Mehmet Özay 27.05.2021
Sosyoloji’nin bir bilim dalı olarak ortaya çıkışının Batı Avrupa modernleşmesi ve bu sürece yol açan toplumsal değişimleri anlama, anlamlandırma ve yorumlama çabası olduğu gerçeğinde kuşku yok.
Bununla birlikte,
bu gerçeği anlamada dönemlerinin başat toplumsal gruplarının, -bazı
sosyologların dile getirdiği üzere -ve sermaye sahibi olan ve olmayan örneğinde
dikkat çekildiği üzere- sınıfların, tabakaların varlığı ve bunlar arasındaki
ilişki yapılaşmalarının “egemen-egemen olmayan, üst-ast, ezen-ezilen ikilikleri”
ortaya çıkarması, sosyolojinin geniş toplum evrenini anlama çabasının giderek
daraltılmasına neden olmuştur.
Parçalı toplum
Bu süreç, bizatihi
Karl Marx ve dostu Friedrich Engels’in çabaları ile pür sosyolojik bilimsel
çabanın ötesine geçerek, kendilerinin bireysel olarak mensubu olmadıkları
toplumsal grubun ya da grupların egemenlik iddiasını ortaya koyacak şekilde bir
tür aktivizme evrilmiştir.
Marksizmin, Batı
Avrupa toplumunu bir felsefi-sosyolojik açıklama olarak tanımlamak, anlamak ve
anlatmakla yetinmemesi, bunun ötesinde bizatihi Marx’ın ve aynı zamanda sadece
maddi değil, düşünce dostu ve sponsörlüğü de yapan Engels ile birlikte, dönemin
endüstrileşmiş Avrupa şehirlerinde toplumsal yapıyı değiştirecek kuvveyi ortaya
çıkarak eylemciliklerine tanık olunmuştur.
Aktivizmin 19. yüzyıl
şartlarındaki varlığı sanayi/fabrika üretim çevresinde mülk sahipliği, üretim
süreçleri egemenliği, üretilen malların tüketiminden hasıl olan kârların
paylaşımı/paylaşılmaması ile üretim süreçlerini gerçekleştiren insan işgücünün/emeğinin
tanımlanmasını gerektirmiştir.
Bu tanımlama,
geniş sosyoloji gerçekliğini bu dar alanla tasvir etmeye çalışmasında açık bir
şekilde ortaya konulduğu üzere, salt söz konusu bu ekonomik paylaşımla kendini
sınırlandırmıştır.
“Sosyolojik
açıklama”yı böylesine dar bir alana hapsetmek, toplum bilimi gibi ardında güçlü
bir felsefi geleneği ve bizatihi kendinde toplumsal olguları, gerçeklikler
bütününü anlama uğraşının ağırlığını kaldıramayacak olan, içinde akademi
çevrelerinin, siyasi yapıların da olduğu geniş kitleler tarafından sosyoloji gayet
işlevsel, pragmatik bir aygıta indirgenmek suretiyle, sözde toplumsal yapıyı
dönüştürmenin aracı kılınması anlamına gelir.
Oluşturulan ikili
yapıların “aşağısındaki” kitleyi oluşturan ezilenlerin teşkil ettiği subalternlik durumu, bir toplumsal
alandan diğerine geçiş yapmak suretiyle varlığını bugüne kadar devam
ettirmiştir.
Öyle ki, kendini
19. yüzyıl toplumsal yapılaşmasını oluşturan ve iş bölümü temeline dayanan sermaye-sermayesizlik,
işçi-işveren, mülk sahibi-iş gücü sahibi vb. ayrımlarla daha doğrusu, biraraya
gelmesi mümkün olmayan zıt ikilikler olarak zuhur ederken, bunun döneminin
toplumsal değişimi üzerinde şu veya bu şekilde etkisi olduğu görülmüştür.
Bu sürecin
kendisinin hem içinde yer aldığı hem de tetiklediği sosyal değişimi gözlemleme
beceresinde olan ve yeni zıt ikilikler üretmek suretiyle toplumsal değişimi,
kendi toplumsal grupları/sınıfları/katmanları için de talep eder hale gelen
sosyal yapılar zuhur etmiştir.
Ancak, 19. yüzyılın
özellikle ikinci yarısında, hem Batı Avrupa’da hem de küresel olarak yaşanan
toplumsal ve siyasal gelişmeler sürecinde kendine yer bulamayan söz konusu bu
ikinci aşamadaki değişim talebinin ses getirici bir şekilde ortaya çıkması için,
20. yüzyılın ikinci yarısını beklemek gerekmiştir.
Bir başka deyişle,
19. yüzyıl aslında bu sosyal grupların değişim taleplerinin gündeme taşınmasına
tanıklık ederken, bundan daha fazla bir şekilde üzerinde yoğun mesai harcanması
için 2. Dünya Savaşı sonunun gelmesi beklenmiştir.
Marksist Feministo
ya da kadınsıcılık
Gerek işçi-işveren,
bir başka deyişle diğer ikilikler noktasında, mülk sahibi/burjuva-iş gücü
sahibi/işçi sınıfı) arasında gerekse kadın-erkek ayrışmasını ‘kadıncısılık’
boyutuna taşıyan ve tekelleştiren feminizmde olduğu gibi, kendilerini diğer
başka türlü ikili zıtlıklarla tanımlama eğilimi sergileyenlerin ortak özelliği,
toplumsal aşağılanmışlık olgusu ile tanımlanma arzu ve talepleridir.
Bunun ne denli
içselleştirilmiş ve kimlik haline getirilmiş bir olgu olduğu, yaşadığımız dönem
şartları itibarıyla özellikle de, adına akedemi denilen kurumun sosyoloji
bölümlerinin yozlaşmaya yüz tutmuş hallerinde tanık olmak mümkündür.
Subaltern kadınsıcılığında kendilerini
tanımlayanlar, salt bireysel ve/ya grup sosyolojisinin talepleri çerçevesinde,
kamusal alanda bir kazanım elde etme ve/ya bununla kendilerini görünür kılmakla
sınırlı olmayan, aksine tüm toplumsal evreni bu temel üzerinden temellendirmeye
ve neredeyse tüm siyasaya aktarma uğraşında olmaları ile dikkat çekmektedirler.
Bu noktada, şu
veya bu şekilde subalternlikle
yolları buluşan toplumsal grupların, birbirinden her türlü farklılaşmalara
rağmen, temelde sosyolojiyi hakkıyla anlama çabasında oldukları söylenemez.
Ortaya koydukları duruş ve eğilimler, kasıtlı ve kendinde bir amaç olmak üzere
‘bütünden’ kopuşa işaret etmektedir. Tıpkı kendinden beslendikleri Marksist sosyolojinin
ve genel itibarıyla düşünce yapısının toplumu parçalı kılma yaklaşımında olduğu
gibi.
Subalterncilikte buluşan kişi ve toplumsal gruplar,
bu sosyal gerçeklik olgusu üzerinden, bir tür savunmacı ve reaksiyoner
tutumları ile toplumu yeniden ancak, ikili zıtlıklar üzerinden inşa etmenin bir
aracı olarak var olan egemen yapıyı ortadan kaldırmayı en ehven yol telâkki etmektedirler.
Yukarıda kısaca
dikkat çekildiği üzere çatışma olgusunun sosyolojik üretkenliği bir toplumsal
gerçeklik olarak ortada durmaktadır. Bununla birlikte, sosyolojik üretkenliğin
ortaya çıkardığı toplumsal evren içerisinde birbirine temas eden ve etmeyen tüm
yönleriyle subalternciliklerin
katkılarıyla yeni yıkıcılıklar ortaya çıkması bir başka toplumsal gerçeklikle karşılaşıldığına
işaret etmektedir.
Batı’da ve Batı
sosyolojisinde olup bitenler bir yana, içinde bulunduğumuz toplumsal koşullar
dikkate alındığında, tanık olunan durum, kendini sözde Avrupa/Batı dışında
gören ve farklı bir kültür ve siyasa evrenine ait kabul eden çevrelerin
primitif zihinsel yaklaşımlarının ürünü olarak Batı’nın taklidine yön tutmuş
olmasıdır.
Batı Avrupa
toplumsal gerçekliğinin tarihsel ve siyasal olarak, zorunlu ve kanıksanmış bir
bağlam çerçevesinde benimsenişi ve bunun akademi marifetiyle yeni nesillere ve
topluma aktarılması kendi başına üzerinde durulması gereken bir konudur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder