Mehmet Özay 27.04.2023
Bir yönetim biçimi olmanın ötesinde, bir yaşam tarzına gönderme yapan ‘demokrasi’ kavramının, Batı siyasal düşünce sistemi içerisindeki gelişim süreçlerine bağlı olarak kavramsal yapısını kazandığına kuşku yok.
Burada, söz konusu değişimin sivil oluşumla, dini yapıyla, ekonomiyle
bağlantısını göz ardı etmemek gerekir...
Bununla birlikte, demokrasiyi -farklı siyasal terminolojiler altında- siyasal
yönetimi biçimi olarak kabul ettiğimizde, yeryüzü üzerinde yaşam süren farklı
toplumlarda demokrasi ve/ya buna benzer siyasal yapıların ve yaşam tarzlarının
var olduğu görülür.
Bu noktada, demokrasi’nin tarihsel bağlamda, Batı Avrupa toplumlarına özgü
bir kavram ve pratik olmanın ötesinde anlam taşıdığını ifade etmek gerekir.
Buradan hareketle, ‘demokrasi’ adı verilen yönetim biçiminin içkin olduğu
yönetim, paylaşım, etkileşim vb. süreçleri içine alan değerler manzumesi ile insan
doğasına, düşünce ve toplumsal yapısına uygun bir tarza işaret ettiği sonucu
çıkartılabilir.
Bununla birlikte, farklı kültür ve medeniyetlerde tarihsel olarak ortaya
konulan -ve önemli ölçüde demokrasiden ayrışan- yönetim biçimlerinin varlığını
da yabana atmamak gerekir.
Demokrasinin varlığı ve yokluğu
Demokrasi kavramı çerçevesinde dikkat çekilmesi gereken -belki de, bugüne
kadar pek çok kişi tarafından sorulmuş olan- iki temel husus var.
İlki, Batı Avrupa toplumsal ve siyasal şartlarının yol açtığı değişimlerin
niçin diğer toplumlarda gerçekleşmediğidir. İkincisi ise, Batı Avrupa’da ortaya
çıkan ve özelde, demokrasi kavramı ile gelişme gösteren yaklaşımların diğer
toplumlara ve özellikle de, Müslüman toplumlara nasıl sirayet ettiğidir.
İfadelerden ilkinin açıkçası sorgulanabilir bir yanı bulunmuyor...
Tarihsel ve toplumsal gelişmeleri kendi doğası içerisinde değerlendirmek,
bir toplumsal gerçeklikte olan bitenin niçin ötesinde olup bitmediğini
sorgulamak anlam sınırlarının dışına taşıyor. Bu yaklaşım, büyük ölçüde
spekülatif kalmaya mahkum gözüküyor.
İkinci ifade ise biraz daha yaşanmışlığa, pratiğe, karşılıklı etkileşime
vb. süreçlere yakın gözüküyor. Öyle ki, tam da burada karşımıza etkileşim,
haberdarlık, anlama, çatışma, reddetme vb. birbirinden ayrışan ve çelişen
süreçlerin olduğu bir dizi uzun erimli dönemler çıkıyor.
İkinci ifadeye açılım getirmek gerektiğinde, belki de, Batı Avrupa
demokratikleşme tarihiyle örtüştüğü iddiasını da içinde barındıracak şekilde,
sömürgecilik süreçlerine dikkat çekmek gerekiyor.
Tarihsel veriler ne söylüyor?
Batı Avrupa sömürgeciliğinin çeşitli coğrafyalar üzerinde var olan hegemonyası
bağlamında, demokrasiye ve bununla ilintili yönetim ve sosyal yapı oluşumlarını
benimseyen ve/ya reddeden, bu iki uç kutup arasında, farklı zaman dilimlerinde
farklı açılımlar sergileyen dini ve kültürel toplumlar olmuştur.
Bunlar arasında, gerek sömürgeciliğin yayılış süreci ve serüveni, gerekse
Müslüman toplumlarla etkileşimin sömürgecilik öncesine dayanan pratikleri,
“demokrasi” olgusunu Müslüman düşünce dünyasında ele alınabilir bir değer
haline getirmiştir.
Bunu söylerken, pragmatik ve popüler anlamıyla tıpkı, diğer ve benzeri
kavramlar ve yapılara nisbeten gündeme getirildiği üzere “demokrasi/demokratik
değerler zaten İslam’da da var!” sıradanlığına düşme niyeti taşımadığını
söylemeliyim.
Aslında, tam da bu süreç yani sömürgecilik, Batı Avrupalı uluslar
marifetiyle, Batı Avrupa dışı toplumlara ve özellikle de, Müslüman toplumlara
her türlü kurumsal yapısıyla kendini taşırken ve zamanla, bu toplumlar üzerine
nüfuzunu artırırken, kendini tanımlama süreçlerinde kurduğu gizli/açık hegemonik
söylem ve pratik, -içinde demokrasinin de olduğu- taşıdığını ileri sürdüğü
değerlerin kabul edilebilirliğini sorgulatıcı bir durum ortaya çıkarmıştır.
Burada, yerli toplumların / Müslüman toplumların salt dışarlıklı bir
siyasal, ekonomik ve kültürel yapı olarak Batı Avrupa sömürgeciliğine yönelik bir
reaksiyonundan bahsetmek mümkün değil. Temelde, ortada bunu aşan bir durum
var...
Etkileşimde kayıp an
Zamanla, söz konusu bu dışarlıklı yapıyı ve getirdiği değerler arasında
‘demokrasiyi’ anlama sürecini ortaya koyan Müslüman bireyler ve gruplar ortaya
çıkarken, bu kişi ve grupların, aynı zamanda Müslüman toplumda var olan/olduğu
varsayılan siyasi kültürü belirli ölçülerde değiştirmeye yönelik gönüllü ve
sömürge yönetimleri tarafından desteklenen aracılıklarına da tanık olunur.
Herhalde bugünden bakıldığında, bu sürecin bir anlamda, Batı Avrupa
demokratikleşmesini benimseyici bir yönelim ortaya koyduğu düşünülebilir.
Ancak, Müslüman toplumların farklı coğrafyalardaki tecrübelerine
bakıldığında, öyle anlaşılıyor ki, İslam siyaset kültürüne özgü değerler ile
demokrasiyi birarada ele alabilecek bir yönelime çevirme çabaları kendine imkân
bul/a/mamış gibidir.
Burada, söz konusu birey ve grupların rollerindeki bir eksikliğin mi yoksa
bizatihi sömürgecilik yapılaşmasının kendine biçtiği çifte rolün mü belirleyici
olduğu tartışmaya açıktır.
Bu çifte rolden kasıt, i) Batı Avrupa toplumları lehine olacak şekilde
‘öteki’nin maddi ve manevi unsurlarını kullanmak/tüketmek; ii) bunu yaparken,
aynı zamanda, ‘öteki’ toplumlara nasıl olmaları gerektiğini öğretici bir tutum
geliştirmek.
Bu durum, Batı Avrupa’yı değerleriyle birlikte temsil ettiği iddiasındaki
sömürge yapılaşmalarının neye tekabül ettiği üzerinde durmamızı gerektiriyor.
Batı Avrupa yönetimlerinin sömürgecilik süreçlerinde sergiledikleri bu
bariz tezatın, adına demokrasi denilen siyasal sistemin hangi şart ve
koşullarda öteki toplumlarda / Müslüman toplumlarda üzerinde düşünülüp
taşınabileceği ve nihayetinde uygulanabileceği bir alan oluşturup oluşturmadığı
tartışmaya açıktır.
Demokrasi kavramı, Batı Avrupa toplumsal ve siyasal değişimlerinin sonucu olarak
ortaya çıkarken, bir yönetim biçimi olmanın sınırlılığında kalmamış, toplumsal
yaşamın farklı alanlarına dinamik bir öge olarak yerleşmiştir.
Bu çerçevede, öteki toplumlarda / Müslüman toplumlarda demokrasiye dair
yönelimlerin niçin gerçekleşmediğini, yine dönüp ilgili tarihsel süreçlerde
aramak gerekiyor.