2 Nisan 2023 Pazar

Vahiy, İslam toplumu ve öteki düşünce sistemleriyle ilişkiler / Revelation, Islamic society and relations with other thought systems

Mehmet Özay                                                                                                                            03.04.2023

İslam’ın bir din olarak öncelikle Arap Yarımadası’ndaki topluma ve ardından, tüm insanlığa gönderilmiş olması, genel tarih ve dinler tarihi açısından dikkat çekici bir fenomendir. Bu tarihsel gelişim, özelde Müslüman toplumun gelişimi, genelde dönemi itibarıyla geniş küresel toplumla etkileşimler noktasında önemli aşamalara konu olmuştur.

Özellikle İslam tarihinin ilk 4-5 yüzyılını içeren bu süreç, İslam düşünce sisteminin kendinde yapılaşmasını olanak tanırken, farklı toplum ve düşünce yapılarıyla çeşitli düzeylerde değişimleri de beraberinde getirmiştir.

Bu kısa yazıda, söz konusu bu dönemdeki belli başlı gelişmeler ele alınırken, aynı zamanda bu erken dönem sonrasında başgösteren ve yenilenme (tajdid/renewal) bağlamında dile getirilen gayet sorunlu olduğu görülen döneme de bir giriş mahiyeti taşıyor.

Vahiy ve etik toplum inşası

Adına vahiy (revealed) denilen sürecin, insan tekinin ruh dünyasına tekabül eden yönü kadar, genel itibarıyla insan toplumlarının maddi yaşam alanlarını düzenlemeye matuf yönü bulunuyor.

Vahyin ruh dünyası bağlamında, bireye sahip olduğu varlığı (existence) konusunda anlam ve yön kazandırırken, etik kuralları oluşturan yapısıyla maddi yaşam alanını düzenlemesi bağlamında, tam anlamıyla sosyolojik bir yapının tesisini ortaya koyuyor.

Bu iki yön, bir din olarak İslam’ın Arap toplumunda Miladi 7. yüzyılın hemen başlarında -Hz. Peygamber’in bireysel aracılığı (actor) vasıtasıyla-, Arap Yarımadası’nda başlayan varlığı ve gelişimi belirli bir süreç içerisinde gündeme gelirken bu süreç, aynı zamanda hem inanan (Müslüman) toplum ve vahyi din, hem de inanan (Müslüman) toplum ve diğer Müslüman olmayan toplumlar arasında etkileşimin oldukça dinamik bir şekilde gerçekleştiğine işaret ediyor.

İlk aşamada yani, inanan toplum bünyesinde dinin nasıl anlaşılacağı meselesi, bizatihi pratiğe konularak (experiental) ortaya konulmuştur. Daha sonraki yüzyıllarda bu erken döneme atfen kullanılan ‘Altın Çağ’ (Golden Age) kavramı aslında tam da, bu özelliğe vurgu yapıyor. Öyle ki, bu dönemin ‘altın çağ’ olarak tanımlanmasına olanak tanıyan unsur, temelde Peygamber’in varlığı ile vahyin toplumsal platformda anlamlı bir bütün haline getirilmesi çabasıdır.

Hz. Peygamber’in vefatının ardından ilk süreç sona ererken, Müslüman toplumun kendini inşa süreci bir başka aşamaya geçmiştir. Bu süreç, Kur’an-ı Kerim’e paralel olarak, bu vahiy kitabını, inanan/Müslüman topluma aktarmada anahtar rol oynayan Peygamber geleneği yani, Hadis bir çalışma/ilim sahası olarak gelişme göstermiştir.

Bu yapı yani, Kur’an-ı Kerim ve Hadis, dönemin alimleri tarafından bütünleştirici bir yapıya yani, teolojiye (theology) -Hamilton Gibb’in ifadesiyle ‘rasyonelleştirme vasıtasıyla bilimsel bir yapıya’ büründürülürken,[1] zamanla dikotomik -ve de, aynı zamanda bir ikilem (dilemma) olarak- bu süreç ‘Altın Çağ’dan gizli/açık bir kopuşa da yol açmıştır.

Buna ‘kopuş’ dememizin sebebi, Hz. Peygamber’in fiziki varlığının ardından yaşananların sadece, siyasal gelişmeler noktasında değil, vahyi din’i (revealed religion) -Gibb’in ‘etik toplum inşası dediği’[2] bir sosyolojik yapısal bütüne kavuşturma sürecinde karşı karşıya kalınan süreçlerle de bağlantılı olarak anlaşılmalıdır.

Teritoryal sınırlar ve entellektüel açılım

Bu noktada, Müslüman toplumun teritoryal olarak Arap Yarımadası sınırları içerisinde karşılaştığı, -bir anlamda yüzleştiği- toplumlardaki felsefi bağlam ile bu coğrafya dışına çıkılmasıyla örneğin, Bizans ve Sasani (Pers) sınırlarına ulaşılmasıyla karşı karşıya kalınan felsefi ve entellektüel birikim gayet önemli farklılıklar arz etmektedir.

Arap Yarımadası sınırları içerisinde, temel itibarıyla geleneksel ve kırsal (rural) denilebilecek nitelikleriyle Yahudi-Hıristiyan kökler ile adına ‘cahiliyye’ denilen ve antropolojik bağlamda animist kabul edilen dini gruplar kendini ortaya koyarken, Yarımada dışında Bizans ve Sasani (Pers) sınırlarına ulaşılmasıyla, -bünyesinde Yahudi ve Hıristiyan unsurları da barındıran- köklü felsefi ve entellektüel birikimler belirmeye başlamıştır.

Bu iki farklı karşılaşma temelde, Müslüman toplumun kendi sosyal yapılaşmasını kurgular ve inşa ederken, erken dönemde sergilediği başarısının bir tür konsolideye (consolidation) ihtiyaç duyduğu önemli bir sürece tekabül eder.

Bu konsolide, dinin vahyi boyutundan ziyade, dönemin Müslüman toplumunun İslam öncesi dönemde, diğer/öteki toplumlarda var olan felsefi düşünce ve pratiklerin ve bunlara eklemlenen, adına bilimsel denilebilecek açılımların anlamlandırılması çabasıdır. Bu sürecin, aynı zamanda vahyi bir din olan İslam’ın bilgi düzeneğini gizli/açık, bu felsefi düşüncelere tanıtma çabasına tekabül ettiği de ortadadır.

Tarihsel/kronolojik olarak ele alındığında, Müslüman toplumun erken birkaç yüzyılda Bizans ve Sasani (Persia) sınırları üzerine ve ötesine yönelik yayılmacılığının askeri yönü, kendi doğal seyri içerisinde bir dizi sivil karşılaşmalara da olanak tanımıştır.

Söz konusu bu askeri yayılmacılığın teritoryal genişleme bağlamında sağladığı öneme/katkıya karşılık, sivil karşılaşmalar Müslüman toplumda entellektüel anlamda çatışmayı, gelişmeyi ve genişlemeyi ortaya koymaya başlanması anlamı taşır.

Bu iki süreç, aynı anda gerçekleşirken, iki farklı eğilimin doğması adına, bir tür dikotomik durumdan da söz edilebilir.

Öyle ki, askeri kazanımlarla kısa sürede elde edilen fiziki başarılara karşılık, entellektüel karşılaşmalarda anlama, tanımlama, karşılaştırma, yorumlama, içselleştirme ve/ya reddetme gibi görece uzun bir zaman dilimine yayılan entellektüel uğraşların tecrübe edilmesini sağlamıştır.

Teoloji ve kurumsallaşma

Yukarıda dikkat çekilen Müslüman toplumun inşası süreci, Altın Çağ’ın hemen akabinden itibaren yeni bir süreci yani, teoloji’nin -bir bilim alanı olarak- gelişimine yol açarken, Müslüman toplumu temel kurallar ve değerler bütünü üzerine inşa noktasında dogmatik bir yapıyı doğurmuştur. Bu yapıyı temsil noktasında ise adına, ‘mezhep imamları’ ile ‘akaid imamları’ adı verilen dini kurumsallaştıran isimler öne çıkmıştır.

Kur’an ve Hadis kaynaklı olarak geliştirilen teoloji, Müslüman toplumun öteki toplumlarla yani, Yahudi ve Hıristiyan dini düşüncesinin dışında özellikle, Yunan, Fars ve nihayetinde Hint felsefi düşünce ekolleriyle karşılaşmaları, Müslüman toplumun teolojisinin dinamik bir şekilde ele alınmasına yol açarken, İslami bilimler sınıflaması içinde yer alan, yeni bilim alanlarının oluşmasını da imkân tanımıştır.

Yukarıda dikkat çekilen ve konsolide kavramı ile açıklamaya çalıştığımız bu uzun süreç, birkaç yüzyılı içinde barındırmasıyla önem taşır. Bu süreç, mezhep ve akaid imamlarının dışında, ‘öteki’ toplumlarla karşılaşmaların oluşturduğu entellektüel dinamizmin doğal ve kendinde bir sonucu olarak, çeşitli ilimlere yönelen ve bu ilimlerde söz sahibi olan bireyleri üretmiştir.

Bu birkaç yüzyıllık zaman diliminde, Fars ve Hint etkisine -ve uzak bir ihtimal olmakla birlikte, zikredilen bu iki bölge ile teması noktasında Çin düşünce yapısına- yakınlaşması ile dikkat çeken Müslüman toplumun özellikle Batı yani, Bizans dini-kültürel yapıları üzerinden Yunan felsefesi ile karşılaşması yeni bir döneme işaret eder.

Bu süreç, teolojinin Kur’an ve Hadis eksenli oluşturduğu rasyonel zemine karşılık, Yunan felsefesinde ortaya konulan spekülatif düşünceyle karşılaşması bir süre sonra özellikle de, Miladi 10 ilâ 13. yüzyıllar arasında, birbirine karşılıklı eleştiriler yönelten ve bu eleştiriler üzerinden yeni cevapların araştırılmasını sağlayan bir başka dönemi doğurmuştur.



[1] Gibb, Hamilton A. R. (1962). Studies on the Civilization of Islam, Princeton: Princeton University Press. s. 203.

[2]  A.g.e., s. 199-200.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder