Mehmet Özay 13.01.2024
Bu durum, karşımızda zengin kaynaklar yığını olduğuna işaret ettiği gibi,
bir yandan da, tabiri caizse, bir tür karmaşadan da bahsetmek mümkün.
Bununla birlikte, bir başka açıdan bakıldığında, karşımıza çıkan bu durum
bize, Osmanlı Devleti tarihi ile ilgili çalışmaları ve söylemler konusunda çok
seslilik olduğunu söylemek de olası...
Öyle ki, bir yandan, özellikle, 18. yüzyıl ve 19. yüzyıl oryantalistlerden
başlayarak, günümüze kadar uzanan Batı’daki çalışmalar, kayda değer bir önem
arz ediyor.
Yerel kaynaklar
Osmanlı Devleti içerisinde özellikle, 14. yüzyıldan itibaren ortaya konulan
yerel ve geleneksel tarih anlatıları ve yazımlarının oluşturduğu külliyatın, zamanla
yerini giderek modern Batı tarih yazımcılığına bırakmasıyla, elimizde önemi
yadsınamayacak bir külliyat olduğuna kuşku bulunmuyor.
Bu noktada, 19. yüzyıl sonlarında Cevdet Paşa ve vefatının ardından yerini
alan Lütfi Paşa örneğinde olduğu gibi, Osmanlı tarihini genel olarak ele alan
çalışmalar ile günümüz Türkiye Cumhuriyeti’nde Osmanlı çalışmaları bu
çeşitliliğin değişik ve son dönem evrelerini ve yönlerini oluşturuyor.
Bu durum, aynı zamanda değişen zaman ve koşullara göre, Osmanlı tarihine
bakışın da çeşitlenmesi anlamı taşıyor. Bu çerçevede, Batı’da gelişen modern tarih
bilimi nosyonu ve bunun içeriğinin belirleyiciliğine ise kuşku bulunmuyor...
Lahiyaların yardımı
Bu çalışmalara ilâve olarak, -örneğin, Selman Reis’in 1517’de Sarı Selim’e
ve 1525 1. Süleyman’a sunduğu lahiyada çok güçlü bir şekilde karşımıza çıktığı
gibi-, 16. yüzyıl başlarından itibaren gündeme gelmeye başlayan ve devamlılık
arz eden lahiyalar, bu eserleri kaleme alanlar tarafından Osmanlı Devleti’nin
ilgili dönemlerdeki sosyal-politik yapısı hakkında gayet donanımlı veriler
ortaya koyuyor.
Bu çalışmalar, Osmanlı politikalarının yapılandırılmasında ve bunun yanı
sıra, devletin farklı katmanlarında özellikle de, sivil-dini bürokraside
yaşanan olumsuzlukları gündeme taşımaları nedeniyle, bize Osmanlı yönetim sisteminde
ve bununla ilintili olarak, toplumsal yapısında ne türden değişimlerin olduğunu
-veya olmadığını- göstermeleri bakımından büyük önem taşıyor.
Doğu çalışıyor mu?
Osmanlı Devleti’ne ilginin Doğu’da ne boyutta olduğuna dikkat çekecek
olursak...
Doğu’da, Osmanlı’ya dair çalışmaların -Batı Oryantalist çalışmaları dikkate
alındığında, gayet eksik ve yetersiz olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Haddi
zatında, “Böylesi bir karşılaştırma yapmak ‘adil’ midir?” diye de sormakta
yarar var...
Bu durum, Batı’da oryantalizmle birlikte gündeme gelen Osmanlı çalışmalarına
temel sebebin Osmanlı ile doğrudan karşılaşmanın doğurduğu “Osmanlıyı anlama
çabasından kaynaklanırken”, “Doğu’da Osmanlı dünyasına dair çalışmalarla ilgili
ne tür eserler vardır?” sorusuna, pek de iç açıcı cevaplar vermek mümkün değil.
Geçmişte böyle olduğu gibi, modern ulus-devletler veya bağımsızlık sonrası
dönemlerde de, bu alanda kayda değer gelişmeler ve değişmelerin olduğunu
söylemek mümkün değil.
Bunun nedenini, Doğu’daki ilgili toplumların ve ülkelerin kendi bölgesel
özelliklerine konuşlanmaları, Osmanlı Devleti ile ya, hiç veya sınırlı
denilebilecek etkileşimlere konu olduklarını söyleyebiliriz.
Buna ilâve olarak, özellikle de, sömürgeciliğe konu olmaları nedeniyle, bu
ülkelerin akademi çevrelerinde, Osmanlı Devleti’nden ziyade, kendi tarihlerine
eğilim olduğu anlaşılıyor. Bu durumun bir diğer, -belki de en önemli nedeni-,
Osmanlı ile Doğu’daki Müslüman ve/ya diğer toplumların arasındaki ilişkinin
sınırlılığıdır.
Tarih okumalarında (ir)rasyonalite ve karşılaştırma(ma)
20. yüzyıl ikinci yarısından bugüne uzanan süreçte, Osmanlı çalışmalarının
abartı olmamakla birlikte, sıfırdan başlayan bir çabanın ürünü olduğunu
söyleyebiliriz.
Bunda, değişen devlet sisteminin, yaşanan harf inkılâbının ve geçmişe,
özellikle de, Selçuklu-Osmanlı geçmişine yönelik yok sayıcı denilebilecek,
kasıtlı-bilinçli politik çabaların neden olduğu entellektüel inkitanın başat
rol oynaması kadar, uzun dönemli savaş ve politik/ekonomik zaafiyetlerin neden
olduğu yoksunluğun akademi ve entellektüel dünyamıza vurduğu darbeyi engelleyici
unsurlar olarak zikredebiliriz.
Tabii, bu noktada, “Genel itibarıyla önemli ölçüde bir ilgisizlikten
bahsedebilir miyiz?” sorusunu da ciddi olarak bir kenara not etmekte yarar var.
Söz konusu bu yeni sürecin, Osmanlı çalışmalarına nasıl bakıldığıyla ilgili
önemli bir boyutu bulunuyor. Ve bunu, bir soru olarak gündeme taşımak ve
üzerinde durmakta yarar var.
Bu yeni süreçte, Osmanlı geçmişine yönelik akademik çalışmaların, hangi
etkiler altında gerçekleştirildiğine kısaca bakacak olursak, karşımıza şunlar
çıkar:
Osmanlı’nın, uzunca bir süre oryantalist çalışmalara konu olması; fiziki
olarak askeri, siyasi ve -belki kısmen- entellektüel olarak yaşanan kazanımlar,
kırılmalar ve travmalar; yeni devletin yani, Cumhuriyet’in kuruluşu ve ihyası
sürecinde, yakın ve uzak geçmişle nasıl bir irtibatın kurulacağı meselesi vb...
Bu ve benzeri olguların, Osmanlı çalışmalarında bulunan çevrelerin,
akademik anlamda diyelim ki, -Osmanlı Arşivleri’nin hizmete açılmasıyla
birlikte- kaynaklarla ilgili sorunları olmamakla birlikte, bu kaynakları ele
alış yöntemleri ve yorumsamacı yaklaşımları genel itibarıyla, gizli/açık
savunmacı bir tutum takınılarak tarihsel olay ve olguların değerlendirildiğini
söyleyebiliriz.
Bu durumun, neden-sonuçlar silsilesi noktasında, kendi içinde bir doğallığı
barındırdığı iddia edilebilir elbette...
Ancak, bu bakış açısı bizim sadece, Osmanlı geçmişini anlamadaki
eksiklerimiz, yanlışlarımızla sınırlı olmayan, bunun ötesinde örneğin, diğer
Müslüman toplumların tarihine yönelik bakış açısını da etkileyen bir boyutu
olduğunu unutmamak gerekiyor.
Nicelik, nitelik ve ‘ötekiler’ konusu
Bu noktada, örneğin, Osmanlı Devleti ve hanedanlığıyla ilgili çokça vurgulandığı
üzere altı yüz yıllık geçmişi olması... Bu niceliksel varlığın yanı sıra,
hanedanlığın Türklük üzerinden devamlılığı... Özellikle, Güneydoğu/Doğu Avrupa
topraklarındaki teritoryal yayılma vb. süreçler...
Bu ve benzeri vurguların, hiç kuşku yok ki, Osmanlı tarihçiliği ve İslam
tarihi açısından olduğu kadar, geniş Türk tarihi açısından da önemli bir veri
bulunuyor. Bunda sorun yok...
Böylesine uzun erimli bir devleti yönetenlerin, niceliksel özelliklerine
bakılarak değerlendirilmesi bir yönüyle anlamlı elbette.
Ancak, burada sorun yorumlamaların bu nicelikler üzerine konuşlanmasının
getirdiği tek düzelik ile bu olgu veya olguları, -bir tür gözü kapalı bir
şekilde- karşılaştırma vesilesi yaparak, “dünyada başka bir örneği” yok deme
noktasında temkinli olmak gerekiyor.
Bunun yanı sıra, bu izah tarzı, niceliksel bir vurguyu güçlü bir şekilde
ortaya koyarken, niteliksel özellikler üzerinde ne kadar düşünüldüğü konusunu
sorgulamayı gerektiriyor.
Velev ki, bu niceliksel durumla sınırlı dahi olsa, örneğin Hint Alt Kıtası
ve Geniş Malay Dünyası konusundaki bilgi kısırlığı ve/ya büyük ölçüde kayıtsızlık
ve bunun ürettiği bilgisizlik, Osmanlı’yı kıyaslamada karşımıza ne tür
etkenlerin var olabileceğini görmemize mani oluyor.
Coğrafi ve tarihsel farkındalık
Bu noktada, örneğin, ilgi alanımıza doğrudan girmesi nedeniyle, Kuzey
Sumatra’da siyasi yapıların varlığı bize, Osmanlı ile karşılaştırılabilecek
boyutları olduğunu ortaya koyuyor.
Temelde burada sorun, illâ ki, Osmanlı veya Öteki devletler öncellenmesi sorunu
değil ve de olmamalı...
Aksine, burada temel sorun, Osmanlı’ya yüklenen anlamın diğer siyasi
yapılar bağlamında, -bilgi eksikliğini körüklemesi ve engellemesi nedeniyle,
var olan tarihsel gerçekliklerin göz ardı edilmesiyle bağlantılıdır.
Diyelim ki, Osmanlı’nın altı yüz yıllık tarihine vurgu yapan ülkenin
‘dünyaca ünlü olduğu söylenen tarihçileriyle’, ülkenin en önemli yüksek öğretim
kurumlarının başına kadar çıkartılmış olan tarihçilerin de içinde yer aldığı
akademi çevrelerine -diğerleri bir yana-, gayet temel ve basit bir gerçeği
hatırlatmak gerekir...
Kuzey Sumatra’da 13. yüzyıldan 16. yüzyıla kadar varlık süren
Samudra-Pasai’nin ve akabinde, bu siyasi yapının 16. yüzyılda bittiği noktadan
yeni bir siyasi yapının yani, Açe Darüsselam Sultanlığı’nın siyasi varlığının başladığını
ve bunun da, 20. yüzyılın başına kadar siyasi bağımsızlığını sürdürdüğünü
hatırlatmak akademik bir sorumluluk kabul edilmelidir.
Kuzey Sumatra’daki bu siyasi meşruiyetin, içe kapalı bir toplum yapısı
olmadığını aksine, kurumsallaşmış haliyle dini yani, İslami yapısında süreklilik
arz ettiğini; siyasi yani, bağımsız-egemenlik olgusunu içselleştirmiş olduğunu;
jeo-politik bağlamıyla ilintili olarak denizci (maritime) devlet
olmaklığı ile hammadde kaynakları ve dinamik ticaret yaşamıyla bölgesel ve
hatta, süreçte küresel kültür ve medeniyet havzalarına eklemlenen boyutları
bünyesinde taşıdığını burada bir kez daha tekrar etmekte yarar var.
Yukarıda dikkat çekilen Osmanlı’nın özellikle, Güneydoğu (Balkanlar) ve Doğu
(Macaristan vd.) Avrupa’daki yayılmacılığının diyelim ki, Malay Takımadaları
coğrafyasında benzeri bir karşılığının olmamasını bir eksiklik olarak mı
değerlendirmeliyiz?
Yoksa, bir başka vecheden bakıldığında, Kuzey Sumatra özelinde, İslamiyetin
yayılması, siyasi bir devlet nizamı ve geleneğinin oluşması ve devamlılığında
ve bu yapının, bölgesindeki diğer siyasi yapılarla ilişkisinde, Avrupa
kıtasında ilgili dönemlerde pek de öne çıkmayan, diyelim ki, ticaret, birlikte
yaşama, paylaşım vb. gibi olgular çerçevesinde bir siyasal ve toplumsal yapının
teşkil ettiğini söylemek gerekiyor.
Bunun yanı sıra, yukarıda dikkat çekilen ‘dünyaca meşhur tarihçilerin’,
Osmanlı ile Avrupa devletlerini karşılaştırırken gündeme getirdikleri,
“Osmanlı’nın en başırısız olduğu alan ekonomidir. Bunu herkes biliyor.” cümlesi
üzerinde durarak, “Bu cümle bize ne söylüyor acaba?” diye bir kez daha sormak
gerekir.
Öyle ki, diğer özellikleri bir yana, Osmanlı’yı siyasi ve askeri olarak
gerileten koşulların başında, ekonomik yaşamı veya Avrupa ile zamanla
karşılaşılan ekonomik yaşamı aşacak veya onu farklı haliyle bünyesine
alabilecek aşamaların olmaması gerçeği konusunda, genel anlamda bir
konsensusten bahsetmek mümkün.
Oysa, aynı ve benzer dönemlerde farklı coğrafyalarda kurulan egemen siyasi
yapıların, -ki buna öncelikli örnek olarak Sumatra’yı veriyoruz-, eko-politik
ve toplumsal yapılarını belirleyen unsurların başında, sahip oldukları zengin
kaynaklar ve bu kaynakları ticaret dünyası vasıtasıyla bölgesel ve küresel
paylaşıma açabilmiş olmaları geldiğini fark etmek, bilmek, analiz etmek ve
yorumlayabilmek gerekiyor...
Bu durum, bile Osmanlı Devleti ile Kuzey Sumatra’daki siyasi yapı arasında
bir karşılaştırma kadar, belki de bunun ötesinde, coğrafi, kültürel, siyasal
farklılıkların öne çıktığını ve birbirinden bağımsız niteliklere sahip olduğunu
söylemeyi gerektiriyor.
Burada vurgulanmak istenen husus, Osmanlı tarihini anlamaya çalışırken,
yaşanan tarihi tecrübelerin etkisi altında bir yönelimin/yönlendirmenin
olduğunun farkına varabilmemizdir.
Aslında, tam da bu durum, Osmanlı tarihini ele alırken, yeni metodolojiler
kadar yeni yorumsamacı yaklaşımları ve de, henüz pek de bilinmeyen diğer
Müslüman toplumların kurdukları ve geliştirdikleri siyasal yapılarla
karşılaştırmalı olarak değerlendirebilmemize olanak tanıyacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder