22 Ocak 2024 Pazartesi

Lenin’in ölüm yıldönümü ve Batı ideolojilerin anlaşılması / The 100th Anniversary of the demise of Lenin and the comprehension of Western ideologies

Mehmet Özay                                                                                                                           22.01.2024

Lenin veya tam adıyla ifade edecek olursak, Vladimir Ilyich Ulyanov’un 21 Ocak 1924’de vefatının ardından yüz yıl geçti...

Lenin’in vefatının, ömrünü adadığı Marxizm öğretisini pratiğe geçirmesinin ürünü olan ve dünyayı beklenmedik ölçüde sarsan 1917 devriminden yedi yıl sonra gerçeklemesi, akla devrimin yarıda kalıp kalmadığını akla getirse de, Batı kendi içinden çıkan ideolojiler çatışmasında yeni bir dönemin başladığına şüphe yok.

Söz konusu yüzüncü yıl, Batı düşünce sistemiyle bağlantılı tarihi bir milat olduğu gibi, bu gelişme, Batı medeniyeti içerisinde yaşanan tarihsel ideolojik hesaplaşmanın yeniden gözden geçirilmesi anlamı da taşıyor.

Öte yandan, bir yandan kapitalizm ve öte yandan komünizm birbirine rakip eko-politik sistemler olarak ortaya çıkarken, bu tarihi gelişmenin, Batı dünyası ile sınırlı olmayan yönlerinin de olduğunu dikkate almakta yarar var.

Toplumsal değişim ve ideolojikleşme

Batı Avrupa’nın özellikle, 14. yüzyıldan itibaren başlayan toplumsal değişimler ve bunların tetiklediği düşünce sistemleri, gizli açık bir çatışmanın ortaya çıkmatta olduğunu haber veriyordu.

Katolikliğin hakimiyetinin, yerini Protestanlıkla çatışmaya bıraktığı yıllar, hiç kuşku yok ki, aynı zamanda Batı Avrupa’da şehirler bağlamında, yeni toplumsal sınıfların da kendilerini ortaya koyduğu döneme tekabül eder.

Bu süreçte ortaya çıkan kavramlar yani, şehirleşme, yeni sınıflar, üretim araçlarının yenileşmesi, sermaye ve üretim süreçleri ile sermayenin -ki, bu ikisi birbirini tamamlayan ve besleyen unsurlardır- ve belirli ellerde toplanması, adına kapitalizm denilen ekomomik sistemi üretmiştir.

Bizatihi bu kavramlar, Batı toplumsal yapısını artık Hıristiyan dini terimleri, kavramları ve diskurlarıyla anlamak ve açıklamak yerine, seküler, maddeci, pozitivizme evrilen boyutlarıyla yeni bir toplumsal sürece işaret ediyor.

Öyle ki, bu değişimin atardamarı hükmünde olan yeni sınıf olgusu, kendini belirgin kılmaya başladı.

Bu noktada, tarımsal ekonominin güdümündeki ticaret kapitalizminde (mercantalist capitalism) pek hissedilmeyen ‘çalışanlar’ kesimi, şehirleşme ve endüstrileşme ile birlikte yeni sınıflar özellikle de, ‘çalışan sınıf’ / işçi sınıfı (labor class) ile toplumsal ve de siyasal görünürlük kazandı.

Öyle ki, kırsalda kendine yeter konumdaki bireyler atomize olurken, bir yandan da onları biraraya getirecek yeni mekanizmalar belirmeye başladı.

Sınıf düşüncesi, hiç kuşku yok ki, ezen ezilen dikotomisiyle anlamlandırılırken, bunun siyasal bir varlık olarak gündeme gelmesinde sadece Marx’ın rolü olduğunu söylemek mümkün değil.

Aksine, Adam Smith gibi liberal ideolojinin öncülerinin açıkyüreklilikle ortaya koydukları söz konusu bu dikotomi, Marx’ın düşünce sisteminde evrilerek yeni bir ideolojik zemin buldu.

Devrim, ama nerede?

1848 yılındaki Paris Komüni tecrübesinde yaşanan başarısızlığın ardından, devrimi -Marx ve Engels’in çalışmalarını ve beklentilerini yoğunlaştırmaları nedeniyle Almanya[1] ya da İngiltere’den umanları belki de şaşırtan gelişme Ekim 1917 devrimiyle Rusya’dan geldi.

‘Şaşırtan’ dememin sebebi, Rusya’nın, sermaye, kapitalist kurumlar ve sınıfları ile işçi sınıflarının varlığı bağlamında, endüstrileşmenin öncüsü olan Batı Avrupa ülkeleriyle ne denli benzeşip benzeşmediğiyle bağlantılıdır.

Bu noktada, Manifesto’da dile getirildiği üzere “Marxist ilkelerin pratiğe uygulanması tarihsel koşullara bağlı olacaktır”,[2] yaklaşımının temelde Marx ve Engels’in öngördüğü tarihsel koşullar ile Rusya’da 1917’deki tarihsel koşulların ne denli örtüşüp örtüşmediğini de tartışmak mümkün.

Bununla birlikte, nihayetinde farklı tarihsel süreçler ve tecrübelerle de olsa, devrim Rusya’dan çıktı...

Devrimi hazırlayan ‘beynin’ Lenin olması, girişte dikkat çektiğim üzere, ölümünün yüzüncü yılında, Batı ideolojik çatışmasının yeniden gözden geçirilmesini gerektiriyor. 

İdeolojiler ve Müslüman toplumlar

Lenin’in vefatının onun, dayanaklarını Karl Marx ve Friedrich Engels’de bulan komünist ideolojinin, Müslümanların ağırlıkta olduğu toplumsal yapılar için ne anlama geldiğinin de anlaşılmasında, bir araç niteliği taşıdığını söylemek gerekiyor.

Batı medeniyenin ürettiği ideolojiler, 18. yüzyılda, felsefe ve sosyal bilimsel çalışmalar bağlamında başlayarak, 20. yüzyılda zirvesine ulaştı.

Önce, sermaye oluşumu ve liberal söylemlerle genişleyen ve kendine alan açan kapitalizm ve onun zamanla ürettiği komünizm, Batı Avrupa ve Batı medeniyetine bağlantılı ilintili ülkelerde, siyasi ve ideolojik hesaplaşmalarla geçen uzun bir döneme işaret eder.

“Bu sürecin, Müslüman toplumlar için önemi nerededir?” sorusunu ciddiyetle sormak gerekiyor.

Kendini bir yandan, sömürgecilik ve öte yandan, Batılılaşma çemberinde bulan Müslüman toplumların, Batı düşünce sisteminde olan biteni anlama konusunda kasıtlı, ısrarlı, sürdürülebilir çaba sergilediğini söylemek mümkün gözükmüyor.

Sömürgecilik: kapitalizmin kaynağı

Batı medeniyeti, gerek kasıtlı ve bilinçli gerekse tarihsel şartların ve şansların eseri olarak önüne çıkan fırsatları değerlendirirken, hiç kuşku yok ki, sömürgecilik -ki, bununla halkının kahir çoğunluğunun Müslüman olduğu coğrafyalardaki gelişmeleri kastediyorum-, bu sürecin gayet önemli kilometre taşlarından birini oluşturuyordu.

Sömürgecilik, aynı zamanda sermayenin nasıl teşekkül ettirileceğine dair önemli ampirik süreçleri de ortaya koyarken, bu sürecin olgunlaştığı dönemler karşımıza, ticaret sömürgeciliğinden teritoryal sömürgeciliğe geçişi gösteriyor.

Anlama, keşfetme, araştırma olgularına yakınlığının yanı sıra, Batı Avrupa’nın insan yoğunluğu, coğrafi sınırlılık gibi faktörlerin de tetiklediği sömürgecilik süreçleri, sadece denizcileri, tüccarları ve zamanla askerleri sömürge topraklarına sevk etmekle kalmadı.

Bu süreç, aynı zamanda Batı Avrupa’da neşet eden ideolojilerin de, sömürge hükümetleri ve bunların siyasal sistemlerinin varlığıyla, ‘öteki’ toprakların halkları üzerinde birer yönetim aygıtına dönüştü.

Kapital yani, sermayenin oluşmasında sadece alış veriş değil, söz konusu bu alış verişi belirli kurallar dizgesine bağlayan, ilgili Müslüman toplumları -liderleri vasıtasıyla- belirli anlaşmalarla kendine entegre eden ve bu süreci kendi tekeline alan Batı Avrupa sömürgeci yapıları, sistemik bir yapıya ulaşmalarıyla egemenliğin sadece silahla ve toprak sahipliğiyle olmayacağını da kanıtladılar.

Bu süreçte, ticaretten elde edilen kârlar, Batı Avrupa ülkelerinde bilimsel çalışmaları destekledi ve artırdı...

Bunun yanı sıra, bu çalışmaların pratikte nasıl karşılık bulacağının adı olan ve teknolojik alet araç gereçler vasıtasıyla desteklenen kitle üretim süreçleri, üretim-tüketim ilişkisinde dinamik yapıyı doğurdu.

Batı’nın kendi çatışmasına müracaat

Batı kapitalizminin temelleri olan mal ve sermayenin taşındığı mekânların Müslüman toplumların yaşadığı topraklar olması gayet manidardır...

Batı Avrupa’da oluşan sermaye, sınıf yapısı, üretim araçları kontrolü ve ilintili bağlamlar ile bunların siyasal bir sisteme dönüşmesinin ardından ordaya çıkan komünizm, çokça Batılı bireyler, görece daha az olmak üzere yerli entellektüellerce sömürgeleştirilmiş topraklara taşındı.

Sürecin özellikle, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyılın ilk yarısında aldığı yönelim, bize sömürge topraklarında sömürgeci güçlere karşı mücadelede Müslüman unsurların bir bölümünün de içinde yer aldığı kitlelerin komünizme ve/ya bu ideolojinin düşünce araçlarına müracaatlarını gündeme getirdi.

Müslüman toprakların kapitalizmin alt yapısını teşkil ederken, aynı zamanda ilerleyen dönemde, oluşan kapitalist sistemi ve bunun görünür temsilcisi ve aracı sömürgeci yönetimlere karşılık vermede başvurulan mekanizmalardan birinin komünizm ve bu ideolojiye referanslarda karşımıza çıkan kavramlar ve kurumlar olmasına şaşırmamak gerekir.

Nihayetinde, ortada Batı düşüncesinin ürettiği iki temel ideolojinin varlığının mücadesine tanık olunuyor.  

Lenin’in yüzüncü ölüm yıldönümü, Batı eko-siyasal sisteminin ürettiği iki rakip ideolojinin karşılaşmasının yeniden ele alınması için bir vesile doğuruyor.

Her ne kadar, 1917’de devrime konu Rusya geçirdiği değişim rüzgârlar sonrasında bu hesaplaşmanın merkezi olmasa da, bir eko-politik sistem olarak kendini farklı coğrafyalarda hem hükümet ve/ya salt düşünce sistemi olarak var eden komünizmin tartışmalara konu olduğuna şüphe yok.

Bununla birlikte, halklarının önemli bir bölümünün Müslümanların oluşturduğu sömürgeleştirilmiş topraklar, bir yandan Batı kapitalizminin kökenlerinin oluşması ve/ya gelişmesindeki rolü ile ortaya çıkarken, aynı zamanda  kapitalizmin doğrudan uzantısı olan sömürge yönetimlerine karşı bağımsızlık mücadelelerinde Batı’nın ürettiği öteki ideolojiye yani komünizme şu veya bu şekilde başvurmasıyla da dikkat çekiyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/leninin-olum-yildonumu-ve-bati-ideolojilerin-anlasilmasi-the-100th-anniversary-of-the-demise-of-lenin-and-the-comprehension-of-western-ideologies/



[1] Karl Marx; Friedrick Engels. (2010). “Preface”, Collected Works, Vol. 5, Marx and Engels 1845-1847, Lawrence&Wishart, Electric Book, s. xiv. (xiii-xxvi).

[2] David Harvey. (2014). “Sunuş”, Komünist Manifesto, (Çev.: Nail Satlıgan-Tektaş Ağaoğlu), Karl Marx; Friedrich Engels, İkinci Basım, İstanbul: Yordam Kitap, s. 9.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder