Mehmet Özay 08.01.2024
Özellikle, Şi Cinping’in 2013 yılında Çin’de başkanlık koltuğuna oturmasıyla birlikte, hem Asya-Pasifik bölgesinde, hem de kara ve deniz ipek yolları (Silk Roads) projeleriyle, Avrupa başta olmak üzere, Afrika’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada Çin’in, ekonomik ve gizli/açık siyasal varlığını ortaya koymaya ve pekiştirmesine tanık olunuyor.
Aradan geçen on yıllık sürede, Batı kapitalizminin öncüsü Amerika Birleşik Devletleri’nin bu gelişme karşısında verdiği refleks, ABD iç politikasındaki yaşanan çelişkiler nedeniyle, Çin’in önünü giderek daha da açtığına kuşku yok.
Son on yılın hesabı
Azımsanmayacak bir süre olan bu on yıllık süre sonrasında, Çin ve küresel Batı kapitalizm arasında belirginleşen rekabeti aşan ve çatışma boyutuna ulaşan durum karşısında, geçen yıl Avrupa Birliği çözümü, Çin’le yakınlaşma politikasını hayata geçirmekte bulmuştu.
ABD-Çin ilişkilerinin resmi nitelikte başlangıcının 45. yılına tekabül eden bu yıl ile birlikte, bu iki ülke arasındaki çatışmacı durum yerini, yakınlaşma ve işbirliği boyutuna taşınması konusundaki görüşlere bırakıyor.
Bunların başında, Dünya Bankası (World Bank) eski direktörü Robert Zoellick geliyor…
Adı üstünde dünyanın parasını elinde tutan ve bu finansı yönetme iradesine sahip bir kurumu yönetmiş olan Zoellick’in, küresel iki dev arasındaki çatışmanın, küresel finans ve bunun ötesinde, küresel barış için geldiği tehdit noktasını iyi görmüş olmalı.
Konunun küresel ekonomi noktasında hiç kuşku yok ki, oluşturulan ve/ya yenilenen ticaret tarifleri ile küresel lojistik anlamına gelen tedarik zincirinde (supply chain) yaşanan sorunlar başta geliyor.
Ekonomik korumacılık
Bu durum, örneğin, sabık başkan Donald Trump döneminde korumacı ekonomi veya ‘ekonominin millileştirilmesi’ (nationalization of economy) kavramının ortaya çıkması ve dünyanın farklı ülkelerini de içine alacak şekilde güçlü bir şekilde, yaygınlaşmıştı.
Çin gibi siyasal rejimi komünizme dayanan bir ülke yerine, iki yüzyıldır tedrici olarak yükselen bir güç olarak, dünya kapizalizminin merkezi konumunda yer alan ABD’nin ekonomisini korumacılıkla tanımlanır hale getirmesi, gayet yadırgatıcı bir duruma işaret ediyor.
Üstüne üstlük, süreçte, her ne kadar, ABD’de Demokratlar iktidarı gelse de, ABD’nin Çin’e karşı ekonomi politikalarında değişen pek bir şeyin olmamasını, salt Çin’in ekonomi ve ticari ilişkilerde uyguladığı varsayılan adil olmayan bir rekabet (unfair competition) ile açıklamak pek mümkün değil…
Başka bir yazının konusu olmakla bu durumu, Batı kapitalizminde dikkat çeken değişimlerle açıklamak makul gözüküyor.
Bu noktada şunu vurgulayalım ki, kapitalizm dünyasının kendi içerisinde ürettiği fair competition’ın ne kadar fair olduğu konusu, 19. yüzyıl yüksek sömürgeciliğinden bu yana, sömürge toprakları ve ardından, bağımsızlarına kazandırılmış ülkelerle ekonomik ilişkilerinde gayet incelenmeye değer bir durum arz ediyor.
Normalleşmede Kissinger ekolü
45 yıl önce Çin’le ilişkilerin normalleşmesinde öncü rolüyle dikkat çeken ve geçtiğimiz haftalarda yüz yaşında vefat eden Henry Kissenger’ın takipçisi olduğunu söyleyebileceğimiz Zoellick’in Çin’le yakınlaşma politikasının, Baba Bush döneminde ABD ticaret temsilcisi ve dışişleri başkan yardımcılığı dönemine dayanıyor.
ABD dışişlerinde bir ekol olarak adlandırabileceğimiz bu yaklaşımın temsilcilerinin temel düşüncesi, komünist Çin’in küresel ekonomiye eklemlenmesiyle süreçte, siyasal sisteminin demokratikleşeceğine olan tezleridir.
Bugüne kadar, bu tezin gerçekleşmesi mümkün olmasa da, 2007 yılında Dünya Başkanı direktörlüğü koltuğuna oturan Zoellick, dün olduğu gibi bugün de, bu tezin destekçisi olduğunu yaptığı açıklamalarla ortaya koyuyor.
Zoellick ve onun gibi düşünenlerinin bu tezlerini güçlü bir şekilde gündeme taşımalarını sağlayan husus, ABD başkanı Joe Biden’ın Çin devlet başkanı Şi Cinping ile geçtiğimiz Kasım ayında bir araya gelmesiydi. Veya, söz konusu ekolün ABD’de ikna edici bir güç kazanarak, Biden yönetimini Çin’le yakınlaşma konusunda ikna ettiğini ileri sürmek te mümkün.
Askeri caydırılıkta devamlılık
Zoellick’in konuyla ilgili yaklaşımları arasında “askeri caydırıcılık” konusu es geçilmezken, Çin’le kurulacak yakınlaşma politikalarında küresel toplumu daha da yakından ve önemle ilgilendiren hususlar yer alıyor. Örneğin, Covid-19 pandemi sürecinde yaşaman işbirliksizliğinden ders çıkartılması; küresel iklim değişikliğinde elbirliğiyle hareket edilmesi gibi günümüzde artık popülerleşen konular bulunuyor.
Bugün, ABD yönetimi için sorun, Başkan Biden’in Çin’e yakınlaşma konusunda verdiği anlaşılan kararı ne kadar derinlikli bir şekilde yönetebileceğidir.
Bu durum, hiç kuşku yok ki, 45. yıl önce ortaya konulan yakınlaşma politikası sonucu bugün Çin’in küresel ekonominin ikinci büyük gücü haline gelmesi karşısında, ABD’nin yaşamakta olduğu bir tür psikolojik ve siyasi travmayı nasıl atlatacağıyla da alâkalıdır.
Öyle ki, ABD siyasetinde ve bir anlamda toplumunda, bu travmayı büyüten unsur salt bir ekonomik güç ile karşı karşıya kalınması değildir.
Bunun dışında, kendine güveni gelişen ve bu güvenini yüksek sesle dile getirmekle kalmayan aksine, askeri alandaki yapılaşması ve dünyanın farklı coğrafyalarındaki ülkelerle, ekonomi-militer boyutta ortaya çıkan yakınlaşma politikalarıdır.
Hiç kuşku yok ki, bu süreci başlatan ve bugün, hâlâ domine eden konu ise, Çin’in Güney Çin Denizi politikasıdır.
Bu politika içinde sadece, bu denizin sahip olduğu doğal kaynaklar olgusu yer almıyor…
Bunun ötesinde, başta Tayvan üzerinde egemenlik iddiası başta olmak üzere, Filipinler, Vietnam, Malezya ve bir şekilde Endonezya’nın da içinde yer aldığı ilgili ülkelerle yaşanan kıta sahanlıkları sorunu teritoryal hedeflerinde Çin’i Güneydoğu Asya coğrafyasına çekiyor.
Zoellick’in üzerinde durulması gereken önemli bir husus olarak askeri caydırıcılık olgusuna vurgu yapması tam anlamıyla bu birbirine eklemlenmiş yani, Güney Çin Denizi, Tayvan Boğazı ve Güneydoğu Asya’yı kapsayan suyolları oluşturuyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder