Mehmet Özay 15.09.2023
Bu yaklaşım, tarihi bir gerçeklik olduğu ortadayken,
Osmanlı-Malay dünyası çalışmalarını Osmanlı-merkezciliğine (Ottoman-centricism)
oturtma konusundaki azim, şaşkınlık verecek boyuttadır. Bu durumda yapılması
gereken, bir de-construction sürecinin gündeme getirilmesidir.
Tarihte bilimsel süreçler ve sübjektivite
Yukarıda dikkat çekilen şaşkınlık, temelde iki coğrafya arasındaki ilişkileri, bilimsel faaliyetler çerçevesinde mi ele aldığımız, yoksa bir tür sivil toplumculuğa veya bir tür dernekçilik faaliyetine mi malzeme yapmak ve bu şekilde mi değerlendirdiğimizle alâkalıdır.
Şayet, ilki üzerinden tarihsel -ve bu tarihin içerdiği
tüm olgularla bağlantılı- gelişmeleri değerlendiriyor isek, o taktirde eldeki
somut gerçekliklerin, giriş cümlesini haklılaştırdığını kabul etmeliyiz.
Yanlış anlaşılmasın “gerektiği” demek suretiyle, burada kimseyi bir zorlamaya tabi tutmuyoruz...
Burada çizgi bellidir...
O da, adına bilimsel faaliyet denilen alanda mı hareket
ediyoruz yoksa başka bir alanda mı. Nihayetinde, bu iki alanı birbirinden ayrıştıran
hususlar vardır ve bunlar birbirine karıştırılmamalıdır.
Burada söylemek istenen, tarihsel süreçlere izah getireceği düşünülen ve elde var olan kaynaklara ulaşılmasına ve bunların ne tür metodolojik yaklaşımlarla ele alındığına yapılan vurgudur, o kadar...
Şayet, bu kaynakları görmezden geliyor ve normal bir bilimsel faaliyetten beklenen taksonomi sürecini yani, bir olguyu ele almak, incelemek, anlamak ve mantıksal sınırlar ve genişlikler içerisinde, yeniden yorumlamak ve ortaya kendi içinde bütüncül bir ürün/sonuç ortaya koymak gibi birbiriyle ilintili uzun bir sürece girmeyi ve gerçekleştirmeyi göze almıyorsak, ortada zaten bilimsel bir çabadan bahsetmenin imkân ve ihtimali bulunmamaktadır.
Bu nedenledir ki, ısrarla sürekli sorduğumuz soru şu: “Biz bilimsel faaliyet mi yapıyoruz, yoksa belli cemaatlerin, belli sivil toplumcu oluşumların, belli hemşehri cemiyetleri düzeyindeki dernekçiliklerin kendilerine alan açma süreçlerinde mi yer alıyoruz?”
Açıkçası, “Osmanlı tarihi bir malzeme unsuru olarak mı değerlendiriliyor?” sorusunu bile gündeme getirecek unsurlarla karşılaşmak mümkün...
Burada vurucu hususlardan biri hiç kuşku yok ki, “Biz Osmanlı’yı nasıl anlıyoruz ve nasıl anlamak istiyoruz kadar?”, “Biz ötekini nasıl anlıyoruz, ve nasıl anlamak istiyoruz?”la da bağlantılıdır.
Belki, daha çok ikincisini öncellemek gerektiğini güçlü bir şekilde vurgulamakta yarar var...
Osmanlı-merkezciliği gibi daha baştan kabul edilmiş ve Osmanlı-Malay dünyası ilişkilerine (Ottoman-Malay world relations) dair süreçleri, bu yaklaşım üzerinden anlamaya çalışmada ısrarcı olmak olsa olsa, bir tür inanç unsuruna (belief phenomenon) tekabül eden sübjektif (subjective), irrasyonel (irrational) ve mitolojik (mythologic) bağlamlarla tanımlanmayı gerektirir.
Niçin Malay-merkezciliği...
Kontra bir soru ile devam edersek... Örneğin, “Niçin Malay-merkezciliği değil?” sorusu, en azından ilk etapta Osmanlı-merkezciliği yaklaşımı kadar ortaya konulması beklenebilecek tarafsız ve nötr bir duruma işaret ediyor.
Bir adım öteye geçersek, Osmanlı Devleti gibi temelde
karacı ve ikincil itibarıyla, Karadeniz ve Akdeniz gibi kapalı denizlerde
gelişmelere konuşlanan bir devlet yerine, bizatihi açık deniz, Okyanus
koşullarına daha tarihin başlarından itibaren alışkın, iç-içe ve onsuz olmayan
bir siyaset, kültür, din, ekonomi ile hem hâl olan toplumları yani, Malay
dünyasını nasıl ve ne şekilde karşı karşıya getireceğimize dair gayet önemli
ipuçları sunuyor.
Osmanlı-merkezciliği yaklaşımını örneğin, Anadolu (Asia minor) şartlarında, Balkanlar şartlarında (Balkania), Kafkaslar şartlarında (Caucasia), Kuzey Afrika (Northern Africa) şartlarında devam ettirebileceğimiz ön koşulların varlığını ileri sürebiliriz.
Doğrudan bilimsel araştırma alanım olmamakla birlikte, bu coğrafyalardaki uzun tarihsel gelişmeleri ve ilişkiler ağını okurken, anlamlandırırken, yorumlarken bile bizi, dönem dönem ilgili toplumların, siyasi yapıların, hatta devletlerin Osmanlı karşısında öncel konumlarıyla tarihsel gelişmeleri ve ilişkileri anlamamıza olanak tanıyacak süreçler olduğunu söylemek mümkün.
Temelde sorun, tarihe bakış ve tarihi yorumlamamızla ilgili bilimsel yaklaşım sahibi olup olmadığımızla ilintilidir. Bu noktada, tarihi bir tek lider, bir tek devlet, bir tek dönem gibi monolitik bir bağlamda okumak bizi bilimsel faaliyetler sınırlarına getirmez, aksine bu sınırın ötesine taşır.
O zaman, yaptığımız işi bilimsel faaliyet değil de, sürekli ve her şeyi “ben-eksenli”, “biz-eksenli” ya da yazının girişinden itiraben ele alındığı üzere Osmanlı-merkezli bağlamında değerlendiren bir tür sivil toplumculuk, bir tür hemşehri dernekçiliği ile örtüştürmüş oluruz.
Tam da söylenmek istenen bu durumdur ve bunun adı, kesinlikle bir bilimsel faaliyet olarak değerlendirilmeyi hak etmemektedir.
Bu durumun, Osmanlı Devleti’nin önemini göz ardı etmeyi gerektirecek bir durum olmadığının anlaşılması gerekiyor.
‘Osmanlı-merkezciliği’ kökenine dair
Niçin Osmanlı-merkezciliğinde ısrar edildiğinin de, yine bilimsel denilebilecek kökenleri olduğunu işaret etmeliyiz.
Bunun temel nedeni veya nedenlerden kayda değer olanı, Osmanlı Devleti ile Yeni Türkiye Cumhuriyeti arasındaki ‘iç’ hesaplaşmanın dışa yansımış halidir.
Yeni Cumhuriyet’le birlikte açığa çıkan -ki, bu durumu Türkiye’deki tüm toplumsal şartlar için söyleyebileceğimiz kadar açık şeciktir- bir durumun varlığı, Osmanlı Devleti’ni en azından Hint Okyanusu ve Malay Dünyası bağlamında değerlendirmeye sıra geldiğinde bir infriority complex’ini aşma sürecine evrildiği görülüyor.
Bunda konuyu ele alan akademisyenlerin sosyal, kültürel aidiyetlerinin de bir ipucu mahiyetinde bize veriler sağladığını söylemekte yarar var.
Örneğin, kendini muhafazakâr addeden tarihçi ve/ya sosyal bilimcilerin Osmanlı’nın siyasal varlığı konusunda haklılığı, bilimselliği, adaleti değil de, salt kendinde bir Osmanlıcı yaklaşımı gerektiren bir zorlamayla Osmanlı-Malay dünyası ilişkilerine bakmakta olduklarıdır.
Bunun en açık kanıtlarından biri, daha ilişkilerin ortaya çıkmaya yüz tuttuğu 16. yüzyıl başlarından itibaren olduğu ortadadır.
Burada vurgulanması gereken, Osmanlı Devleti gibi temelde karacı bir devleti, Hint Okyanusu gibi devasa bir evrene taşıyanın hiç kuşku yok ki, Açe öncelliğinde Malay dünyası olduğunu söylememiz gerektiğini veriler ortaya koyuyor.
Yukarıda dikkat çekilen Osmanlı-merkezciliği yaklaşımını kemikleştirenin, söz yine, söz konusu muhafazakâr akademisyen çevrelerinin -veya bunların bir bölümünün akademisyen olup olmadıklarını bile tartışabiliriz- Malay kaynaklarını ve bu kaynakları daha önce çalışmış ve bu kaynakları destekleyici kendi kaynaklarına sahip Batı Avrupalı denizci milletlerin kaynaklarına erişim ve bu kaynaklar üzerinde metodolojik prensipler ile mantıksal çıkarımlar noktasındaki asgari düzeyi yakalayamamış olmanın getirdiği bir tür zorluktan bahsedebiliriz.
Bu çabaların, ne Osmanlı’nın 1517’den başlayarak Hint
Okyanusu ve özellikle de, geniş Malay dünyasıyla ilişkilerini anlamamıza bilimsel
açıdan elvermeyeceğini görmek gerekiyor. Bilimsel duruş ve bilimsel ahlâk, bize
bunun böyle olduğunu gösteriyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder