Mehmet Özay 09.01.2021
ABD’de 8 Kasım’da gerçekleştirilen başkanlık seçimlerinden bu yana olan bitene bakıldığında, Amerikan toplumunun ve siyasetinin önemli bir değişim geçirmekte olduğunu ortaya koyuyor.
Seçim kampanası
sürecinde oluşan atmosferde Joe Biden, Amerika’n toplumunda var olan kargaşa ve
kaos halinin önünü alabilecek bir siyasi aktör ve bu anlamda bir umut olarak kabul
ediliyordu.
Trump ve demokratik değer yitimi
Seçimlerin hemen
ardından Donald Trump tarafından gündeme taşınan oy hırsızlığı,
haksızlık/adaletsizlik ile karşı karşıya olunduğu yollu söylem, açıkçası
karşımızda bir üçüncü dünya devletinde yaşanan bir seçim sürecini akla
getiriyordu.
Bu gelişmenin,
kendi başına bir mitin sona erişi anlamına geldiğine kuşku yok. Bu konuda uzun
uzun konuşulabilir. Ancak burada, ABD’de tüm bu olan bitenlerin, iktidar
sürecine kısa bir süre sonra başlayacak olan Biden yönetiminin, daha bu süreç
öncesinde elini kolunu bağlayıcı bir özelliğe tekabül ettiğini söylemek
gerekiyor.
Donald Trump
eksenli gelişme gösteren ve ‘Beyaz üstünlüğü’ne (white supremacy) atıfla kendini gerçekleştiren yapının ve bu
süreçte yaşanan darbe girişiminin Joe biden döneminde Asya-Pasifik ilişkilerine
nasıl yansıyacağı konusu önemlidir.
Liberal model sorunu ve Asya-Pasifik açılımı
ABD yönetiminin
geleneksel olarak Asya-Pasifik ile ilişkilerinde siyasi güç, ekonomi, yatırım
gibi alanların ötesinde demokratikleşme/insan hakları/eşitlik vb. sözde liberal
değerlerle örtüşen yaklaşımının bugün geldiği noktada rekabetçi özelliğinin
gayet tahriş olduğuna şüphe yok.
Sivil darbe olarak
adlandırılmayı hak edecek şekilde, Beyaz Saray’a girişimin aslında Trump
döneminde sergilenen söylemin, uygulamaya konulan politikaların ve
gerekleştirilen ilişkiler ağının zirve noktası olduğu gayet açık.
Bu durumda, Biden
yönetiminin Asya-Pasifik’te temelde üç grup ülke ile ilişkilerini yapılandırmada
her birine yönelik açılımlarının hem uzman/insan gücü ve zaman, hem de kaynaklar
noktasında gayet zorlu bir süreçle karşı karşıya olduğunu söyleyebiliriz.
İlkini Japonya-Güney
Kore, Avustralya, Yeni Zelanda eksenindeki ittifak özelinde görülen ülkeler; ikincisini
Çin, Vietnam, Myanmar, Kuze Kore’nin oluşturduğu ideolojik olarak ayrışan
ülkeler; üçüncüsü ise Endonezya, Malezya,
Singapur, Filipinler gibi ülkeler teşkil etmektedir. Bu genel ayrışmada ABD’nin
Birinci grupta yer
alan ülkeler açısından bakıldığında ABD’de demokratik-liberal değerlerin aldığı
yara, ABD’nin bölgeye entegrasyonunun önünde oluşturduğu zorluğun yanı sıra, bu
değerlerin söz konusu bu ülkeler üzerindeki yansımasının ve toplumlarında nasıl
bir eleştiriye maruz kalabileceğini de sorgulatır hale getirebilir.
İkinci grup
içerisinde Çin’in tek başına bir ağırlığı mevcut. Son beş yılda ABD-Çin
ilişkilerinin merkezinde Güney Çin Denizi ekseni kadar, giderek artan bir şekilde
Hong Kong, Uygur gibi insan hakları, demokratik değerler ve uygulamalar
gerçekliği öne çıktı. Buna karşın ne tek başına ABD’nin ne de uluslararası
kurumların bu sorunlar karşısında Çin politikası üzerinde belirleyiciliğinden
ve/ya kayda değer bir değişimden bahsetmek mümkün.
Geçen yılın ortalarında
gerçekleştirilen ‘Küresel Davranış Araştırması’ adı verilen, uluslararası bir araştırmada,
Çin devlet başkanı Şi Cinping’in küresel politikalarla ilgili yaklaşımlarının
güven vermediği yönünde bir sonuç ortaya çıkmıştı. Ancak, gerek son dört yıllık
Trump yönetimi gerekse ABD’nin bugün geldiği konum bu araştırmanın güncellenmesi
gerektiğini de gayet açık bir şekilde ortaya koyuyor.
En azından Çin
yönetimi ve toplumu, ABD’de Kasım ayından bu yana yaşanan gelişmelere
baktığında istihza ile karışık eleştirileri gündeme taşıyor.
Tabii bu
çerçevede, genel itibarıyla Batı’nın ve özellikle de ABD’nin son yıllarda
küresel ilişkilerin yapılaşmasına ve çeşitli ülkelerdeki toplumsal ve siyasal
değişimlere, farklı kültür ve dinlerin değerler silsilesine vb. yönelik politikalarının
ve yaklaşımlarının nasıl bir güven verdiği konusunun da sorgulanabilir olduğunu
hatırlatmakta fayda var.
ABD başkentindeki
sivil darbe süreci, Çin’de içten içe ‘memnuniyet’ verici bir gelişme olarak
değerlendirildiğine kuşku yok.
Öncesi bir yana,
son birkaç on yılda Çin’de siyasal anlamda komüzinmin, ekonomik yapılaşma çerçevesinde
liberal söylemin ve uygulamaların hakim olduğu yapının, Çin’de toplumsal ve
ardından siyasal değişimi getireceği yolundaki beklenti bugüne kadar sonuç
vermedi.
Aksine, Çin
ekonomik gücünü artırdıkça bunu iki vechede yeni güç yapılanmasına dönüştürmeye
devam ediyor. İlki, içinde özellikle donanması olmak üzere askeri yapılanmasını
geliştirmesi; ikincisi uluslararası ilişkilerde bölgesinden başlayarak
belirleyiciliğinin öne çıkmasıdır.
Asya-Pasifik belirleyiciliği
ABD’de iç
politikadan başlayan ve uluslararası arenayı etkileyen dönüşümler ve
gerilemeler, Çin’in bunu bir fırsata dönüştürme çabası, Asya-Pasifik bölgesinin
yeni bir dönemle karşı karşıya kaldığını ortaya koyuyor.
Bu durumda, Japonya,
Avustralya gibi ülkelerin ABD’deki gelişmeler ve özellikle de demokratik
değerler üzerinden ABD’nin belirleyiciliğinin aldığı darbe karşısında bir süre bekle-gör
politikası izleyeceklerdir.
Trump yönetiminin Çin’in
teritoryal genişleme/askeri yayılma eğilimleri karşısında bunu karşılamaya
yönelik güce dayalı politikaları sonrasında, bugün Biden yönetiminin salt aynı güç
temelli politikaya yaslanmasının ve bunu uygulamasının bölge ülkelerinden destek
alıp almayacağı sorgulanmaya açıktır.
Aksine, Japonya,
Avustralya ekseninin ve ayrıca kendi iç politikalarına ve eğilimlerine bağlı
olarak Singapur ve Endoneza’yı da eklemek suretiyle, bölgede belirleyici konumundaki
ülkelerin ABD’yi ekonomik ilişkiler üzerinden bölgeye yeniden entegre etmeye
yönelik çabalarından vazgeçmek bir yana, bu konuda ABD’ye gayet önemli bir
destek olacaklarını söylemek mümkün.
Bu yaklaşımın,
şayet uygulamada yer bulacağına tanık olunursa, ABD açısından gayet çelişkili
bir durum oluşturacağı da ortada. Özellikle hem bireysel tarihi hem siyasi
duruşu itibarıyla Barack Obama döneminde sergilenen “yuşumak güç” politikasına
dönülebilecektir.
Ancak bu sefer, bu
yumuşak gücün aktörü, ABD’yi bölgede yeniden var etme çabası sergileyecek olan yukarıda
dikkat çekilen ülkeler olacaktır. Çelişkiden kastedilen de budur ve bu durum,
uluslararası ilişkilere yeni bir boyut, bir anlamda belki bir paradigma olarak
değerlendirilebilecek bir yaklaşım kazandıracaktır.
ABD’nin bölgedeki
ilişkilerinde bugünden başlayarak hiç de iç açıcı olmayan bir konumda bulunduğu
görülüyor.
Asya-Pasifik bölgesindeki
gerçekliklerin Joe Biden ve onun yönetimindeki yeni aktörler tarafından nasıl
algılandığı ve bölge ülkeleriyle ilişkileri yapılandırmada nasıl rol
alacaklarını ise bekleyip görmek gerekiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder