11 Nisan 2023 Salı

İslam düşüncesinde tecdid ve Batı’yı tanımlama çabası / Tajdid in Islamic thought and the effort to define the West

Mehmet Özay                                                                                                                            11.04.2023

Müslüman dünyasının, genel itibarıyla 19. yüzyıl ikinci yarısında başlayan yenilenme (tajdid) ihtiyacı, dönemin siyasal ve ekonomik gelişmelerinden bağımsız ele alınamayacak bir özellik taşır.

Haddi zatında, gündeme gelen veya getirilen yenilenme ihtiyacının, tam anlamıyla Batı Avrupa modernleşmesine doğrudan ve yoğun bir şekilde maruz kalınmasından neşet ettiği konusunda neredeyse ortak bir görüş vardır.

Bu konuda, daha önceki bazı yazılarda Batı Avrupa modernleşmesinin 19. yüzyıl ürünü olmadığı gibi, Müslüman toplumların bu modernleşme ile yüzleşmeye başlaması ve -örneğin, adı konulmuş olsun veya olmasın Pan-İslam (İttihad-ı İslam) bağlamında- verilen tepkiler de 19. yüzyılda ortaya çıkmış ve bu yüzyıl ile sınırlı olmadığını dile getirmiştim.

Bu yazıda, 19 yüzyıl ile 20. yüzyılda gündeme gelen yenilenme (tajdid) düşüncesi ve yapısının, Batı’da gelişme gösteren ve Aydınlanma düşüncesinin siyaset ve ekonomi alanındaki göstergeleri ve devamı niteliğindeki ideolojik yapılaşmayla yani, kapitalizm ve komünizm ile karşılaşmasına dair bir iki hususa değineceğim.

Söylenmesi gereken husus kısaca şudur: Fıkıh alimleri ve İslam düşüncesi alanında öne çıkan entellektüeller bir yandan tecdid düşüncesini ve sürecini gündeme taşırken, karşılarında eleştirilmeye değer bir Batı düşüncesi bulmuş ve bu anlamda, eleştirilerini gayet açıklıkla komünizme yöneltirken, kapitalizm karşısında genel itibarıyla sessiz kalmıştır.

Bu noktada, bir öneri olarak şunu söylemekte yarar var: Bugün dahi canlılığını koruduğu gözlemlenen bu durum, tarihsel olarak yeni baştan ele alınmayı hak edecek önemdedir. 

Bu çerçevede, tarihsel gelişim sürecine kısaca göz atmakta yarar var.

Yeni toplumsal olgular ya da modernite

Bu hatırlatmanın ardından, yenilenme ihtiyacı kendini eğitim, yönetim, askeri vb toplumsal kurumlar bağlamında gündeme getirirken, bu sürecin hiç kuşku yok ki, en ilgiye mazhar yanı, fıkıh ilmi bağlamında ortaya çıkmıştır.

Yenilenmenin yani, fıkıh alimlerinin (fukaha) var olan toplumsal olgular, sorunlar karşısında karar mekanizmasını harekete geçirecek şekilde içtihad kapısının ‘yeniden’ açılması talebi güçlü bir şekilde dile getirilmiştir.

19. yüzyıl şartlarında, Batı Avrupa sömürgeleşmesinin yaygınlaşması, yüksek sömürgecilik dönemi olarak anlaşılması gerekir. Batı ile Doğu’nun veya genel itibarıyla bakıldığında, Batı dünyası ile İslam dünyası arasındaki bu karşılaşmanın hızı ve yoğunluğu, içinde ve başta fıkıh ilmi kadar, İslam düşüncesinin de kendini yeniden tanımlama çabası sergilemesine neden olmuştur.

Birbirinden ayrıştırılması pek de mümkün olmayan fıkıh ve İslam düşüncesi alanında görüş beyan eden ve ‘alim’ sıfatını taşıyan bireyler ile entellektüellerin Batı’yı anladıkları ve bu çerçevede, fıkıh ilmi ve İslam düşüncesine yeni boyutlar kazandırma uğraşısında oldukları görülür.

19. yüzyıl ikinci yarısının özelliği, öne çıkan alimlerin ve/ya düşünce adamlarının kendilerine model olarak İngiliz düşünce sistemini/siyasetini/toplumunu almalarıdır. Bunun, gayet rasyonel bir yönü olduğunu düşünmek mümkün.

Öyle ki, bu noktada, İngilizlerin Ortadoğu’da Mısır ve Arap Yarımadası; Güney Asya’da Hint Alt Kıtası’nda Hindistan ve Bangladeş; Güneydoğu Asya’da Malay Yarımadası’ndaki varlıkları, Müslüman toplumlarda birbirlerine yabancı olmadığı düşünülmekle birlikte, farklı düşünce ekollerini doğurmuştur.

Bu gruplar arasında -örneğin Sir Seyyid Ahmad gibi- İngiliz eğitimliler kadar, İngiliz siyasal ve ekonomik yapısının ortaya koyduğu imkânlardan hareketle kendi okullarını ve kurumlarını inşa eden Müslüman bireyler ve grupların varlığı -örneğin Hadrami kökenli aileler- dikkat çeker.

Burada, bir yandan fıkıh’daki yeri itibarıyla söylemek gerekirse, Dar’ül Harb’de yaşama şartları ile Dar’ül Harbi yeniden yapılaştıran eden İngiliz toplumsal ve siyasal düşünce evreni içinde yaşamak arasındaki gidiş gelişler incelenmeye değerdir.

Savaşlarla verilen zorunlu ara

Yenilenme ihtiyacı ve düşüncesinde bir durağanlıktan bahsedilmemekle birlikte, 20. yüzyıl başlarında Birinci ve İkinci Dünya Savaşları bu süreci, -en azından bazı coğrafyalarda- inkitaya uğrattığından söz edilebilir.

Bu süreçte, İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi, bilindiği üzere bağımsızlık süreçlerini de beraberinde getirmiştir.

Burada dikkat çeken husus, bir yandan Müslüman toplumların ve diğerlerinin Milliyetçi-İslamcı ve Sosyalist kökenli ve ağırlıklı karşı çıkışları ve mücadeleleri kadar, Batı Avrupa sömürgeci yönetimlerin artık sömürge topraklarının içinde yer alınarak yönetilemeyecek sorunları görmeleriyle, gizli/açık bir gönüllülükle sömürge topraklarından çekilmeye karar vermis olmalarıdır.

Batı Avrupalıların Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya, Hint Alt Kıtası’ndan geniş Malay dünyasına uzanan sömürgeleştirilmiş topraklardan çıkışları, yer yer kanlı ve şiddetli mücadelelere konu olmuştur.

Bunun ardından, yeni ulus-devletlerde ideolojik temellerin ne yönde tesis edileceği meselesi tartışmaya açıldığında, çatışmacı bir dönemin kahir ekseriyeti Müslüman olan toplumlarda cereyan ettiği görülür.

Aslında, bu durum bile bizatihi, sömürge güçlerin arkalarında bıraktıkları gayet önemli siyasal ve toplumsal ve de dini soruna/sorunlar kümesine tekabül eder. 

Bir yandan Cezayir ve Tunus öte yandan, Malaya Federasyonu (bir süre sonra Malezya Federasyonu olacaktır!) ve Endonezya Cumhuriyeti örnekleri bize, yaşanan gelişmelerin sadece, ulus-devlet ideolojilerini belirlemekle sınırlı değildir.

Burada temel sorun, bağımsızlıklar kazanılmıştır (veya tevdi edilmiştir!), ancak bağımsızlıkları talep eden ‘yerli’ iradeler arasındaki mücadelede, yeni/modern ulus-devletlerin kurumsal altyapısını belirlemede -sisteme bilerek ve isteyerek entegre olanlar dışında- Müslüman siyasetçi, ilim adamı, entellektüeller gizli/açık devre dışı bırakılmışlardır.

Tecdid düşüncesi ve Batı’nın ideolojik köklerine tepkiler

Bağımsızlıklar sonrasında çeşitli fıkıh alimlerinin ve özellikle de, İslam felsefesi ve düşüncesi alanındaki entellektüellerin -yakın geçmişten tevarüs edilen- yenileşme çabalarına yeniden ve ciddi anlamda başladıkları bir dönem doğmuştur.

Bu çevrelerin, ilk örnekleri 19. yüzyıl ikinci yarısında ortaya çıkan ve ardından, sömürge yapılaşmalarının mirası olarak modern ulus-devletler sürecinde içselleştirilmeye çalışılan modern eğitim kurumlarının yerine, İslami (modern) eğitim kurumlarının tesisi ve buna eklemlenen İslam felsefesi ve düşüncesinin ve biliminin modern şartlar içerisinde kendine yeniden alan açması çabasına tekabül eder.

Burada dikkat çekilmesi gereken husus, İslam felsefesi ve düşüncesi konusunda öne çıkan isimlerin hedef aldıkları ve karşılık vermeye çalıştıkları Batı düşüncesinin iki temel alanı olan kapitalizm ve konümizmden ikincisi üzerinden bir düşünce ortaya koymaya çalışmalarıdır.

İslami (ve modern) eğitim kurumlarında öğretici sıfatını taşıyan kişilerin nitelikleri; müfredat, ders kitapları ve içerikleri vb. ile Batı biliminin geldiği nokta ve bununla karşılaşmadan İslam düşüncesi alanında neşet eden yenilenmenin siyasal ve toplumsal karşılığı ne olmuştur sorusunu sormak gerekir.

Buna ilâve olarak, hem eğitim hem düşünce alanında karşı durulanın, ‘Hangi Batı?’ olduğunu da sormakta yarar var.

Dikkat çekici bir şekilde İslam felsefesi ve düşüncesini özellikle ‘tevhid’ kavramı üzerine temellendirmelerinin ardında, Batı modernleşmesinin önce gizli ve ardından, açık seçik ideolojikleşen yüzü yani, komünizm / materialist felsefe yer alır.

Ancak, aynı İslam düşüncesinin güçlü bir şekilde Batı modernleşmesinin süreçte gitgide yaygınlaşan ve genişleyen yüzü kapitalizme karşılık verip vermediği tartışmaya açıktır.

Oysa, ‘tevhid’ kavramı ve bu kavram üzerinde temellendirilen düşüncenin, Batı düşüncesinin bir yönünü hedef alıp öteki yönünü göz ardı etmesi gayet açık bir çelişkiyi içinde barındırıyor.

Bunda, İslam (modern) eğitimi ve İslam felsefesi ve düşüncesini gündeme taşıyan bireylerin ve çevrelerin ağırlıklı olarak İngiliz sömürge yönetimine tabi coğrafyalardan çıkmış olmalarının ve/ya bağımsızlıklar sonrasında İngiliz okullarında eğitim görmüş olmalarının doğrudan ve/ya dolaylı bir etkisinden bahsetmek mümkündür.

Bununla birlikte, İslam fıkhı ve İslam felsefesi ve düşüncesinin yenileşme gayretlerinin sona ermesi bir yana, çözüm arayışlarının sürdüğü dikkate alındığında yukarıda dikkat çekilen sorunun dikkate değer bir şekilde ele alınmasında yarar bulunmaktadır.  

https://guneydoguasyacalismalari.com/islam-dusuncesinde-tecdid-ve-batiyi-tanimlama-cabasi-tajdid-in-islamic-thought-and-the-effort-to-define-the-west/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder