Mehmet Özay 01.12.2023
Bu çerçevede, diktatörlük gibi -kabul edilsin veya edilmesin- bir yönetim biçimine gönderme yapan kavramın, farklı toplumlar için ne anlama geldiği üzerinde durulmayı hak ediyor.
Modern bilimler ve özellikle modern siyaset bilimi çerçevesinde ele alındığında, Batı Avrupa’nın tarihsel koşullarının temel alındığı bir kavramsallaştırmalar zinciri ile karşı karşıya olduğumuz bir gerçek.
Bunu, ister Batılılaşma (Westernization) ile isterse Oryantalizmin (Orientalism) etkisiyle diyelim, farklı süreçlerle de olsa nihayetinde, benzer bir kavramsallaştırmalar sürecine konu olduğumuzu söylemek gerekir.
Bu yazıda, diktatörlük kavramına değinerek, Müslüman toplumlar için ne anlama geldiğini kısaca sorgulamaya çalışacağım.
Roma’da siyaset
Yazılı kaynakların, diktatörlüğün kökenlerini (root of dictatorialship) Roma İmparatorluğu’na dayandırmasında açıkçası, pek de şaşılacak bir şey yok...
Nihayetinde, neredeyse mevcut siyasal düzende var olan tüm siyasal kavramların, Batı Avrupa bilim hegemonyasının etkisinde olmasından kaynaklanan de facto bir durum söz konusudur.
Bunun yanı sıra, tarihsel kronoloji çerçevesinde, fiziki olarak elimizde mevcut olan yazılı kaynakların varlığı, bizi bir şekilde ve doğal olarak, Roma İmparatorluğu’na ve bu devlette olan biten gelişmelere sevk ediyor.
Diktatörlük kadar, bu kavramla tam tezat teşkil eden örneğin, Cumhuriyet (Republic) ve demokrasi (democracy) gibi kavramların da, -o döneme dair kendine özgü gerçeklikleri ve tanımlarıyla- Roma İmparatorluğu’nda karşımıza çıkmasına şaşırmıyoruz.
Bununla birlikte, Miladi 3-4 yüzyıl dönüşümünde, Doğu’da bir başka ‘Roma’nın kurulmasıyla, karşımıza iki Roma yani, Doğu ve Batı Roma’nın çıkarken, yukarıda zikrettiğimiz kavramların yine, Batı Roma ile sınırlı bir tarihsel kronolojik varlığının devamlılık arz ettiği görülüyor.
Bu anlamda, klâsik Roma olarak adlandırabileceğimiz Batı Roma’da karşımıza çıkan diktatörlük ve demokrasi ikilisi, aradan geçen uzun asırlar sonrasında, Batı Avrupa siyasal yapılaşmasında belirleyici olması, yine bu coğrafya içerisinde bir devamlılığa işaret ediyor.
Magna Carta’ya doğru
Avrupa’nın ve özellikle de, Batı Avrupa’nın yedinci yüzyılda başlayıp farklılaşan süreçlerle kıtanın farklı coğrafyalarında ve farklı toplumsal alanlarda, yeni düşünce ve eylem biçimlerine konu olan, -diyelim ki, yaklaşık olarak 14. yüzyılda İtalya’da yaşanan rönesans gibi, açılım siyasal sistemde temsil olgusunun doğmasına da yol açmasıyla önem taşır.
Bu değişimin, siyasal alandaki karşılığı ve en belirgin örneklerinden biri, İngiltere’de “Magna Carta” ile somutlaşırken, bu durum, aynı zamanda Avrupa’da karanlık çağlarının yerini farklı bir döneme bırakmakta olduğuna da gönderme yapıyor.
Magna Carta’ya giden süreçte, İngiltere siyasal elitinin Roma geçmişiyle ilişkilendirebileceği bir siyasal bilgilenme ve bilinç akışının mı yoksa, kendinde ve eksperimental bir sürecin mi belirleyici olduğu tartışmaya açıktır.
Bu gizli/açık soru cümlesine belki de, “her ikisi de” diyerek, bir tür eklektik yaklaşım sergilemekte mümkün gözüküyor.
Magna Carta ile siyasal gücün paylaşımında, kral ve soylular arasında gerçekleşen anlaşmanın, gelen yüzyıllar boyunca toplumsal değişimleri tetikleyen bir yönü olduğu da gayet açık.
Teritoryal hakimiyetin, siyasal temsilin ve bunlarla ilintili olarak, siyasal hak ve ekonomik sorumlulukların iki taraf arasında gizli/açık anlaşmalarla belirlenmesinin, örneğin, şehirleşme ile belirginlik kazanacağı üzere, yaşanan diğer değişimlerle birlikte kamusal alan ve çok katmanlı toplumun ortaya çıkmasıyla daha komplike bir hâl aldığını söylemek mümkün.
Bu süreç, farklılaşan siyasal ve toplumsal katmanlar arasında çatışmanın olmadığı anlamına gelmediği gibi, sürecin salt çatışmacı bir bağlamda devam etmediği de ortada. Bu durum, gayet dinamik süreçlerin ortaya çıktığına gönderme yapıyor.
Bu çerçevede, özellikle şehirleşmeyle ve kamusal alan olgusunun yeşermesiyle birlikte, temsil olgusunda da gayet önemli değişimler kendini ortaya koymaya başladı.
Bu anlamda, bir yandan mutlakiyetçi kral; öte yandan, patronaj ilişkilerinin var olduğu soylular ve bağlıları arasındaki vb. gibi belirgin toplumsal ve siyasal ilişkilerde temsil olgusu güçlü bir şekilde belirginlik kazandı.
‘Öteki’ diktatör
Avrupa’da ve özellikle de, Batı Avrupa’da gerçekleşen ve siyasal temsil olgusunun yapılaşmasına konu olan bu tarihsel serüvenin ardından, ‘diktatörlük’ olgusuna ne olduğu ve nasıl bir kullanıma evrildiği de, üzerinde dikkatle durulması gereken bir konudur.
Yukarıda dikkat çekildiği üzere, Batılılaşma ve/ya Oryantalizm süreçlerinin etkisiyle, siyasal kavramların, -içinde Müslüman toplumların da bulunduğu, Doğu toplumlarına aktarılmış olduğu ortada.
Toplumsal değişmeye cevaplar
Bunun yanı sıra, Batılılaşma ve/ya Oryantalizm süreçlerinin dışında, Batı Avrupa’da yaşanan toplumsal ve siyasal değişimlerin aynılarının/benzerlerinin, -içinde Müslüman toplumların da olduğu, Doğu toplumlarında -uzunca bir süre- yaşanmaması dolayısıyla, ne tür bir siyasal sistemin ve/ya sistemlerin var olduğu ve bunların ‘temsil’ konusunda bize ne tür veriler sağladığı konusunda tartışmalar yapılsa da, bu alan halen üzerinde durulmayı hak ediyor.
Şuna açıklık getirmekte yarar var...
Toplumsal değişim (social change) olgusu ve bunun nasıl algılandığı meselesi gayet önemlidir.
Özellikle, Müslüman toplumlarda, dini/siyasal elitin ‘değişim’ olgusuna yaklaşımı; bunu yorumlama, yönetme biçim ve becerisi tarihsel olarak gelişmelerde başat rol oynadığı konusunu yeniden ve yeniden ele almak gerekiyor...
‘Biz’ diktatörüz!
Öyle anlaşılıyor ki, Batı’da -özellikle de, Batı Avrupa’da- toplumsal değişimlerin ortaya koyduğu üzere, kendi payına demokrasi düşerken, diktatörlük bir siyasal gerçeklik olarak, giderek diğer toplumların payına düşen bir siyasal rejim olarak varlığını sürdürmüş gözüküyor.
Diğerleri açısından değerlendirilmeye tabi tutulduğunda örneğin, Hint ve Çin coğrafyasının kendine özgü nitelikleri ile ele alınabileceğini söyleyebiliriz.
Hayatı yöneten ilkeler noktasında daha çok mistik denilebileceği eğilimlerin ağır bastığı bu iki coğrafyada örneğin, kast sisteminin kendini dayattığı güçlü bir toplumsallık ile geniş kır toplumlarının neredeyse ekonomik varsıllıkları ve yoksullukları ile belirlenen siyasal egemenlik olgusunun ortaya çıktığı Çin dışında üçüncü bir alanın varlığı karşımıza çıkar. O da, Müslüman toplumlardır...
Vahyi bir din olarak (revealed religion) İslam’ın, ilk olarak Arab Yarımadası toplumuna hitap etmesi ile bu toplumun, İslam öncesi yönetim biçimi arasındaki ayrışma, bir karşılaştırma yapmayı ve yeniden yorumlamayı zorunlu kılıyor.
Bununla kastetmek istediğimiz husus şudur...
Din’in siyasal sisteme dair gizli/açık verilerinin ve bu yapıyı belirleyecek -içinde savaşın da olduğu çatışmacı unsurların olduğu süreçlerin, İslam öncesi toplumsal yapı ve siyaset kültürü (political culture) ile etkileşimi önemlidir.
Vahiy, Arab Yarımadası’ndaki Hıristiyan ve Yahudi kökenli görece küçük azınlık gruplarının dışında tutulduğu ve bir anlamda, -soyut olarak yalıtılmış- putperest olarak ifade edilen Arab toplumunu hedef alan bir doğa üstü (supranatural/transcendental) ve toplumsal (temporal) bir gerçekliktir.
Vahyin ilgili Arap toplumunu ‘dini’ alanda gerçekliğe ulaştırma hedefiyle tek Tanrı inancını (monotheism) bir öneri olarak ortaya koyarken, aynı zamanda bununla ilintili ve paralel olarak, toplumsal yapıyı şekillendirecek bir siyasal sistemin izleklerini de ortaya koyuyor.
Klâsik yaklaşımla, ‘altın çağ’ (golden age) olarak belirtilen dönemin ardından gelen süreçlerde özellikle, ‘hanedanlıklar’ olgusunun siyasal sistemdeki belirleyiciliği ile bu sistemde egemen konumdaki elitlerin ‘toplumsal değişim’ olgusuna verdikleri tepkiler, şu ya da bu şekilde, Batı’dan bağımsız olarak Müslüman toplumların nasıl bir siyasal sisteme evrildikleri veya oluşturulan siyasal sistemde donduruldukları vb. tartışmalar yapılmasını gerektiriyor.
Batı siyasal tarihinde, Roma’daki şartlarla belirginlik kazanan demokrasi ve cumhuriyet kavramları kadar, diktatör kavramının ortaya çıkması ile özellikle, Batı Avrupa’da gelişme gösteren toplumsal ve siyasal temsiliyet sonrasında gündeme gelen demokrasi arasındaki bağ olduğuna kuşku yok.
Ancak, söz konusu bu kavramların ve özellikle de, dikkatör/lük olgusunun içinde Müslüman toplumların da olduğu Doğu toplumlarına yönelik tanımlayıcılığının Batılılaşma ve/ya Oryantalizm boyutunun dışında -şayet- var ise, bu var olan kökleri incelemek ve vahyi bir din olan İslam’ın, Müslüman toplumlara sunduğu veya sunduğu varsayılan siyasal önerileri yeniden yorumlamak gerekiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder