Mehmet Özay
12.05.2021
İsrail’in Filistinlilere yönelik olarak Ramazan ayının başında düşük yoğunluklu başlattığı zulüm, Bayramdan sadece birkaç gün önce meydana gelen yoğun saldırılara dönüşmesi İslam toplumlarını ve insanlık vicdanını sızlatmaya devam ediyor.
Yaşanan bu gelişme, sadece Ortadoğu’da bir Filistin sorunu
olarak değerlendirilemez. İsrail’in devlet terörü bir mekân olarak Mescid-i
Aksa camiini merkeze alırken, görünür bir toplumsal yapı olarak da orada
yaşayan Filistin halkını hedef almaktadır.
Ancak Mescid-i Aksa’nın İslam toplumları için önemi, bu Kutsal
mekâna yapılan saldırının dünyanın dört bir yanındaki Müslüman toplumları hedef
aldığını gösterir. Filistin halkına yönelik şiddet ve zulmü de bu toplumla
dindaş olan tüm Müslümanları aynı şiddet ve zulme maruz bıraktığını gizli/açık
ilân eder.
Ortada bir sorun varsa, bu sorunun Filistin’den ve Filistin
halkından bağımsız boyutları vardır. Bunlara aşağıda değineceğim.
Safta birlik
Saldırılar sırasında ve sonrasında gözler her zaman olduğu gibi,
önce Arap Birliği’ne ve birliğe üye tek tek ülkelerin liderlerine ve aynı anda
başta ABD, İngiltere, Fransa olmak üzere Batı’lı ülkeler çevrildi. Beklenti,
İsrail’in lanetlenmesi, saldırıların kınanmasıydı.
Bazı palyatif yaklaşımların ötesinde böyle bir şey olmadı.
Olmasını beklemekte mümkün değil(di). Küresel sistemi yönetme iddiasındaki
ABD’den gelen mesajlar, tarafların artan şiddeti sona erdirmesi açıklamasının
sınırlarını aşamadı.
Filistin toprakları ve Filistin halkı üzerinde gerçekleşen
İsrail baskısının tarihsel boyutları kadar, günümüz gelişmeleri ile birlikte
değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu anlamda bu iki farklı dönemi birbiriyle
bağlantılandıran husus hiç kuşku yok ki, İsrail’in şiddet içerikli
siyasetindeki devamlılıktır.
Yıkıcı modernite bir söylem olamaz
Bununla birlikte, Filistin topraklarında ortaya çıkan
ezen-ezilen ilişkisini, ne Marksist söylemle ne sömürgecilik ne sömürgecilik
sonrası söylemle anlamlandırabilmek mümkündür. sömürgecilik sürecini kendi
teorik yaklaşımını destekleyici mahiyette olması hasebiyle gizli/açık
destekleyen, bunun ötesinde gizli/açık içinden doğduğu ve yaşadığı Batı Avrupa
uluslarının sömürge topraklarındaki varlıklarını bir medeniyet bağlamı içerisinde
değerlendiren Marx’ın yaklaşımlarıyla İsrail şiddetini ve Filistin sorununu
anlamlandırmak büyük bir saflık olur.
Kendilerini hem Marksist addedip hem Filistin ve benzeri
sorunlara empati besleyen ve beslemek isteyenler ve/ya siyasal destek çıkanlar
ve çıkmak isteyenlerin bizatihi temel bir iç sorunla karşı karşıya olduklarını
anlamaları gerekmektedir.
Bizatihi Marksizmin dayanak noktası olan Aydınlanma düşüncesi,
felsefesi ve bu yapı üzerine inşa edilen modernizm, İsrail’in ortaya koyduğu
modern savaş mekanizmasının sadece görünür yüzlerinden biridir.
Her ne kadar, bir din devleti hüviyetinde olsa da, ki bu konuda
ciddi görüş ayrılıklarından bahsetmek mümkün, İsrail’in dayandığı temel siyasi
felsefe kendini modernitenin yıkıcı doğasından almaktadır. Bu noktada,
İsrail’in yetişmiş “entellektüel” kadroları veya İsrail adına dünyanın farklı
yerlerinden söz söyleme hakkını kendinde bulan böylesi kadroların dayanaklarını
oluşturan bilgiye, bilgi kaynaklarına göz atılmasında yarar var.
Subaltern söyleminin zaafiyeti
Bugün ABD’nin demokrat hükümetin başındaki Joe Biden ile
yardımcısı Hindistan kökenli Kamala Harris, Afrika kökenli Amerikalılar (Afro-American) başta olmak üzere
Amerika’daki beyazlar dışındaki tüm toplumsal yapıların haklarını savunma
vaadiyle geldikleri yönetimde, kayda değer bir zaafiyeti ve samimiyetsizliği
ortaya koymaktadırlar.
Katolik Hıristiyan Joe Biden ile Hindu köklerinden beslenen
Kamala Harris’in ne tür bir dini ve etik dayanakları olup olmadığı sorgulanmayı
hak etmektedir.
ABD’de seçim sürecinde, yaşanan ırkçılık temeli üzerine
biçimlendiren ve bu anlamda “iktidara gelmeleri halinde” alternatif politikalar
üretme çabası sergileyeceklerini ifade eden Demokratların, bugün İsrail’in
devlet terörüne karşı tutumları onları kendi ülkelerinde başta
Afro-Amerikalılar olmak üzere diğer tüm ‘Ötekiler’ (the Others) ile ilgili politikalarının
dayanaksızlığına işaret eder.
Genel itibarıyla Batı’nın özelde ise ABD’nin karşı karşıya
bulunduğu sorun, tam anlamıyla modernite krizinden öte bir şey değildir.
ABD’deki siyasal yapı içerisinde “muhafazakâr” olarak adlandırılan
Cumhuriyetçiler tarafından “sol/komünist” olarak değerlendirilen Demokratlar
kendi içinde her türden “sub-altern”
unsuru barındırmasıyla dikkat çekiyor.
Sadece yeni hükümetin oluşturulmasında bile adayların “etnik
kökenleri”ne yapılan vurgu, bunu bizzat kamuoyunun algısını şekillendirmek
üzere hazırlandığı görülür.
Bu durum bile, bizatihi kendi başına sorun arz etmektedir. Söz
konusu sub-alternliği kendilerinde bir tür “aşağılık kompleksi” (inferiority complex) olarak
görmeleri, içinde bulundukları Amerikan toplumunun değerlerine “sahip
olamamanın” ızdırabından öte bir şey değildir.
Bu hâl, açıkçası, Beyaz Amerika tarafından işlenmiş, bir
sub-alternlik durumu olarak tezahür etmektedir. Tıpkı, sömürgeciliğin sona
erdiği dönemi ayrıştırmak adına icad edilen sömürgecilik sonrası (post-colonialism), modernitenin
tüm kötülükleriyle arkada bırakıldığına inandırmak için icad edilen
post-modernite (post-modernity)
kavramlarının içkin olduğu şekilde bir hissiyat ve zihniyet zaafiyetinin
ifadesidir.
Bu noktada, başta başkan yardımcısı Kamala Harris ve
diğerlerinin sub-alternlik hazzını yaşamaya başladıkları bir dönemde, dünyanın
farklı bölgelerinde ve başta bugünlerde gözler önünde cereyan eden İsrail
devlet zulmüne sessiz kalmaları, tam bir Amerikan icadi sub-alternlikle
uyuşmaktadır.
Öte yandan, aynı Amerikan yönetiminin Çin’i köşeye sıkıştırma
projesinde yer verdikleri Doğu Türkistanlılara (Uygur) yapılan zulmü yüksek
sesle dile getirirken, aynı politikayı dünyanın bir başka yerinde diyelim ki,
Ortadoğu’da İsrail gibi terörü bir politika olarak izlemeyi gelenekselleştirmiş
bir yapıya karşı kullanmaması, Amerikan çıkarlarının ve pragmatikliğinin bir
sonucudur.
İsrail’in Mescid-i Aksa üzerinde gerçekleştirdiği politikaları, genel itibarıyla onun geniş Ortadoğu ve de küresel politikasından yalıtmak en büyük gaflet olur. İsrail devletinin varoluş dayanaklarının Filistin toprakları ile sınırlı olmadığı ortadadır. İçimizde, yanı başımızda olan bitenden, Filistin’e ve dünyanın belli başlı bölgelerinde süregiden çıkar çatışmalarının yıkıcı moderniteyi kendine temel almış bir devlet ideolojisiyle yakın bağı göz ardı edilmemelidir.
Hayatını
kaybeden Filistinlere Allah’tan rahmet dilerim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder