Mehmet Özay 01.05.2021
Evrensellik iddiasında bulunmak, modern Batı Avrupa değişim sürecinin ve değişim arzusunun en önemli kavramlarından birini oluşturur. Bu evrensellik iddiasının günümüzde halen şu veya bu şekilde varlığını sürdürme iddiasındaki unsurlarından biri Liberalizm ise diğeri Marxizm’dir.
Bu iddia, kendini
içinden çıktığı Batı Avrupa toplumlarını dönüştürme iddiası ile sınırlı
kalmamıştır. Aksine, bunun ötesinde, evrensellik iddiasına zemin hazırlamak
üzere, özellikle sömürgecilik süreci ile tüm sömürgeleştirilen topraklar
üzerindeki toplumların dini, kültürü, geleneği, değerleri ve bunlara
örüntülendirdikleri ekomoni-politikaları üzerinde egemenlik tesisi ile kurmaya
çalışmıştır.
Batı’da gelişme
gösteren ve adına liberalizm, komünizm, sosyalizm denilen bir yanda, felsefi ve
sosyolojik öte yanda, ideolojik ekonomi-politikleri ile bu süreç, örneğin
post-modern, eleştirel teori, feminizm, post-kolonyalizm gibi asıllarının isimlerini
unutturacak denli farklı boyutlarda etkisini hem reel alanda hem de akademi ve
soyut düşünce bağlamında sürdürdüğü söylenebilir.
Bu unsurların
temel dayanak noktası ise, Aydınlanma düşüncesinin kendini doğa ötesi, kutsal
yapı ile irtibatını koparmasıyla bağlantılıdır. Bununla birlikte, bir yandan
insan merkezcilik öte yandan evrenselcilik iddiası, Maw Weber’in ‘demir kafes’
(iron cage) metaforuyla kavramsallaştırdığı
bir yapının ortaya çıkmasına neden olmasıyla bir tür iç travmaya konu olmuştur.
Pozitif sosyal ve anlam kaybı
Aydınlanma
düşüncesi, insanı merkeze almakla birlikte bir yanıyla hümanizme dayanırken,
öteki yanıyla katı maddeciliği ile tezahür eder. Ancak her iki halde de
maddecilik temelli yapıdan ferâgat etmeme durumu, temel bir olgu olarak
varlığını sürdürür. Bu insan merkezcilik, adına bilimsel araştırma denilen
deney ve gözlem ile bu deney ve gözlem sonucu oluşan verilere giderek egemen
bir anlam yüklemesiyle dikkat çeker.
Öte yandan,
aydınlanma düşüncesinin hem kaynağı hem sonucu olan bilimsel uğraşlara ve
bunların ortaya koyduğu temel verilere yüklenen anlam, bizatihi pozitif
bilimlerle meşgul olan çevrelerle sınırlı olmayan aksine, giderek toplumsal
yapının diğer boyutlarına da sirayet eden bir
eğilim sergilemiştir.
Batı Avrupa
düşüncesinin kendinde belirleyici kıstas olarak bilim alanını seçmesi, kendi
başına anlamlı kabul edilebilir. Ancak maddeyi temel alan bu yaklaşım,
gerçeklik evrenini tekil boyuta indirgemekle kalmayıp, aynı zamanda monopolize
etmesiyle anlam kaybını ve yitimini de beraberinde getirmiştir.
Bu nedenledir ki,
sosyoloji biliminin kendinde bir alan olarak ortaya çıktığı Batı Avrupa
toplumlarında, dinin varlığı ve dini değişim üzerine yapılan çalışmalarda
“anlam” olgusunun yitimini, “büyüsünden kurtulan” dünya (disenchantment) kavramıyla veren Max Weber ve dini teolojik
boyutundan sıyıran August Comte ile dini, insan toplumlarının düşüncelerini
yansıttıkları ve nihayetinde nesnelleştirdikleri bir düşünce yapısı kabul eden
Emile Durkheim modernitenin sığlığını gündeme getiriyordu.
Bu süreçte, belki
de bilimin kastı dışında gelişen bu egemenlik olgusu, sosyolojik olarak toplumsal
değişimlerin temel dayanak noktası yapılmasıyla, insan toplumları için önü
alınamayan bir kuşatmaya evrilmiştir.
Böylece, maddi
doğruluk referansları yegâne hakikat derecesine yükseltme yanılgısına kapılan
Batı bilimsel düşüncesi ya da pozitif bilim düşüncesi, zamanla teolojiyi ve
metafiziği giderek gündeminden çıkarmış ve adeta bu alanları kendine bir mücadele
alanı kabul ederek, hatta şu veya bu şekilde bir hedef haline getirmiştir.
Bu noktada,
Marx’ın ve onunla birlikte sosyologların rolü ise, söz konusu bilimsel alanın
yegâneliğini, sosyal alana taşıma uğraşı olmuştur.
Aydınlanma
düşüncesinin değerler anlayışının bir yansıması olarak, ‘insan-insan’ ve
‘insan-doğa’ ilişkisi bağlamında, Marx ortaya koyduğu ekonomi-politiği aslında,
eleştirdiği liberal düşünceden ve de düşünürlerden pek de farklı bir noktada
değildir. Her ikisinin de temel çıkış noktası madde merkezli olurken, bir diğer
benzerlikleri evrensellik iddialarında ortaya çıkar.
Kendinde bir
evrensellik iddiasının maddi temeller üzerinde yükselen bu doğası, Batı Avrupa
merkezli bir düşünce ve pratik olarak karşılığını bulurken, dünya toplumlarının
kahir ekseriyetinin farklı bir felsefi ve moral eğilimler sergilediği göz ardı
edilir.
Batı Avrupa’nın bu
kendine has niteliği, bizatihi kendine özgü tarihsel şartlarının bir sonucu
olmasıyla anlaşılabilir olsa da, liberalizmden sosyalizme kadar, bu tarihsel
şartları ve doğurduğu sonuçları diğer dünya toplumları için kesinleştirme
eğilimi taşıyan bir öngörüden başlayarak, entellektüel ve fiziki olarak
baskılama süreçlerine kadar uzanan gayet çelişkili bir süreci ve yapıyı ortaya
çıkarmıştır.
Marxist sosyoloji ve illüzyon
Batı Avrupa
toplumsal değişim koşullarını anlamlandırmanın adı olarak dikkat çeken Marxist
sosyoloji, her ne kadar “diyalektik süreçlerin yasaları” demek suretiyle sınıf
ilişkileri boyutunda -indirgemeci boyutta da olsa- bir analiz ortaya koymasıyla
önem taşır.
Bununla birlikte,
aradan geçen süre zarfında Marx’ı bir sosyal bilimci niteliğinden öte bir
aktivist ve hatta devrimci kılan unsur onun, sosyolojik görüşünde belirlediği
unsurları toplumsal değişim için araçsallaştırmasından kaynaklanır.
Nitekim,
‘devrimcilik’ söyleminin dayanak noktası da budur. Bugün adına Marxizm denilen ve -izm olmaklığıyla bir ideolojik zemin teşkil eden ekonomi-politik
anlayışın, yine aradan geçen süre zarfından kendinde bir sosyolojik değer
olmaktan sıyrılıp, antropolojik anlamda bir mitolojiye ve psikolojik bağlamda
bir illüzyona dönüştüğüne tanık olunmaktadır.
Bu tanıklık,
kendini modernite içerisinde tanımlayan Marxist düşüncenin, bizatihi
modernitenin açmazlarını paylaşması ve üstlenmesiyle, hem karşı çıktığını iddia
ettiği burjuva ekonomi-politiğin, hem de bir öneri olarak sunduğu sınıfsız
toplum mitinin, aynı yapının farklı unsurları olmasıyla karşımıza çıkar.
Temelde ekonomi
alanından beslenen bir sosyal bilimci olan Karl Marx, bir ölçüde Avrupa bilim
anlayışının temel unsurlarından olan felsefe kaynaklardan da istifadeyle, Batı
Avrupa toplumlarının 15. yüzyılın sonlarından itibaren konu oldukları
sömürgecilik süreciyle başlayan ve iç ve dış şartların tetiklemesinin ve
zorlamasının yanı sıra, eylemlerin ‘niyetlenilmemiş sonuçları’ olarak (unintended consequences) tedrici bir
evrilmeye maruz kalan değişim süreçlerine yönelik analitik yaklaşımı, bizatihi
zamanla ortaya çıkan burjuva toplumuna ve bunun ekonomi-politiğini oluşturan
liberal ve kapitalist yapılaşmasına sözde bir alternatif getirme uğraşı
sergiledi.
Bu çaba içerisinde
Marx’ın merkeze aldığı husus, tarihsel materyalizme içkin “materyalist düşünce”
yapısının başat bir unsur olarak açık-seçik ortaya konması olmuştur. Aslında bu
pek de şaşırtıcı bir durum değildir. Nihayetinde Marx’ın beslendiği düşünce
akımları, aydınlanma ile birlikte bilimsel uğraş adı altında sergilenen yapılar
ile ondan çok daha önce insanı madde ile ilişkilendirmenin aracı olacak
mekanizmaları çoktan oluşturmuşlardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder