Mehmet Özay 22.01.2024
Lenin’in vefatının, ömrünü adadığı Marxizm öğretisini
pratiğe geçirmesinin ürünü olan ve dünyayı beklenmedik ölçüde sarsan 1917
devriminden yedi yıl sonra gerçeklemesi, akla devrimin yarıda kalıp kalmadığını
akla getirse de, Batı kendi içinden çıkan ideolojiler çatışmasında yeni bir
dönemin başladığına şüphe yok.
Söz konusu yüzüncü yıl, Batı düşünce sistemiyle
bağlantılı tarihi bir milat olduğu gibi, bu gelişme, Batı medeniyeti içerisinde
yaşanan tarihsel ideolojik hesaplaşmanın yeniden gözden geçirilmesi anlamı da taşıyor.
Öte yandan, bir yandan kapitalizm ve öte yandan komünizm
birbirine rakip eko-politik sistemler olarak ortaya çıkarken, bu tarihi
gelişmenin, Batı dünyası ile sınırlı olmayan yönlerinin de olduğunu dikkate
almakta yarar var.
Toplumsal değişim ve ideolojikleşme
Batı Avrupa’nın özellikle, 14. yüzyıldan itibaren
başlayan toplumsal değişimler ve bunların tetiklediği düşünce sistemleri, gizli
açık bir çatışmanın ortaya çıkmatta olduğunu haber veriyordu.
Katolikliğin hakimiyetinin, yerini Protestanlıkla
çatışmaya bıraktığı yıllar, hiç kuşku yok ki, aynı zamanda Batı Avrupa’da
şehirler bağlamında, yeni toplumsal sınıfların da kendilerini ortaya koyduğu
döneme tekabül eder.
Bu süreçte ortaya çıkan kavramlar yani, şehirleşme, yeni
sınıflar, üretim araçlarının yenileşmesi, sermaye ve üretim süreçleri ile
sermayenin -ki, bu ikisi birbirini tamamlayan ve besleyen unsurlardır- ve
belirli ellerde toplanması, adına kapitalizm denilen ekomomik sistemi
üretmiştir.
Bizatihi bu kavramlar, Batı toplumsal yapısını artık Hıristiyan
dini terimleri, kavramları ve diskurlarıyla anlamak ve açıklamak yerine,
seküler, maddeci, pozitivizme evrilen boyutlarıyla yeni bir toplumsal sürece
işaret ediyor.
Öyle ki, bu değişimin atardamarı hükmünde olan yeni sınıf
olgusu, kendini belirgin kılmaya başladı.
Bu noktada, tarımsal ekonominin güdümündeki ticaret
kapitalizminde (mercantalist capitalism) pek hissedilmeyen ‘çalışanlar’
kesimi, şehirleşme ve endüstrileşme ile birlikte yeni sınıflar özellikle de,
‘çalışan sınıf’ / işçi sınıfı (labor class) ile toplumsal ve de siyasal görünürlük
kazandı.
Öyle ki, kırsalda kendine yeter konumdaki bireyler
atomize olurken, bir yandan da onları biraraya getirecek yeni mekanizmalar
belirmeye başladı.
Sınıf düşüncesi, hiç kuşku yok ki, ezen ezilen
dikotomisiyle anlamlandırılırken, bunun siyasal bir varlık olarak gündeme
gelmesinde sadece Marx’ın rolü olduğunu söylemek mümkün değil.
Aksine, Adam Smith gibi liberal ideolojinin öncülerinin
açıkyüreklilikle ortaya koydukları söz konusu bu dikotomi, Marx’ın düşünce
sisteminde evrilerek yeni bir ideolojik zemin buldu.
Devrim, ama nerede?
1848 yılındaki Paris Komüni tecrübesinde yaşanan
başarısızlığın ardından, devrimi -Marx ve Engels’in çalışmalarını ve
beklentilerini yoğunlaştırmaları nedeniyle Almanya[1] ya
da İngiltere’den umanları belki de şaşırtan gelişme Ekim 1917 devrimiyle
Rusya’dan geldi.
‘Şaşırtan’ dememin sebebi, Rusya’nın, sermaye, kapitalist
kurumlar ve sınıfları ile işçi sınıflarının varlığı bağlamında,
endüstrileşmenin öncüsü olan Batı Avrupa ülkeleriyle ne denli benzeşip
benzeşmediğiyle bağlantılıdır.
Bu noktada, Manifesto’da dile getirildiği üzere “Marxist ilkelerin pratiğe
uygulanması tarihsel koşullara bağlı olacaktır”,[2] yaklaşımının temelde Marx ve Engels’in
öngördüğü tarihsel koşullar ile Rusya’da 1917’deki tarihsel koşulların ne denli
örtüşüp örtüşmediğini de tartışmak mümkün.
Bununla birlikte, nihayetinde farklı tarihsel süreçler ve
tecrübelerle de olsa, devrim Rusya’dan çıktı...
Devrimi hazırlayan ‘beynin’ Lenin olması, girişte dikkat
çektiğim üzere, ölümünün yüzüncü yılında, Batı ideolojik çatışmasının yeniden
gözden geçirilmesini gerektiriyor.
İdeolojiler ve Müslüman toplumlar
Lenin’in vefatının onun, dayanaklarını Karl Marx ve
Friedrich Engels’de bulan komünist ideolojinin, Müslümanların ağırlıkta olduğu
toplumsal yapılar için ne anlama geldiğinin de anlaşılmasında, bir araç
niteliği taşıdığını söylemek gerekiyor.
Batı medeniyenin ürettiği ideolojiler, 18. yüzyılda, felsefe
ve sosyal bilimsel çalışmalar bağlamında başlayarak, 20. yüzyılda zirvesine
ulaştı.
Önce, sermaye oluşumu ve liberal söylemlerle genişleyen
ve kendine alan açan kapitalizm ve onun zamanla ürettiği komünizm, Batı Avrupa
ve Batı medeniyetine bağlantılı ilintili ülkelerde, siyasi ve ideolojik
hesaplaşmalarla geçen uzun bir döneme işaret eder.
“Bu sürecin, Müslüman toplumlar için önemi nerededir?” sorusunu
ciddiyetle sormak gerekiyor.
Kendini bir yandan, sömürgecilik ve öte yandan,
Batılılaşma çemberinde bulan Müslüman toplumların, Batı düşünce sisteminde olan
biteni anlama konusunda kasıtlı, ısrarlı, sürdürülebilir çaba sergilediğini
söylemek mümkün gözükmüyor.
Sömürgecilik: kapitalizmin kaynağı
Batı medeniyeti, gerek kasıtlı ve bilinçli gerekse
tarihsel şartların ve şansların eseri olarak önüne çıkan fırsatları
değerlendirirken, hiç kuşku yok ki, sömürgecilik -ki, bununla halkının kahir
çoğunluğunun Müslüman olduğu coğrafyalardaki gelişmeleri kastediyorum-, bu
sürecin gayet önemli kilometre taşlarından birini oluşturuyordu.
Sömürgecilik, aynı zamanda sermayenin nasıl teşekkül
ettirileceğine dair önemli ampirik süreçleri de ortaya koyarken, bu sürecin
olgunlaştığı dönemler karşımıza, ticaret sömürgeciliğinden teritoryal
sömürgeciliğe geçişi gösteriyor.
Anlama, keşfetme, araştırma olgularına yakınlığının yanı
sıra, Batı Avrupa’nın insan yoğunluğu, coğrafi sınırlılık gibi faktörlerin de
tetiklediği sömürgecilik süreçleri, sadece denizcileri, tüccarları ve zamanla
askerleri sömürge topraklarına sevk etmekle kalmadı.
Bu süreç, aynı zamanda Batı Avrupa’da neşet eden
ideolojilerin de, sömürge hükümetleri ve bunların siyasal sistemlerinin
varlığıyla, ‘öteki’ toprakların halkları üzerinde birer yönetim aygıtına
dönüştü.
Kapital yani, sermayenin oluşmasında sadece alış veriş
değil, söz konusu bu alış verişi belirli kurallar dizgesine bağlayan, ilgili
Müslüman toplumları -liderleri vasıtasıyla- belirli anlaşmalarla kendine
entegre eden ve bu süreci kendi tekeline alan Batı Avrupa sömürgeci yapıları,
sistemik bir yapıya ulaşmalarıyla egemenliğin sadece silahla ve toprak
sahipliğiyle olmayacağını da kanıtladılar.
Bu süreçte, ticaretten elde edilen kârlar, Batı Avrupa
ülkelerinde bilimsel çalışmaları destekledi ve artırdı...
Bunun yanı sıra, bu çalışmaların pratikte nasıl karşılık
bulacağının adı olan ve teknolojik alet araç gereçler vasıtasıyla desteklenen
kitle üretim süreçleri, üretim-tüketim ilişkisinde dinamik yapıyı doğurdu.
Batı’nın kendi çatışmasına müracaat
Batı kapitalizminin temelleri olan mal ve sermayenin
taşındığı mekânların Müslüman toplumların yaşadığı topraklar olması gayet
manidardır...
Batı Avrupa’da oluşan sermaye, sınıf yapısı, üretim
araçları kontrolü ve ilintili bağlamlar ile bunların siyasal bir sisteme
dönüşmesinin ardından ordaya çıkan komünizm, çokça Batılı bireyler, görece daha
az olmak üzere yerli entellektüellerce sömürgeleştirilmiş topraklara taşındı.
Sürecin özellikle, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyılın ilk
yarısında aldığı yönelim, bize sömürge topraklarında sömürgeci güçlere karşı
mücadelede Müslüman unsurların bir bölümünün de içinde yer aldığı kitlelerin
komünizme ve/ya bu ideolojinin düşünce araçlarına müracaatlarını gündeme
getirdi.
Müslüman toprakların kapitalizmin alt yapısını teşkil
ederken, aynı zamanda ilerleyen dönemde, oluşan kapitalist sistemi ve bunun
görünür temsilcisi ve aracı sömürgeci yönetimlere karşılık vermede başvurulan
mekanizmalardan birinin komünizm ve bu ideolojiye referanslarda karşımıza çıkan
kavramlar ve kurumlar olmasına şaşırmamak gerekir.
Nihayetinde, ortada Batı düşüncesinin ürettiği iki temel ideolojinin
varlığının mücadesine tanık olunuyor.
Lenin’in yüzüncü ölüm yıldönümü, Batı eko-siyasal sisteminin
ürettiği iki rakip ideolojinin karşılaşmasının yeniden ele alınması için bir
vesile doğuruyor.
Her ne kadar, 1917’de devrime konu Rusya geçirdiği değişim
rüzgârlar sonrasında bu hesaplaşmanın merkezi olmasa da, bir eko-politik sistem
olarak kendini farklı coğrafyalarda hem hükümet ve/ya salt düşünce sistemi
olarak var eden komünizmin tartışmalara konu olduğuna şüphe yok.
Bununla birlikte, halklarının önemli bir bölümünün
Müslümanların oluşturduğu sömürgeleştirilmiş topraklar, bir yandan Batı kapitalizminin
kökenlerinin oluşması ve/ya gelişmesindeki rolü ile ortaya çıkarken, aynı zamanda
kapitalizmin doğrudan uzantısı olan
sömürge yönetimlerine karşı bağımsızlık mücadelelerinde Batı’nın ürettiği öteki
ideolojiye yani komünizme şu veya bu şekilde başvurmasıyla da dikkat çekiyor.
[1] Karl Marx; Friedrick
Engels. (2010). “Preface”, Collected Works, Vol. 5, Marx and Engels
1845-1847, Lawrence&Wishart, Electric Book, s. xiv. (xiii-xxvi).
[2] David
Harvey. (2014). “Sunuş”, Komünist
Manifesto, (Çev.: Nail Satlıgan-Tektaş Ağaoğlu), Karl Marx; Friedrich
Engels, İkinci Basım, İstanbul: Yordam Kitap, s. 9.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder