 4,
(444-460), s. 449.
[2] Muhammer Esen. (2008). “Siyasal Sosyal
Görüşleri ve Dini Yönüyle Afgani”, İslami İlimler Dergisi, Yıl 3, Sayı
2, Güz (265-278). s. 267.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder