Mehmet Özay 06.04.2023
Bu noktada, toplumsal
değişim hakkında veriler sağlayan tarih çalışmaları, çağdaş dönemdeki
ulus-devletler ile bunların kuruluş ve gelişme süreçlerini anlamamıza olanak
tanırlar.
Bunun yanı sıra, söz
konusu bu çalışmalar, yakın veya uzak gelecekte siyasal ve toplumsal çöküş gibi
arzu edilmeyen sonuçların ortaya çıkmasını engelleme konusunda da bir tür kontrol
aracı işlevi görürler.
Bu noktada, Max Weber’in
profesyonel akademik yaşamının başlarında sunduğu toplumların çöküşünü konu
alan tezinin, Osmanlı Devleti’nin gerilemesini ve nihayetinde dağılmasını
açıklamasının mümkün olup olmadığı üzerinde durulmaya değerdir.
Çöküşe dair alternatif
söylemler
Osmanlı Devleti’nin
siyasi varlığının sona ermesine yönelik yaklaşımlar, farklı araştırmacılar ve
uzmanlar tarafından çeşitli formlarda kendini ortaya konmuştur.
Bu noktada, Osmanlı
Devleti’nde askeri kayıplardan yani, dış etkenlerden öte ve daha ziyade, Osmanlı
hanedanlık yapısında ortaya çıkan nitelik kaybı, bürokratik yapının kötürüm bir
durum alması, medrese sisteminin zayıflaması, dini otoritenin etkisini
yitirmesi gibi çok daha derin toplumsal nedenlere atıf yapan iç faktörler öne
çıkarılmıştır.
Bunlara ilâve olarak, İbn
Halduncu evrimsel veya döngüsel (circles) yaklaşımı, Osmanlı Devleti’nin
çöküş sürecine uyarlamak mümkün mü sorusu akla geliyor.
Ancak, İbn Halduncu
yaklaşımı biyolojik oluş, gelişme ve çöküş olarak değerlendirdiğimizde sadece,
Osmanlı’nın çöküşü değil, diğer neredeyse bütün siyasal yapıların,
imparatorlukların çöküşünü açıklamak mümkün gözüküyor.
Temelde, bu farklılaşan
açıklamalar bizi, Osmanlı Devleti gibi büyük bir siyasi ve toplumsal yapının dağılmasının
ve/ya çöküşünün pek de tek bir nedenle ele alınamayacağı görüşüne götürüyor.
Weber söylemi açıklayıcı
olabilir (mi?)
Sadece Din Sosyolojisi’nin
değil, Siyaset Sosyolojisi’nin de kurucularından biri kabul edilen Max Weber’in,
Roma İmparatorluğu tarihi ile Alman İmparatorluğu (Imperial Germany)
tarihine yönelik çalışmalarının, Osmanlı Devleti’nin gerileme ve dağılma süreçlerine
dair yaklaşımlarda bize, alternatif bir bakış açısı kazandırır mı sorusunu da
sormayı gerektiriyor.
Tam da bu tarihsel
dönem, Osmanlı Devleti’nin çöküşü bağlamında yukarıda dile getirdiğimiz
sorumuzla bağlantılı bir yaklaşımın tezahür ettiği döneme denk geliyor.
Freiburg
Üniversitesi’ne kabulünden (1894) iki yıl sonra Weber, “Kadim Medeniyetin
Çöküşünde Toplumsal Nedenler” (1896) başlıklı bir sunum yapmış ve bu sunum genel kabul görmüştü.
Weber,
1896 yılında Freiburg’da yaptığı bu konuşmada, Roma İmparatorluğu’nun çöküşünün
modern toplumsal prolemlerin çözümü için bir ders niteliği taşıyabileceğini
kabule hazır olmaya karşı uyarmıştı.
Weber’in, Roma ve Alman
İmparatorlukları’ndaki gelişmeleri anlama konusunda kavramsal olarak ortaya
koyduğu ‘zengin-fakir toplumsal tabakalar arasındaki ayrım’ın, Osmanlı
Devleti’nde nasıl ortaya çıktığı konusu üzerinde durulmaya değerdir.
Zengin-fakir toplumsal
tabakalar olgusu, genel itibarıyla ekonomik üretim, paylaşım, tüketim vb. ilişkiler
ağı ile mülkiyet sahipliği olgusunu akla getiriyor.
Osmanlı’da ekonomi ve
toplumsal tabakalar
Ekonomik yapılaşmanın Osmanlı
Devleti’ndeki karşılığı, devletin ordu marifetiyle teritoryal yayılmacılık
politikalarının öncellendiği ve bu noktada ordunun merkezi bir yapı oluşturarak,
ekonomik sistemin/üretimin orduyu besleyecek ve genişletecek bir yapıda tezahür
etmesini zorunlu kılıyordu.
Bir başka şekilde ifade
edersek, Osmanlı’da hazine, savaşlar sürecinde elde edilen ganimetler ile zenginleşirken,
yeni kazanılan toprakların tarım arazilerine dönüştürülmesi ve/ya belirli bürokratik ve askeri elit arasında paylaştırılmasını
zorunlu kılıyordu.
Tarım arazileri adına timar
denilen ve belli sayıda askerin yetiştirilmesini ve savaş dönemlerinde orduya
katılmasını gerektiren bir sistem olması, savaş ve tarım ekonomilerinin
birbirlerine gayet güçlü bir şekilde eklemlendiğini ortaya koyuyor.
Osmanlı Devleti’nin, siyasi
tarihi boyunca yönünü sürekli olarak Batı’ya çevirmesinde yani, genişlemesini
Batı sınırları üzerinden gerçekleştirmesinde temel bir nedeni vardı.
O da, -Hıristiyan
toplumlar üzerinde egemen olma ve/ya Dar’ül İslam alanını genişletmenin
yanı sıra, bunlarla koşut olacak şekilde, Balkanların ve Doğu Avrupa’nın
verimli tarım arazilerine sahip olmasıydı.
“Niçin Batı?” sorusuna
belki kısmi bir cevap olarak bir karşılaştırmadan hareket etmekte yarar var.
Bu noktada, Osmanlı’nın Doğu
seferlerine göz atılabilir... Osmanlı Devleti’nin, 16. yüzyılda Safavi
Devleti’ne karşı gerçekleştirdiği seferlerin, çeşitli padişahlar döneminde -tekrarlara
rağmen-, sınırlı bir şekilde gerçekleştirildiği görülür. Bunun temel nedeni, coğrafi
koşulların zorlu oluşu kadar bunun ötesinde, Safavi topraklarındaki tarım
arazilerinin Osmanlı Devleti’nin ekonomi sistemine cazip gelmeyecek kadar
yetersiz oluşuydu.
Bu ikili yapı yani,
fetihler vasıtasıyla teritoryal genişleme ile kazanılan topraklar üzerinde
orduyu besleyecek tarım arazileri işletimi sistemi devam ettiği müddetçe,
Osmanlı toplum yapısında zengin-fakir toplumsal tabakalar arasında genel bir
denge halinden bahsetmek mümkün olabilir.
Bu noktada, merkezde yer
alan siyasi elitin ve bunların taşradaki temsilcilerinin gelirlerinin bir tür
standarda erişmesi, tarımsal üretim yapan sıradan halkın toprak yönetimi, mal
üretimi, vergi vb. gibi ekonomi mekanizmalarında kendine yeter veya belirgin
zorluklarla karşılaşmasına mani oluyordu.
Öte yandan, merkez ve
taşradaki siyasi elit zenginliğini savaşlarda kazanılan ganimetler ile yeni
toprakların paylaşımından alır ve tarım kesiminden vergi alınması sınırlı bir
düzeyde kalırken, paranın değerinin korunması da özellikle, alt sınıfların
ekonomik varlıklarının sürdürülebilirliğini sağlıyordu.
Toplumsal tabakalar
arasında çatlak
Osmanlı Devleti’nin, Orta
Avrupa’da Viyana önlerinde doğal sınırlarına erişmesi devletin istikrara kavuştuğu
yönünde görüşleri ortaya koyuyordu. Ancak bu dönem, aynı zamanda yeni bir
dönemin yani, duraklama ve ardından gerileme dönemlerinin başlaması anlamına geldiğini
de hatırlamak gerekir.
Bu süreçte, yeni toprak
kazanımı ve tarımsal üretim ile orduya insan kaynağı teşkili, buna paralel
olarak yürüyen Osmanlı sivil ve askeri bürokrasisini oluşturan insan
kaynaklarının edinimi inkitaya uğraması kaçınılmazdı.
Devlet hazinesi, merkezi
bütçe gelirlerini oluştururken artık savaş ganimetleri yerine, ağırlıklı olarak
toprakla geçimini sağlayan köylülerden alınan vergilere başvurması bir yandan,
genel itibarıyla vergilerin artması anlamına gelirken, gelirlerde yaşanan düşüş
para rejiminin de değişmesine yani, kıymetli madenler yerine farklı madenlerin
bileşimiyle basılan paranın sirkülasyona girmesi mali değer kaybının da önemli
nedenlerini teşkil ediyordu.
Bu durum, merkezde siyasi
egemen yapıların yani, zengin tabakanın gelirlerini devam ettirme arzusunda
yeni açılımları gündeme getirirken, süreç tarım kesiminin aleyhine doğru
genişleme gösteriyordu.
Yaşanan bu durum, geniş
kırsal kesimler ile sivil ve askeri bürokrasinin teşkil ettiği toplumsal
tabakalar arasında denge halinin tedrici olarak ortadan kalkması anlamı
taşıyordu.
Bozulan bu denge
karşısında iki tabakanın dışında denge unsuru olabilecek yeni bir tabakanın
çık/a/mayışı, -diğer nedenler bir yana- Osmanlı’da toplumsal sistemin
gizli/açık sivil ve ordu bürokrasisi marifetiyle bozulmasına doğru giden süreci
başlatmış oldu. Bu durum, Weber’in dikkat çektiği ‘sınıf açığı’ kavramının,
Osmanlı’da değişen toplumsal sistemi açıklamada bir araç olabileceğini
düşünebiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder