Mehmet Özay 03.04.2023
Özellikle İslam tarihinin ilk 4-5 yüzyılını içeren bu süreç, İslam düşünce
sisteminin kendinde yapılaşmasını olanak tanırken, farklı toplum ve düşünce
yapılarıyla çeşitli düzeylerde değişimleri de beraberinde getirmiştir.
Bu kısa yazıda, söz konusu bu dönemdeki belli başlı gelişmeler ele alınırken,
aynı zamanda bu erken dönem sonrasında başgösteren ve yenilenme (tajdid/renewal)
bağlamında dile getirilen gayet sorunlu olduğu görülen döneme de bir giriş
mahiyeti taşıyor.
Vahiy ve etik toplum inşası
Adına vahiy (revealed) denilen sürecin, insan tekinin ruh dünyasına
tekabül eden yönü kadar, genel itibarıyla insan toplumlarının maddi yaşam
alanlarını düzenlemeye matuf yönü bulunuyor.
Vahyin ruh dünyası bağlamında, bireye sahip olduğu varlığı (existence)
konusunda anlam ve yön kazandırırken, etik kuralları oluşturan yapısıyla maddi
yaşam alanını düzenlemesi bağlamında, tam anlamıyla sosyolojik bir yapının
tesisini ortaya koyuyor.
Bu iki yön, bir din olarak İslam’ın Arap toplumunda Miladi 7. yüzyılın
hemen başlarında -Hz. Peygamber’in bireysel aracılığı (actor) vasıtasıyla-,
Arap Yarımadası’nda başlayan varlığı ve gelişimi belirli bir süreç içerisinde gündeme
gelirken bu süreç, aynı zamanda hem inanan (Müslüman) toplum ve vahyi din, hem
de inanan (Müslüman) toplum ve diğer Müslüman olmayan toplumlar arasında
etkileşimin oldukça dinamik bir şekilde gerçekleştiğine işaret ediyor.
İlk aşamada yani, inanan toplum bünyesinde dinin nasıl anlaşılacağı
meselesi, bizatihi pratiğe konularak (experiental) ortaya konulmuştur.
Daha sonraki yüzyıllarda bu erken döneme atfen kullanılan ‘Altın Çağ’ (Golden
Age) kavramı aslında tam da, bu özelliğe vurgu yapıyor. Öyle ki, bu dönemin
‘altın çağ’ olarak tanımlanmasına olanak tanıyan unsur, temelde Peygamber’in
varlığı ile vahyin toplumsal platformda anlamlı bir bütün haline getirilmesi
çabasıdır.
Hz. Peygamber’in vefatının ardından ilk süreç sona ererken, Müslüman
toplumun kendini inşa süreci bir başka aşamaya geçmiştir. Bu süreç, Kur’an-ı
Kerim’e paralel olarak, bu vahiy kitabını, inanan/Müslüman topluma aktarmada
anahtar rol oynayan Peygamber geleneği yani, Hadis bir çalışma/ilim sahası
olarak gelişme göstermiştir.
Bu yapı yani, Kur’an-ı Kerim ve Hadis, dönemin alimleri tarafından
bütünleştirici bir yapıya yani, teolojiye (theology) -Hamilton Gibb’in
ifadesiyle ‘rasyonelleştirme vasıtasıyla bilimsel bir yapıya’ büründürülürken,[1] zamanla
dikotomik -ve de, aynı zamanda bir ikilem (dilemma) olarak- bu süreç ‘Altın
Çağ’dan gizli/açık bir kopuşa da yol açmıştır.
Buna ‘kopuş’ dememizin sebebi, Hz. Peygamber’in fiziki varlığının ardından
yaşananların sadece, siyasal gelişmeler noktasında değil, vahyi din’i (revealed
religion) -Gibb’in ‘etik toplum inşası dediği’[2]
bir sosyolojik yapısal bütüne kavuşturma sürecinde karşı karşıya kalınan
süreçlerle de bağlantılı olarak anlaşılmalıdır.
Teritoryal sınırlar ve entellektüel açılım
Bu noktada, Müslüman toplumun teritoryal olarak Arap Yarımadası sınırları içerisinde
karşılaştığı, -bir anlamda yüzleştiği- toplumlardaki felsefi bağlam ile bu
coğrafya dışına çıkılmasıyla örneğin, Bizans ve Sasani (Pers)
sınırlarına ulaşılmasıyla karşı karşıya kalınan felsefi ve entellektüel birikim
gayet önemli farklılıklar arz etmektedir.
Arap Yarımadası sınırları içerisinde, temel itibarıyla geleneksel ve kırsal
(rural) denilebilecek nitelikleriyle Yahudi-Hıristiyan kökler ile adına
‘cahiliyye’ denilen ve antropolojik bağlamda animist kabul edilen dini gruplar
kendini ortaya koyarken, Yarımada dışında Bizans ve Sasani (Pers)
sınırlarına ulaşılmasıyla, -bünyesinde Yahudi ve Hıristiyan unsurları da
barındıran- köklü felsefi ve entellektüel birikimler belirmeye başlamıştır.
Bu iki farklı karşılaşma temelde, Müslüman toplumun kendi sosyal
yapılaşmasını kurgular ve inşa ederken, erken dönemde sergilediği başarısının bir
tür konsolideye (consolidation) ihtiyaç duyduğu önemli bir sürece
tekabül eder.
Bu konsolide, dinin vahyi boyutundan ziyade, dönemin Müslüman toplumunun
İslam öncesi dönemde, diğer/öteki toplumlarda var olan felsefi düşünce ve
pratiklerin ve bunlara eklemlenen, adına bilimsel denilebilecek açılımların
anlamlandırılması çabasıdır. Bu sürecin, aynı zamanda vahyi bir din olan İslam’ın
bilgi düzeneğini gizli/açık, bu felsefi düşüncelere tanıtma çabasına tekabül
ettiği de ortadadır.
Tarihsel/kronolojik olarak ele alındığında, Müslüman toplumun erken birkaç
yüzyılda Bizans ve Sasani (Persia) sınırları üzerine ve ötesine yönelik
yayılmacılığının askeri yönü, kendi doğal seyri içerisinde bir dizi sivil
karşılaşmalara da olanak tanımıştır.
Söz konusu bu askeri yayılmacılığın teritoryal genişleme bağlamında
sağladığı öneme/katkıya karşılık, sivil karşılaşmalar Müslüman toplumda
entellektüel anlamda çatışmayı, gelişmeyi ve genişlemeyi ortaya koymaya
başlanması anlamı taşır.
Bu iki süreç, aynı anda gerçekleşirken, iki farklı eğilimin doğması adına,
bir tür dikotomik durumdan da söz edilebilir.
Öyle ki, askeri kazanımlarla kısa sürede elde edilen fiziki başarılara
karşılık, entellektüel karşılaşmalarda anlama, tanımlama, karşılaştırma,
yorumlama, içselleştirme ve/ya reddetme gibi görece uzun bir zaman dilimine
yayılan entellektüel uğraşların tecrübe edilmesini sağlamıştır.
Teoloji ve kurumsallaşma
Yukarıda dikkat çekilen Müslüman toplumun inşası süreci, Altın Çağ’ın hemen
akabinden itibaren yeni bir süreci yani, teoloji’nin -bir bilim alanı olarak- gelişimine
yol açarken, Müslüman toplumu temel kurallar ve değerler bütünü üzerine inşa
noktasında dogmatik bir yapıyı doğurmuştur. Bu yapıyı temsil noktasında ise adına,
‘mezhep imamları’ ile ‘akaid imamları’ adı verilen dini kurumsallaştıran isimler
öne çıkmıştır.
Kur’an ve Hadis kaynaklı olarak geliştirilen teoloji, Müslüman toplumun
öteki toplumlarla yani, Yahudi ve Hıristiyan dini düşüncesinin dışında
özellikle, Yunan, Fars ve nihayetinde Hint felsefi düşünce ekolleriyle karşılaşmaları,
Müslüman toplumun teolojisinin dinamik bir şekilde ele alınmasına yol açarken,
İslami bilimler sınıflaması içinde yer alan, yeni bilim alanlarının oluşmasını
da imkân tanımıştır.
Yukarıda dikkat çekilen ve konsolide kavramı ile açıklamaya çalıştığımız bu
uzun süreç, birkaç yüzyılı içinde barındırmasıyla önem taşır. Bu süreç, mezhep ve
akaid imamlarının dışında, ‘öteki’ toplumlarla karşılaşmaların oluşturduğu
entellektüel dinamizmin doğal ve kendinde bir sonucu olarak, çeşitli ilimlere
yönelen ve bu ilimlerde söz sahibi olan bireyleri üretmiştir.
Bu birkaç yüzyıllık zaman diliminde, Fars ve Hint etkisine -ve uzak bir
ihtimal olmakla birlikte, zikredilen bu iki bölge ile teması noktasında Çin
düşünce yapısına- yakınlaşması ile dikkat çeken Müslüman toplumun özellikle
Batı yani, Bizans dini-kültürel yapıları üzerinden Yunan felsefesi ile
karşılaşması yeni bir döneme işaret eder.
Bu süreç, teolojinin Kur’an ve Hadis eksenli oluşturduğu rasyonel zemine
karşılık, Yunan felsefesinde ortaya konulan spekülatif düşünceyle karşılaşması bir
süre sonra özellikle de, Miladi 10 ilâ 13. yüzyıllar arasında, birbirine karşılıklı
eleştiriler yönelten ve bu eleştiriler üzerinden yeni cevapların
araştırılmasını sağlayan bir başka dönemi doğurmuştur.
[1] Gibb, Hamilton A.
R. (1962). Studies on the Civilization of Islam, Princeton: Princeton
University Press. s. 203.
[2] A.g.e., s. 199-200.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder