31 Ocak 2021 Pazar

Joe Biden: Zamanın testinden geçen Amerika ve ‘Sivil Din’ / Joe Biden: time of testing of the US and Civil Religion

Mehmet Özay                                                                                                                            31.01.2021

Joe Biden, Amerika Birleşik Devletleri’nin 59. başkanı olarak göreve başlarken yaptığı konuşmada, “dünyanın gözleri üzerimizde” diyordu. Evet, bunda haklılık payı var.

Amerika’da olan bitenin her an haber özelliği taşıdığı bir bağlamda, yeni bir başkanın göreve başlamasının en önemli süreçlerinden olan başkanlık konuşması da hiç kuşku yok ki, dünya kamuoyu tarafından izlenmiş ve dinlenmiştir.

Biden’in başkanlık konuşması öncesinde ve konuşması sırasında bulunduğu mekânlar, kendisiyle konuşan kişiler, bizatihi konuşmasında kendisinin referansta bulunduğu olaylar ve olgular ile seremonide yer alan ve belirli kurumların temsilcileri olarak dikkat çeken diğerlerinin söylemlerinin tümü, Başkan Biden’in bir Amerikalı siyasetçi olarak, bireysel tutum ve davranışını sergilemesinin ötesinde anlamlar taşıyor.

Kamusal alana taşınan Katoliklik mi?

İlk etapta bakıldığında, söz konusu bu sürecin, çokça Başkan Biden’in bireysel dindarlığının yani Katolikliği’nin, kamusal alana taşınması ile Amerikan toplumunda yeni bir dini yapılaşmaya tekabül ettiği izlenimi uyandırıyor.

Ülke vatandaşlarının kahir ekseriyetinin, şu veya bu şekilde her nevinden Protestan cemaatlerine bağlı oldukları dikkate alındığında, Biden’in Katolikliği’nin acaba bir ayrışma ya da çatışma örneği olup olmadığını sorusunu da akla getirmiyor değil.

Hele hele bir suikaste kurban giden John F. Kennedy’den altmış yıl sonra ikinci bir Katolik siyasetçinin yani, Biden’in başkan olması, bir yandan Katoliklik özeline vurguyu artırırken, bir yandan da suikast ile ilgili gelişmeleri güncellemeye yarıyor.

Bununla birlikte, bugün Biden yerine -Trump’ı hariç turarak söylemek gerekirse-, bir başka dini toplumsal gruptan diyelim ki, Protestan mezhebinin ilgili cemaatlerinden birine mensup bir başkan da olsa, başkanlık töreninin şu veya bu şekilde Amerikan toplumuna benzer mesajlarla yaklaşacağı düşünülebilir.

ABD’de başkanlık konuşmalarının, aslında Max Weber’e atıfla söylemek gerekirse, “modern toplumlarda siyasi birliklerin, bu siyasi cemaate üye olanlarca özel bir kutsamaya tabi tutulduğu” şeklinde anlaşılabilecek yaklaşımına tıpatıp uymaktadır.

Başkanlık konuşması ve kasvet ortamı

Biden’in konuşmasına dönersek... Bugün başkanlık töreninin niçin böylesine kasvetli bir atmosferde gerçekleştiği konusu önemlidir.

Öyle ki, bunun ardında son dönemde Amerikan toplumunda ortaya çıktığı ileri sürülen çatışmacı boyutun yerini, toplumsal yaraların tedavi edilmesine ve toplumsal konsensüsün yeniden inşa edilmesine bırakması konusunda Amerikan sivil dininin yaptırımlarıyla alâkalı olduğu ortadadır.

Bu durum, modern ulus-devletlerin kendilerine biçilen ve kendilerine biçtikleri, adına ulus denilen ve belirli bir toprak parçası üzerinde yaşam süren kitlenin varoluşunu, maddi özelliklerinin dışına taşıran ve anlam boyutunu yüce bir olgu ile eşleştirmeye varan bir sürece tekabül ediyor.

Bununla birlikte, ABD örneğinde bu sürecin yine, salt bir Amerikan toprağı ve bir Amerikan toplumunun ötesinde daha öncelikli, daha yüce ve daha küresel bir bağlama oturması dikkat çekiyor.

Amerikalılar,  Seçilmiş Topraklar (Promised Land) kavramını üzerinde bulundukları toprak parçasına verirken, kendilerine bir anlam bütünü oluştururlar.

Ancak daha buradan başlayarak Amerika’da Biden’in başkanlığının ilk bir iki gününe sığan eylemler bütünü onu, ülkesini ve vatandaşlarını tüm dünya önünde farklı bir konuma oturtmasının da aracı olmaktadır.

Belki de işte bu nedenle, Biden bütün dünya bizi izliyor derken, sadece bir Hollywood filmi izlemenin ötesinde, Amerikan başkanının ve onun nezdinde Amerika’nın neye tekabül ettiğini ortaya koymaya çalışıyordu.

Zamanın test ettiği Amerika

Başkan Biden, konuşmasında zamanın kendilerini, yani Amerikan toplumunu test ettiğini söylüyor. Evet, zamanın test ettiği Amerika...

Zaman kavramı, burada bir dünyevi olguya/aygıta karşılık gelmiyor kuşkusuz ki. Aksine, Biden zaman’a vurgu yapmakla, Amerikan toplumunu uzun tarihsel geçmişteki yerine ve konumuna gönderme yapıyor.

Amerikan toplumunun içinden geçmekte olduğu süreç ve buna yapılan vurgu, ortada var olan toplumsal kargaşanın rasyonel bir şekilde anlaşılmasına yarıyor. Biden, bunun üstesinden gelmenin bir anlamda koşulu olarak da, herkesi büyük Amerikan ulusunun geçmişteki başarılarına hem çalışmalarıyla  hem de dualarıyla katkı yapmaya davet ediyor.

Ve bunu konuşmasında kovid-19’dan o güne kadar hayatını kaybeden 400 bin Amerikan vatandaşı için, Capitol Hill’deki ve kendisini izleyen herkesi bir dakikalık duaya davet etmesiyle Amerikan halkı arasında birleştirici bir manevi unsur olarak bizatihi öne çıkarıyordu.

Başkanlık yemin töreninde rol alan konuşmacılardan biri Kutsal Kitab’ın Micah 4: 4 ayetinde geçen, -biraz da basitleştirerek söylemek gerekirse- “... Herkes kendi bahçesinde oturacak ve kimse onu rahatsız etmeyecek.” vurgusu, tüm farklılıklarıyla söz konusu toplumdaki bireylerin ve sosyal grupların barış, huzur ve güven ortamında yaşamalarına atıf yapıyor.

Bu barış, huzur ve güvenin salt Amerikan toplumu ile sınırlılığının gizli/açık ortada olduğu ise yine, Amerikan tarihinin yakın geçmişi ile ne denli örtüştüğüne de işaret ediyor.

Evet, bu ve benzeri söyleme, pratiklere baktığımızda karşımızda dini referansları ile kendi anlam dünyasını oluşturan bir başkan, bir ulus görüyoruz. Ancak bu referansların kişileştirilmiş, millileştirilmiş bir özellik olarak ortaya çıktığı gözlerden kaçmıyor.

Bununla birlikte, Amerika başkanı ve toplumu, toprakları üzerindeki kuruluş döneminden başlayarak giderek artan, genişleyen ve küreselleşen bağlamı ile dünya toplumları karşısında empati, tutum, anlayış, siyaset vb. yaklaşımlar sergileyip sergilemediği veya sergilediyse bunda ne denli başarılı olup olmadığı konusu üzerinde çokça durulmayı hak ediyor.

Başkan Biden’in ve peşine taktığı, tüm denmese de, Amerikan toplumunun kahir çoğunluğunun dini referanslarının dayanak noktasının bir ulus-devlet bağlamına oturdulduğu ortadadır.

Evrenselleşmeci dini anlayışı kendine has kılan ve bu anlamda kendi varlığını, toprak parçasını, toplumsal yapısını anlamlı kılan bir yaklaşımın hiç kuşku yok ki, bu topluma kazandırabileceği değerler vardır. Ve bu da zaten Amerikan sivil dini olarak karşımızda durmaktadır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/01/31/joe-biden-zamanin-testinden-gecen-amerika-ve-sivil-din-joe-biden-time-of-testing-of-the-us-and-civil-religion/

27 Ocak 2021 Çarşamba

ABD’de başkan, din ve devlet / President, religion and state in the US

Mehmet Özay                                                                                                                           27.01.2021

ABD dindarlığı ile siyaset ilişkisi kendine özgü nitelikler taşır. Bu anlamda, ne bir Ortadoğu ne de bir Güneydoğu Asya toplumlarındaki din-siyaset ilişkisiyle karşılaştırılabilir.

Ülkenin kuruluş kökenlerinde dindar göçmen kitlelerin bağımsızlık ve özgürlük şartlarına sağlamış bir toplumsal çevrede dini inançlarını yaşama olgusu, ABD dindarlığının en baskın özelliğini oluşturur.

Bununla birlikte, diyelim ki, 16. ve 17. yüzyıllar gibi erken dönemlerde gerçekleşen göç hadiseleri ile 19. yüzyıl ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan süreç arasında belirgin bir fark da söz konusudur.

İlkinde adına Protestan denen çeşitli dini yapılar ve bunların ‘Vaad Edilmiş Topraklar’  (Promised Land) kabul edilen ABD’deki yeni formları ile ikincisinde baskın olduğu anlaşılan, Katolik eğilimli dini yapıların birbirinden ayrıştırılamayacak özellikleri olsa olsa ABD sivil dininde karşılık bulur.

ABD vatanseverliği, bayrağı, milli marşı, ordusu-şehitleri ile seçimi kazanan devlet başkanlarının yaptıkları başkanlık konuşmaları bu sivil dinin önemli unsurlarıdır. Ve bunlar, söz konusu bu sivil dinin kitleleri kenetleyen görünürlerine rağmen, aynı zamanda gayet sembolik unsurlar olarak dikkat çeker.

Bir diğer husus ise, ABD kurucu siyasetçilerinin belirleyiciliğinde ortaya konulan “devlet ve kilise” ayrımıdır. Federal Anayasa’nın ilk maddesini de oluşturan bu ilke, belirleyiciliğini bugüne kadar sürdürmesiyle ABD dindarlığının kendine özgü niteliklerinden birini oluşturur.  

Öte yandan, yukarıda dikkat çekildiği üzere, bir dine (kilise/Church) mensubiyetin gayet normal ve kamusal alanda görünürlüğünün yadsınmadığı, aksine görünürlüğün belirleyici aidiyetlerinden biri kabul edildiği bir toplumsal yapı bulunur.

Devlet ve kilise arasına kesin bir sınır koyan ABD siyasal ve toplumsal sistemi, buna karşılık sıra “politika ve din” ilişkisine geldiğinde gayet ‘liberal’ bir eğilim sergiler. Bu liberallik, siyasi bağlamda bir liberallikten ziyade, bireylerin bir dini yapıya ait olmaları beklentisi vardır ve bu  toplumsal bir talep ve istekten kaynaklanır.

Devlet’in, herhangi bir kilisenin güdümünde olmaması bir norm olarak kesinlik kazanır. Ancak, bu devlete başkanlık yapacak siyasetçinin bir dini kuruma bağlılığı, hatta baba-oğul Bushlar, Trump gibi evanjelist anlayışın agresif temsilcileri örneklerinde olduğu gibi istenir bir duruma tekabül eder. Bu durumun, ABD toplumsal yapısına uzak olanlarda kafa karışıklığı yaratması gayet doğal.

Ancak devlet’in yasalar (pozitif yasa), bürokrasi özelinde yapılaşmasının getirdiği belirleyicilik ve buna destek olarak federal yasalar dışında eyalet yasalarının varlığı kendine özgü bir yapı sunar.

Politika ise, tam anlamıyla bir sivil faaliyet alanı olarak, kendini seçmenlerin taleplerine, haklarına karşılık verebilecek bir başkan profilinin oluşmasına neden oluyor. Bu kısa değerlendirmenin ardından, bugünkü mevcut durumu kısaca ele almakta yarar var.

Cumhuriyetçi ve Demokrat Parti’den hareketle siyasi partilerin başkanlık adaylarını belirlemelerinde, partilerin dayandıkları dini-toplumsal kökenler önemlidir.

8 Kasım 2020’de yapılan ABD seçimlerine Demokrat Parti’nin adayının Katolik olması, ilk etapta bakıldığında rasyonel bir temele oturmadığı görülebilir. Bunda, Demokrat Parti’nin kendini liberal, ilerici, gelişimci, hatta sosyal-demokrak özelliklerle tanımlamasının rolü gayet önemlidir.

Bir diğer husus, ülke nüfusunun kahir ekseriyetinin bağlılık duyduğu, kendini şu veya bu şekilde ait hissettiği iki temel dini yapı yani, Protestanlık ve Katolikliğin temsiliyetinin ikincisi aleyhine olduğu aşikârdır.

Bu noktada, Katolik Amerikalıların yüzde 20’lik bir orana tekabül etmesi, normal şartlarda bir başkanı salt Katolik olduğu için başkanlığa taşımada matematiksel olarak yeterli olmayacaktır.

Ancak bugün, ABD başkanlık koltuğunda oturan Joe Biden bir Katolik...

Bu durum, her iki açıdan yani, hem Katoliklik hem Protestanlık nezdinde üstünde durulması gereken bir husus.

Bununla, Biden’ın salt katolik olduğu için tüm Katolik oyların kendisine gideceği gibi bir algının gerçeği yansıtmadığını kastediyoruz. Örneğin, kampanya döneminde Katolik kitlelere ulaşmak için konunun uzmanı bir akademisyenin “Katolik danışman” olarak görevlendirilmesi, Katoliklerin belirli konularda ikna edilmeleri gerekliliğine işaret ediyor. Bir Katolik başkan adayının, ‘Katolik işler danışmanının’ olması gayet ilginç bir durum olsa gerek.

Birbiriyle çelişiyor izlenimi veren bu hususların ötesinde bir diğer önemli husus, Joe Biden hangi Katolikliği temsil ediyor sorusudur.

Günümüz Amerikan siyasetinin zirve ismi olan Joe Biden’ın ve onun Katoliklikle ilişkisini konu alan bir eserin yazarı Massimo Faggioli’nin açıklamalarına bakıldığında Joe Biden, “çok daha farklılaşan, daha çok seküler ve çok dinli” bir nitelik arz eden Amerikan toplumunun “yeni yüzü” olarak takdim ediliyor.

Bir Katolik olan Biden’in, Amerikan toplumunun bugün ulaştığı post-modern toplumsal yapısını hem tanımlayan hem de bir anlamda bunun sebebi olan yüksek farklılaşma, sekülerleşme ve çok dinlilik profilinin temsilcisi olduğu anlaşılıyor.

Bu durum bize, bizatihi teolojik/sosyolojik bağlamında genel itibarıyla ‘tutucu’ olmakla eş görülen Katolikliğin bir anlamda değişimci yönünü ortaya koyuyor...

Ya da mevcut durumu, kendini Katolik olarak addeden bir başkanın, kurulu kiliseden ayrışan ve kendini çok kültürlü, çok dinli, gayet seküler bir toplumun siyasal taleplerine hitap edecek şekilde yeniden yapılandırdığı şeklinde anlamak gerekiyor. Belki de bu yüzden, Katolik Biden, seçim kampanyasında “katolik işlerden sorumlu” bir danışman tutma gereği duymuş olsa gerek.

Faggioli’nin “pek çok Protestan ve/ya pek çok seküler seçmen Biden’ın Katolikliğinden rahatsız değil” söylemi, bireysel çerçevede mensup olduğu Katolikliğini kamusal alana yansıtmayan bir Katolik Başkan profili ile karşı karşıyayız... Bununla birlikte, bireysel alanda neye inanıp inanmadığı ya da Katoliklik inancının hangi yapılarını benimseyi pratikte uygulayıp uygulamadığını burada sorgulamak mümkün gözükmüyor.

Biden’in, temsil ettiği belirtilen Katolikliği’n örneğin, 1960’larda bir suikasta kurban giden ülkenin ilk Katolik başkanı John F. Kennedy’nin ve o dönemin Katolikliğinden farklı olduğunu söylemek gerekiyor.  

Ancak burada dikkat çeken husus, sadece bireysel bir Katolik inanan olarak Biden ve Kennedy’nin değil, daha geniş ölçekte Amerikan Katolikliğinin yaşadığı bir dönüşümdür. Başkan Biden’in, Katolikliğin liberal kanadını temsil etmesi, onun ABD’de ‘devlet-kilise ayrımı’na  tekabül eden temel ilkeye de gayet uygun bir duruma işaret etmektedir.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/01/27/abdde-baskan-din-ve-devlet-president-religion-and-state-in-the-us/

24 Ocak 2021 Pazar

Joe Biden yönetimi: kovid-19’la mücadele ve ABD toplumunu normalleştirme kararı / Biden administration: A decision to fight covid 19 and normalize US society

Mehmet Özay                                                                                                              24.01.2021

ABD’de yeni başkan Joe Biden ve ekibi yönetime fiili olarak başladı. İlk gün imzalanan kararnameler, sabık başkan Trump yönetiminin Amerika’yı geriye götürme projelerinin acilen ortadan kaldırılması anlamı taşıyor.

Bunlar genel itibarıyla, ABD’nin iç politikasına yönelik sabık başkan Donald Trump tarafından uygulanan kısıtlayıcı, sınırlandırıcı politikalarına son verme, geniş toplum kesimlerini içine alan gerilim sürecindeki ülkede, toplumu rahatlatmaya yönelik bir sürecin ortaya çıkmasını hedefliyor.

Bu süreç, aynı zamanda Amerikan toplumuna bir şekilde dahil olmayı amaçlayan örneğin, azınlıklar, göçmen kitleleri gibi kesimlerin toplumsal aidiyet hisselerini geliştirmeye yönelik bir işlevi olduğu da aşikâr.

Öncelik Kovid-19

Başkan Biden, göreve başladığı daha ilk günde imzaladığı ve Trump politikalarının yeniden normalleştirilmesi anlamı taşıyan toplumsal düzeni kendine getirmeye matuf kararların yanı sıra, hiç kuşku yok ki, kovid-19’la mücadele ilk sırada yer alıyor.

Bunun ilk göstergesi başkanlık yemini sürecinde yaşandı.

Biden törene sanal ortamda iştirak ederken, normal şartlarda yüzbinlerce kişinin biraraya geldiği ve Amerika toplumunun sivil dayanışmasının göstergelerinden biri olan başkanlık konuşmasını izleyenlerin sınırlı sayıda olmasıydı.

Biden’in tören alanına getirilmemesini güvenlik gerekçesiyle de açıklamak mümkün. Bu durum, bir başka açıdan bakıldığında bugün, ABD yönetiminin iki salgınla karşı karşıya olduğunu ortaya koyuyor.

Bunlardan ilki, görünür öncüsünün Trump olduğu anlaşılan Anglo-Sakson üstünlükçülüğünü aymaz bir şekilde ortaya koyan toplumsal ve siyasal hareket. İkincisi ise kovid-19’un neden olduğu genel sağlık sorunu...

Sivil darbenin gölgesinde

Bugün ülke modern tarihinde bir ilke tekabül eden ve sivil darbe girişimine kadar varan Anglo-Sakson üstünlükçülüğünün bu girişiminin başarısız olmasıyla ortadan kalktığını düşünmek mümkün değil.

Sabık başkan Trump, geçen hafta Florida’da destekçilerine yönelik yaptığı konuşmada, “Geri döneceğiz” mesajı verirken, darbe teşebbüsü sonrası kendisine okutturulan beş dakikalık konuşmayı yadsıdığını da ortaya koyuyordu.

Biyolojik sağlıktan toplumsal sağlığa

Yeni yönetimin kovid-19’la mücadelede aldığı tedbirler, ülkede barışın tesisinde salt bir sağlık sorununun söz konusu olmadığına işaret ediyor. Bu sağlık sorunuyla mücadelenin toplumsal ve ekonomik sorunların tedavisine kadar uzanan geniş bir yelpazede etkileyici bir güce sahip olduğu gayet açık.

Örneğin, Başkan Biden’in kovid-19 tedbirleri noktasında alınan kararlar arasında azınlık gruplara yönelik doğrudan desteğin gündeme getirilmesi, özellikle Trump döneminde “geride bırakılan” bu toplum kesimlerinin gerekli ve zamanında sağlık hizmeti  almaları suretiyle, hiç kuşku yok ki, toplumsal dayanışmanın da ortaya çıkmasına yol açacağı düşünülüyordur.

Bunun farkında olan Başkan Biden, Amerikan halkının önümüzdeki üç ay boyunca maske takmasını nazik ve samimi bir dile getirdi. Ve kendisi, yakın çevresi ve Beyaz Saray çalışanlarından başlayarak ortaya koymaya başladı.

Alınan bu karar ve Amerikan toplumunu özellikle maske kullanmaya teşvik etme ve bunun çeşitli kurumsal yapılar vasıtasıyla gözetilmesi konusundaki kararlılık ABD yönetimi ile Dünya Sağlık Örgütü (World Health Organization-WHO) arasındaki ilişkilerin de yeniden olumlu bir seyre girmesine imkân tanıyacaktır.

Trump’tan kötü miras

Ortada Trump’un miras bıraktığı son derece olumsuz bir kovid-19 salgınıyla mücadele örneği olduğuna kuşku yok.

Biden’in aksine, kendisinden ve yakın çevresinden başlayarak salgının ABD topraklarında görülmeye başladığı ilk günlerden itibaren bu temel sağlık sorununun önemini yadsıyan ve yaz aylarında virüsün etkisini yitireceği yönünde açıklama yapan sabık başkan Trump, aynı zamanda geniş kitlelerin şu veya bu şekilde tedbir almamasına ön ayak olmakla kötü bir sembol oldu.

Ağustos ayı başlarına gelindiğinde ise Trump bu sefer virüsün giderek yayılmasını umursamaz bir edayla “kontrolümüz altında” açıklaması yaparken, kovid-19 virüsüyle mücadelede bugün ABD dünyana en çok kayıp veren ülke konumunda olması gayet trajik bir duruma işaret ediyor.

Trump, ABD genelinde ortak ve etkin bir politika uygulamak yerine, sorumluluğu her eyalet yönetimine devretmesiyle, sağlık sorununun yönetiminde zamansız ve gereksiz bir liberal politikaya imza attı.

Mücadelede ‘ulusal güvenlik’ yaklaşımı

Başkan Biden’in, daha ilk günden gündeminin ön sıralarında yer alan kovid-19’la mücadeleyi “savaş durumu”na benzetmesi, Batılı ülkeler içerisinde bir ilke tekabül etmiyor.

Daha önce de Fransa devlet başkanı Emmanuel Macron kovid-19 Fransa’da etkisini ilk ve önemli derece göstermeye başladığında bu gelişmeyi, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşanan en önemli felâket denilebilecek şekilde özetlemişti.

Aradan geçen süre zarfında Fransa’nın başarılı bir kovid-19 mücadelesi sergilediğini söylemek mümkün değil. Bunda sadece Fransa’da değil ilgili Batılı ülkelerde halkın siyasete, liderlere yönelik şüpheci yaklaşımları kadar, kovid-19’un bizatihi varlığına yönelik şüphecilikleri ile kendilerini güvende hissetmelerini sağlayacak gelişmiş sağlık koşullarına sahip oldukları inancı yatıyor(du).

Oysa ABD’de savaş durumunun halen geçerliliğini sürdürmesinde bizzat sabık başkanın kayda değer öncü rolü belirleyici oldu.

Bugün Amerikan toplumunda aradan geçen süre zarfında neredeyse yarım milyon insanın hayatına mal olan süreç, gelişmiş, eğitimli, rasyonel vb. tanımlamaları hak eden modern/yüksek modern toplum bağlamlarıyla gayet çelişik bir duruma karşılık geliyor.

ABD’de Biden ve ekibinin önümüzdeki dönemde sağlıklı bir iç ve dış siyaset yönetimi ortaya koyabilmesi, öncelikle kovid-19 gibi sağlık sorunu yönetebilmesinden geçiyor. Başkan Biden’in, Trump’ın üst üste işlediği hataların üstesinden üç aylık sürede gelip gelemeyeceğini izleyerek göreceğiz.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/01/24/joe-biden-yonetimi-kovid-19la-mucadele-ve-abd-toplumunu-normallestirme-karari-biden-administration-a-decision-to-fight-covid-19-and-normalize-us-society/


21 Ocak 2021 Perşembe

Şeref Abi... Bir Garip

Mehmet Özay                                                                                                                            21.01.2021


İnsan hayatında büyük kopuşların yaşandığı anlar vardır. Çok zorlu, üstesinden gelinmesi gayet zor zamanlardır.

Bir el, bir gönül, bir yardım olmasa kopuşun bitişle sonuçlanacağına şüphe yoktur. İşte böylesi bir el, böylesi bir gönül, böylesi bir yardım onunla gelmişti. O, Şeref Abi...

Şeref Abi bugün hakkın rahmetine kavuştu.

İki kıymetli dostun öğleden sonra peşpeşe arayarak, “Şeref Abi hayatını kaybetti.” cümleleri gündelik koşuşma ve meşguliyet içinde durup o kopuş anlarını yeniden yaşamama neden oldu.

İnanıyorum ki, yolu Avustralya’ya, Malezya’ya, Endonezya’ya düşen azımsanmayacak sayıda insanın Şeref Abi’yle ilgili kıymetli anıları vardır.

Bugün siyasetin zirvelerinde yer alanlardan, üniversite hocalarına ve iş adamlarına kadar birbirinden farklı çevreler her daim güleryüzlü bu yaşlı adamla oturmuş, sohbet etmiş, yemeğini yemiş çayını içmiş, dertleşmiştir...

İnanıyorum ki, bu kişiler arasından onu çok daha iyi tanıyan, çok daha iyi anlatacak kişiler vardır.

Sadece Türkler değil... Malaylar, Endonezyalılar arasında da onu hayırla yad eden azımsanmayacak insan vardır.

Benimkisi, anılardan yaşanmışlıklardan belki de bir başka türlüsü... Kaybetmenin, kopmanın, ümitsizliğin kol gezdiği bir dönemde yoksunluğun, yoksulluğun en onulmaz anlarını tecrübe ettiğim üç ay, tam tamına üç ay...

O günlerde, hiçlikte bulunduğum bir dönemde evinde misafir edip sabah çayını akşam ekmeğini paylaşmasıyla, hâl hatır sormasıyla, dönüşümün yardımcısı olmuştu.

Kendisi hakkında konuştuğuna pek tanık olmadım. İşini yapar, hem de en iyi şekilde yapmaya çalışır, kendisinden yardım talep edeni ise geri çevirmezdi... Bilmediğim, bilmediğimiz, gizli kalmış yaşanmış birtakım zorluklardı çileşini çektiği belki de.

Şeref Abi’yle tanışmam, Açe’de oldu...

2004 yılı sonlarında Açe’yi vuran tsunami dalgalarının ardından Leung Bata’da Türk merkezi olarak da bilinen mekânda Türk, Açeli çalışanların Şeref Abi’si... Agus’u, Fitriani’si, Ivan’ı, Suryani’si ve isimlerini unuttuğum diğer pek çoğu.

Yardım dönemlerinin en önemli işi açları doyurmaktır... Şeref Abi de böylesi en önemli işin bir parçasıydı. Mutfak ona emanetti... Mutfak ondan sorulurdu...

Sabah namazından sonra başlaan gece geç saatlere kadar devam eden uzun bir süreç. Dışarda bekleşen Açelilere, Türk çalışanlara ve gönüllülere, köylerdeki öğrencilere... dokunmadığı kimse kalmamıştı...

Daha erken dönemlerde bölgede bulunması nedeniyle Malaycayı konuşması, yardım için gelenlerin taleplerini dinlemede, Türklerin çeşitli yetkililerle iletişimlerinde yardımcı olan oydu.

Açelilerin o garip döneminde sabırla dinleyen, onların dertlerini aktarıp yardımcı olmaya çalışan, iletişimde bulunan oydu.

Sadece Açelilerle değil, yardım için Endonezya’nın farklı bölgelerinden gelip Banda Açe’deki merkezde çalışan diğerleriyle de konuşan, anlaşan, anlatan kişi konumundaydı.

Hatırladığım kadarıyla Açe’de kalmak istemişti... Ama olmadı...

Uzun, çileli bir ömür...

Şeref Abi’ye Allah’tan gani gani rahmet diliyorum. Mekânı cennet olsun.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/01/21/seref-abi-bir-garip/

19 Ocak 2021 Salı

Joe Biden’ın başkanlık töreni: Hasta Amerika dünyaya örnek olabilir mi? / Inauguration of Joe Biden: Can the ailing US be a model to the world?

Mehmet Özay                                                                                                                            19.01.2020

ABD’de yarın yeni başkan Joe Biden’ın yemin töreni gerçekleştirilecek. Ancak bu tören gerek öncesi gerek hazırlık süreci itibarıyla ABD tarihinin olağanüstü bir döneminin yaşanmakta olduğuna işaret ediyor.

ABD başkenti Washington’da 6 Ocak’ta yaşanan sivil darbe girişimi ve bunun doğurduğu toplumsal ve siyasal kaos yeni başkan, kabine ve senato için “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” söyleminin zihinlere kazınmasına neden oluyor.

8 Kasım seçimlerinin ardından, Trump’ın seçimi kaybettiğini kabul etmemesi üzerine yükselen kaos ortamının geldiği nokta olarak sivil darbe teşebbüsü, herhalde en çok ABD’lileri şaşırtmış olmalı.

Kendine darbe

Söz konusu sivil darbe teşebbüsünü an be an doğrudan televizyonlardan izlemeyen birinin belki de ilk tepkisi, Afrika kökenli Amerikalıların bu girişimde bulunduğu yönünde olmuştur.

Amerikan toplumunu şaşırtan gerçek ise, darbe teşebbüsünün ardında “rengârenk kişilikleriyle” orta sınıf beyaz Amerikalıların bulunmasıydı.

Burada şaşırtıcı olan, sadece başkentin göbeğinde böylesi bir eylemin ortaya çıkmış olması değil elbette. Eylemin gerçekleştiği saatlerde seçim sonuçlarının kongre tarafından onaylanması sürecinin yaşanmasıydı.

Bu anlamda darbe, senato gibi ABD siyasal yapılaşmasında neredeyse yeni bir kutsal olarak işlev gören kurumsal yapıyı hedef alması kadar, adına demokratik denilen sürecin onanmasına doğrudan ve cebren müdahale anlamında demokratik kuruma yönelik bir girişimdi.

Bu darbe girişiminin ardında kimler vardı sorusu gayet önemlidir. Başkent Washington’un göbeğinde, siyasi ve egemen yapının kurumsal varlığına yönelik eylemin arkasındaki kitle, her daim ABD’nin ortak toplumsal hafızası olduğu belirtilen ve bu geniş toplumu temsil ettiği iddia edilen toplumsal kesimlerdi.

Darbecilerden bir kadının, “Capitol’ü basıyoruz. Bu bir devrim!” açıklamasını hatırlayalım... Bu açıklama, akıllara ilk etapda 1980’lerin sonu 90’ların başlarında Doğu Avrupa’da yaşanan sivil devrimleri getiriyordu.

Ya da ne diyelim, tarihin tuhaf bir çelişkisi olarak Washington’daki gelişmenin aktörleri, “... zincirlerinizden başka kaybedeceğiniz bir şey yok” diyen Karl Marx’ın işçileri değil, aksine bu toplumsal hareketin mimarı liberal Trump’ın orta sınıf yandaşlarıydı.

Her ne kadar, darbe teşebbüsü sonrası Trump’a söylettirilen beş dakikalık video açıklamasında “... beni temsil eden gerçek Amerikalılar böyle şeyler yapmaz” anlamına gelecek keskin ifadelerle, sivil darbe teşebbüscülerinin toplumsal ve siyasal kimliklerini yadsıması bile, Trump’ın yaşadığı psikolojik ve siyasi travmanın altından kalkma çabasından başka bir anlam ifade etmiyor.

Şok olan demokrasi

Dünyanın farklı bölgelerinde benzeri sivil ya da askeri darbelere maruz kalmış toplumların bu gelişmeyi hayretle karşılamaları kadar, temelde bu gelişmeye yol açan nedenlerini ve tarafların tutumlarını anlamlandırma konusunda çok daha rasyonel hareket edebileceklerini söyleyebiliriz.

Bu konuda, dünynın değişik toplumlarında yaşanan tarihsel deneyimlerin öğreticiliğinin ABD toplumunca algılanamamış olması, hiç kuşku yok ki, bugün aynı darbe teşebbüsüne maruz kalan ABD’nin bu gelişmeyi anlamlandırabilmesinin önündeki en büyük engeli oluşturuyor.

Bu noktada, darbe gelişimine kısaca bakmakta yarar var. Demokratik ve liberal değerler ile kendini tanımlayan Amerikan toplumunda ‘yeni bir tür muhalefet’ yapma biçimi, 2016 yılında Donald Trump’ın adaylığı ile ortaya çıktı.

Bununla birlikte, o dönemde böylesi bir muhalefetin ne anlama gelebileceği konusu pek kimsenin dikkatini çekmiyordu. Belki de, sıra dışılığı, vurduydumazlığı, dobra söylemi ile ABD siyasetine salt yeni bir renk katan/katacak bir kişi olarak değerlendiriliyordu Trump...

ABD’de demokrat çevrelerde bir endişeden bahsedilse bile, ABD’yi demokratik yapan en önemli unsur, sadece seçmenlerin sandık başına giderek oylarını kullanmaları değil. Aksine, adına yerleşik kurumlar denilen bürokratik yapının “sınır tanımaz tarafsızlığı” ile hareket edeceği düşüncesiydi.

Ya da yukarıda dikkat çekilen olumsuz niteliklerinin Trump’ın bizatihi kendisine ve destekçisi milyonlarca Amerikalıya vereceği toplumsal zarara karşı, genel anlamda Amerikan sisteminin kurulu yapılaşması karşısında etkisi ol/a/mayacağı yaklaşımı hakimdi.

Oysa aradan geçen süre zarfında, Trump ABD’de tek ses olarak gündeme gelen ve tweet politikaları ile sadece ülkede değil, küresel düzeyde belirleyiciliği ile dikkat çeken bir başkan yapısı ortaya koyuyordu.

Trump’ı güçlü kılan elbette, bu kişisel özellikleri ve tweet gibi bir vasıtayla, sosyal medyayı ayartan ve karartan yaklaşımı değildi.

Aksine, Trump bir Amerikan bireyi ve bir başkan olmanın yanı sıra, bundan daha da öte, birbirinden farklılaşan çeşitli çıkarlar üzerine inşa edilmiş ABD toplumunun ürettiği ve belirli yapıların temsilcisi niteliğini taşıyan bir siyasetçi(dir).

Trump, başkanlık yarışını kazanmasının ardından, kampanya döneminde ortaya koyduğu söylemi, bir egemen güç olarak gündeme taşımakta gecikmedi. Başkanlık sürecinde yaptığı atamalar, görevden almalar ile temsil ettiği geniş toplum kesimlerinin sözcülüğünde, ona destek olacak isimlerle birlikte hareket ediyordu.

İşte bugün gelinen noktada, darbenin mimarı olarak sadece Trump’ı görmek, büyük resmi görmemek anlamına gelecektir.

Trump sonrası, erken Biden dönemi

ABD’de geçen dört yıllık süre zarfında ülke siyasetini ve toplumunu kargaşaya sürükleyen ve son günlerinde sivil darbeye yeltenenlerin kışkırtıcısı sıfatıyla suçlanan Trump sonrası dönemin başkanlık görev değişimi seremonisiyle bir anda pembe bir dünyaya açılacağını düşünmek güç.

Bununla birlikte, ABD sivil ve siyasal hegemonik yaklaşımının sembolik ifadesi olarak “özgür dünyanın temsilcisi” rolü Biden’e çoktan verilmiş gözüküyor.

6 Ocak’ta gerçekleştirilen sivil darbe teşebbüsü Amerikan siyasetinde Beyazlar arası çatışmanın bir sonucu olarak gündeme geldi.

Ancak bundan sadece aylar önce, Afrika kökenli Amerikalıların toplumsal tepkilerine ve yer yer ayaklanmalarına yol açan gösteriler, ABD toplumsal yaşamının ve siyasal sisteminin hâlâ kendinde bir Beyaz egemen yapılaşmasının devamlılığına işaret ediyordu.

Seçim kampanyası döneminde bazı Afrikalı grupların açıkmaları, başkanlık seçimini kim kazanırsa kazansın Afrika kökenli Amerikalıların sorunlarının bu sistem içerisinde çözülmesinin mümkün olmadığı yönündeydi.

Ancak bugün gelinen noktada, darbecilerin üç beş kişiden ibaret isyancı oldukları görüşüne sığınmak, ABD’de yaşanmakta olan sorunların göz ardı edilmesi anlamına gelir.

Bu durumda, orta sınıf Amerikalıların darbe teşebbüsüne maruz kalmış olan ABD demokrasisinin büyük bir çelişki yaşadığına kuşku yok.

Yeni başkan Joe Biden ve ekibinin toplumsal ve siyasal travmalar yaşayan Amerikan toplumunda toplumsal istikrarı ve konsensüsü sağlama konusu hiç kuşku yok ki, yeni yönetimin önceliğini oluşturuyor.

Ancak bu haliyle hasta Amerika’nın Biden’le birlikte yeniden özgür dünyanın temsilcisi ve savunucusu olacağı yolundaki söylemin ise, son derece iyimser bir niyetin ötesinde bir anlam taşımadığını da belirtmek gerekiyor.  

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/01/19/joe-bidenin-baskanlik-toreni-hasta-amerika-dunyaya-ornek-olabilir-mi-inauguration-of-joe-biden-can-the-ailing-us-be-a-model-to-the-world/

 

17 Ocak 2021 Pazar

ABD’de Asya-Pasifik ya da Hint-Pasifik seçimi / Choice of Asia-Pacific or Indo-Pacific in the US

Mehmet Özay                                                                                                                            17.01.2021

ABD’de yeni başkan Joe Biden ve ekibi görevi üstlenmeye hazırlanırken, yaşanan sivil darbe girişiminin ardından başkanlık sürecinin başlarında en önemli konunun ulusal birliği tesis olduğuna kuşku yok.

Bununla birlikte, ABD gibi bir ülkenin uluslararası politikayı ertelemeyecek kadar, son derece önemli önceliklere sahiptir. Bu çerçevede, Biden yönetiminin önünde en zorlu dış politika konularından birini Asya-Pasifik bölgesi oluşturuyor.

Odağında Çin’in bulunduğu Asya-Pasifik bölgesel politikasının yeniden canlandırılması için, ABD’de yeni yönetimin ne tür siyasi ve ekonomik paradigmalarla ortaya çıkacağı merak konusudur.

Öte yandan, önümüzdeki süreçte Asya-Pasifik gibi gayet jeo-stratejik ve jeo-ekonomik öneme sahip bölgede, ABD’nin belki yanında bulmakta zorlanmayacağı tarihsel ortakları kadar, yeni ortaklara da ihtiyaç duyacağına kuşku yok.

Bununla birlikte, Asya-Pasifik temelli bölgesel siyasetin, yeni bir ekonomik çatı altında değerlendirip değerlendirilmeyeceği konusu ise önemli bir husustur.

Bununla, kastedilen husus ABD uluslararası siyaset yapıcıların aklında rafa kaldırılan ancak, potansiyel değeri ve önemi devam eden Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması (Trans Pacific Partnership Agreement-TPPA) çerçevesinde, Asya-Pasifik mi yoksa yeni bağlamıyla Hint-Pasifik mi bulunuyor sorusudur.

Bu noktada, acaba ABD’de Joe Biden yönetimi Asya-Pasifik’e geri mi dönecek yoksa, Asya-Pasifik’e alternatif olarak adı artarak gündeme gelen Hint-Pasifik kavramsallaştırmasını eko-politik düzeyde yapısallaştırmaya mı çalışacak?

Son derece önemli bu iki bölgesel oluşumun ne anlama geldiğine kısaca bakalım.

Asya-Pasifik

Asya-Pasifik, adı bölgesel bir işbirliği olan on üye ülkeli Güneydoğu Asya Ülkeleri İşbirliği’nden (Association of Southeast Asian Nations-ASEAN) hareketle, Doğu Asya’da Pasifik Okyanusu’na komşu ülkeler ile Amerika kıtasında yine Pasifik’e komşu bazı ülkeleri içinde barındırıyor.

Bölgesel birlik olgusu, 1989 yılında Canberra’da on iki ülke öncülüğüyle Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği (Asia-Pacific Economic Cooperation-APEC) adıyla yapılaşması ve süreçte 21 üye ülke ulaşmasıyla Asya-Pasifik’in giderek kazandığı önemi ortaya koyuyor.

Söz konusu ekonomik temelli bu yapı, aslında Pasifik Savaşı sonrasında ABD’nin Pasifik ve Güneydoğu Asya yapılaşmasının aradan geçen süre zarfında, ticaret ve ekonomik işbirliklerine dayalı olarak geldiği noktayı göstermesi açısından önemlidir.

Bu süreçte ASEAN’ın oynadığı katalizör işlevi kadar, Çin’in önce 1991’de bu birliğe üyeliği ve ardından 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne (World Trade Organization-WTO) üye kabul edilmesi, hem bölgesel hem küresel ekonomik yapılaşma üzerindeki etkisinin göz ardı edilemeyecek bir faktör olduğuna işaret ediyor.

Aradan geçen otuz yılı aşkın süre sonrasında, ABD’de Barack Obama dönemi Asya-Pasifik’e yeni bir açılım getirme amacını taşıyordu.

Yukarıda zikredilen ülkelerden bazılarının yönlendirmesi ve desteğiyle de ABD’nin Asya-Pasifik öncelikli yapılaşmasına karar verişi bölgede denizcilik, ticaret ve ekonomik yatırımlar gibi askeri niteliklerin ikincil plânda kaldığını gösteren, daha çok sivil ve yuşumak güç oluşumuna zemin hazırlama eğilimi gösteriyordu.

Hint-Pasifik gündemi

Öte yandan, Hint-Pasifik ise, adını ilk defa Şinzo Abe’nin ilk başbakanlık döneminde 2007 yılında gerçekleştirdiği Hindistan ziyaretinde adını zikrettiği yeni bir bölgesel tanımlamadır.

Şinzo Abe’nin gündeme getirdiği bu yeni politika ile, salt ABD çıkarlarını bölgede korumayı hedeflediğini söylemek pek de rasyonel bir tutuma işaret etmiyor.

Öyle ki, Abe’nin bu bölgesel yapılaşma düşüncesini gündeme getirmesinden birkaç yıl sonra, Çin ekonomik kalkınmada Japonya’yı geride bırakarak ABD’den sonra ikinci sıraya geçmesi gayet anlamlı.

Bu çerçevede, Japonya’da siyasilerin geleceği yapılandırmada, Çin’in giderek artan gücünü öngörüp yeni bir bölgesel ekonomik yapılaşmanın kapısını aralama düşüncesinde olduklarını söylenebilir.

Çin yönetiminin, Hint-Pasifik kavramsallaştırmasına ve bunun pratiğe geçirilme niyetine yönelik endişeleri olduğu düşünüldüğünde, açıkçası Japonya’nın bu çıkışının gayet yerinde olduğuna kuşku yok.

Bugün gelinen noktada, ABD’de bazı çevrelerin “ABD’nin bölgesel çıkarları söylemiyle” Hint-Pasifik’e atıfta bulunuyorlar.

TPPA’mı yoksa Hint-Pasifik’mi?

Barack Obama döneminde, ‘21. Yüzyıl Asya Çağı’ paradigması çerçevesinde gayet özenle yapılandırılmaya çalışılan Asya-Pasifik politikasının nihai sonucu kabul edilen TPPA, Biden yönetimince yeniden ele alınabilecek mi?

Bu sorunun cevabı açıkçası ABD kadar, belki de daha da önemlisi bölge ülkeleri tarafından verilecektir.

Daha önceki yazılarımızda da dikkat çektiğimiz üzere, bölge ülkeleri arasında özellikle liberal ekonomi ve serbest ticaret eksenli yapılanmalarıyla dikkat çeken Japonya, Singapur, Avustralya, Güney Kore gibi ülkelerin anahtar rol oynayacaktır.

Donald Trump’ın, “Önce Amerika” sloganı etrafında şekillendirmeye çalıştığı eko-politik yaklaşımına muhalif görmesiyle, söz konusu TPPA’yı imzalamayı reddettiği ve onun yerine, Hint-Pasifik kavramsallaştırmasına dayalı yeni bir bölgesel formülasyon sunduğu biliniyor.

Bu hazırlığın ancak, 2018 yılında “ABD Hind-Pasifik Stratejik Çerçevesi” adıyla gündeme gelmesi ve muhtemelen Trump’ın 2020 seçimlerini yeniden kazanacağı umuduyla ikinci dönem politikalarında gayet önemli bir yer tutacağı düşünülüyor olmalıydı.

Ancak bu hafta Washington’da başkanlık görevini teslim alacak olan Joe Biden yönetiminin, Hint-Pasifik politikasının mevcut haliyle veya revize edilerek pratiğe geçirilebilirliğine imkân tanıyıp tanımayacağını yakında görmüş olacağız.

Bu noktada, yaşanabilecek en önemli handikap hiç kuşku yok ki, Trump-Biden yönetimleri sürekliliğinin olup olmamasıdır.

ABD’de daha kampanya döneminden bu yana yaşananlar, başkanlık dönüşümün barışçıl bir ortamda olmadığını ortaya koyarken, bu durumun, Trump’dan Biden’e devredilecek dış politika konularının da hak ettiği şekilde değerlendiril/e/mediğine yol açıyor.

Hindistan’a Harris formülü

Biden yönetiminde başkan yardımcısı sıfatını taşıyan Hindistan kökenli Kamala Harris’in, Hint-Pasifik politikalarına ne gibi katkısı olabileceği de, hiç kuşku yok ki, Beyaz Saray’da gündeme gelen konular arasında ilk sırada yer alıyor olmalıdır.

Bununla birlikte, Asya-Pasifik’teki ülkelerle kıyaslandığında ekonomik gelişmişliği lke nüfusunun ve bölgeleri arasında eşitsiz dağıldığı ortada olan ve bu anlamda rekabetçi niteliklere haiz olmayan Hindistan’ın ABD’nin desteğine muhtaç olduğu ortadadır.

Ancak, yirminci yüzyıl boyunca içe kapalı, merkeziyetçi nitelikleriyle öne çıkan Hindistan’da özellikle son dönemde haklar ve özgürlüklerle sarsılan toplumsal yapının ve Nazizme özgü söylemleriyle dikkat çeken iki dönemdir iktidarda olan BJP yönetiminin, sadece Harris faktörüyle bölgesel politikalara entegre edilebileceğini düşünmek gayet zor.

ABD için zorlu dönem

Yirmi yılı aşkın bir süredir var olan aktif Asya-Pasifik bölgeselciliğinde, merkezi belirleyiciliğin Çin ile ABD arasında bir rekabete yol açtığına tanık olunuyor.

Bu rekabetin, geçtiğimiz Kasım ayı ortalarında “Bölgesel Kapsamlı Ekonomik İşbirliği” (Regional Comprehensive Economic Partnership-RCEP) adıyla yeni bir ticari işbirliği inisiyatifine yeşil ışık yakılmasıyla somut bir nitelik kazanmış oldu.

Çin devlet başkanı Şi Cinping bu anlaşmaya atıfla yaptığı açıklamada, yeni dönemin küresel serbest ticaretinin lokomotifinin ülkesi olduğuna işaret ediyordu.

Bunun, sadece Trump yönetimine yönelik hasmane bir tutumla gündeme gelmiş bir söylem olmadığı, aksine temelde ABD’nin küresel yapılaşmasına yönelik ve özellikle de, Asya-Pasifik bölgesindeki ekonomik yapılaşmaya atıfla reel bir düzeyde seyrettiğini ortadadır.

Çin öncülülüğünde gelişen ve küresel ekonomiyi de yakından ilgilendiren Asya-Pasifik merkezli RCEP karşısında, Biden yönetiminin elinde potansiyel olarak Hint-Pasifik kozu bulunuyor

Hint-Pasifik politikası sanıldığı gibi sadece ABD’din güdümünde yönlendirilecek bölgesel bir yapı olmayacaktır. Bu süreçte en azından, isim babasının Japonya’nın, bölgede katalizör işlevi gören ve Çin’le olduğu gibi Hindistan’la da iyi ilişkiler geliştirme arzusunda olduğunu beyan eden ASEAN’ın gelişmelerde söz sahibi olmak isteyeceği unutulmamalıdır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/01/17/abdde-asya-pasifik-ya-da-hint-pasifik-secimi-choice-of-asia-pacific-or-indo-pacific-in-the-us/

14 Ocak 2021 Perşembe

Malezya’da demokrasinin sesi çıkıyor mu? / Is there a voice of democracy in Malaysia?

Mehmet Özay                                                                                                                            14.01.2021

Malezya’da geçtiğimiz Salı gününden itibaren yürürlüğe giren olağanüstü hâle karşı eleştiriler gündeme gelmeye başladı.

1 Ağustos’a kadar geçerli olması beklenen bu süreç ülke genelinde seyahat yasağıyla başlarken, beş eyalet ve 3 federal bölgede gerekli olmadıkça dışarı çıkılmaması kararı alındı.

Söz konusu olağanüstü hâlin siyaset dünyası açısından karşılığı ise, parlamentonun toplanamayacak olması. Bu durum, muhalefet partilerinin tepkilerini yeniden başbakan Muhyiddin Yasin’e çevirmelerine neden olurken, sorunun çözümü için federal sultan’ın rolüne vurgu yapılıyor.

Eleştirilerin odak noktasında söz konusu olağanüstü halin kovid-19’la mücadeleden ziyade, siyasi meşruiyeti giderek daha da sorunlu hale gelen darbe sonrası hükümetin başbakanı Muhyiddin Yasin’in iktidarını kurtarma çabası olduğu üzerinde duruluyor.

Enver İbrahim’den meclis baskısı

Tahmin edilebileceği üzere eleştiriler muhalefet cephesinden geliyor. Halkın Adaleti Partisi (Partai Keadilan Rakyat-PKR) genel başkanı Enver İbrahim bugün yaptığı açıklamada, milletvekillerini federal sultana dilekçe göndererek olağanüstü hâl kararından dönülmesini talep etmelerini istedi.

Enver İbrahim yaptığı açıklamada, olağanüstü hâle konu olan kovid-19’la mücadelede zaten uygulanmakta olan tedbirlerin yeterliliğine dikkat çekerken, bu sürecin mevcut gayri-meşru iktidar yapısının varlığını sürdürmesinin bir aracı kılındığına vurgu yapıyordu.

Dr. Mahathir Muhammed de benzer bir çıkışta bulunarak, hükümetin kovid-19’la mücadele için gerekli araçlara sahip olduğunu ve olağanüstü hâle gerektirecek bir durumun olmadığına dikkat çekti.

Şunu vurgulamak gerekir ki, Enver İbrahim’in federal sultan üzerinde parlamento baskısı anlamına gelebilecek böylesi bir talebin rasyonel bir temeli bulunuyor. O da federal mecliste başbakan Muhyiddin Yasin’e değteğin azınlık hükümeti dahi kurumayacak duruma gelmesidir.

Geçtiğimiz Pazartesi ve Salı günleri yaşanan gelişmlerde, biri olağanüstü hâlin ilânından önce ve diğeri ilânın hemen ardından olmak üzere, Birleşik Malay Ulusal Organizasyonu’na (United Malay National Organization-UMNO) mensup iki milletvekilinin mevcut iktidara desteğini çekmeleriydi.

Parlamentodaki iki sandalyenin ise vefatlar dolayısıyla boş bulunması da dikkate alındığında, Muhyiddin Yasin hükümetinin 220 sandalyeli federal mecliste desteğinin 109’a düşmesi demek oluyor.

İşsizlik ve yoksulluk

Demokratik Eylem Partisi (Democratic Action Party-DAP) başkanı ve Maliye eski Bakanı Lim Guan Eng de benzer şekilde olağanüstü hâlin ilânının kovid-19’la bağlantılı olmadığına dikkat çekerken, bu kararın zaten zor günler yaşayan dar gelirliler ile işlerini kaybeden kitlelerin daha ağır ekonomik zorluklarla karşı karşıya kalmalarına yol açacağına dikkat çekiyordu.

Eng’in ekonomi merkezli vurgusu gayet önemli ve aynı zamanda “olağanüstü hâl” yasasıyla ilgili bir çelişkiyi de ortaya koyuyor. Anayasa’nın 150 Maddesi 1. Fıkrası’na göre söz konusu yasa da olağanüstü hâle konu olacak gelişmelerden biri, “halkın ekonomik zorluklarla karşı karşıya kalması” konusudur.

Eng’in üzerinde durduğu bir diğer husus ise gayet önemli. Geçtiğimiz Pazartesi akşamı Muhyiddin Yasin ve federal sultan arasındaki görüşmede, sultanın kovid-19 sürecinde iyileşme olması halinde, olağanüstü halin derhal kaldırılması yönündeki isteği olmuştu.

Ancak Eng açıklamasında, Muhiddin Yasin tarafından imzalanan olağanüstü hâl kararnamesinde böyle bir ifadenin yer almadığını hatırlatması gayet önemliydi. Bu hususun önümüzdeki günlerde de yeniden gündeme geleceğini tahmin etmek zor değil.  

UMNO istikrarsızlığın kaynağı

Bununla birlikte, iktidardaki Ulusal İttifak (Perikatan Nasional-PN) hükümetinin büyük ortağı Birleşik Malay Ulusal Organizasyonu’ndan da (United Malay National Organization-UMNO) muhalif sesler çıkmıyor değil.

Yukarıda dikkat çekildiği üzere, bu partiden iki milletvekilinin hükümete verdiği desteği çekmesiyle, başbakan Muhyiddin Yasin’in ‘normal şartlarda’ azınlık hükümetinin düşme aşamasına gelmesi, UMNO’nun gayet ince bir muhalefet yaptığı şeklinde yorumlanabilir. Ancak gerçek pek de öyle değil.  

Bu noktada, UMNO’da özellikle 2016’dan bu yana yaşanan sarsıntların bitmediğini, aksine giderek daha da bölünerek yeni sorunlara doğru evrildiğini ortaya koyuyor.

Bu durumun iktidarı oluşturan siyasi güçler arasında özellikle de, UMNO’nun kendi içinde gayet çelişkili bir duruma tekabül etmesi gayet doğal.

Bugün UMNO’yu birarada tutan bazı ilkeler ya da zorunluluklardan bahsedilebilir. Bunların başında, özellikle 1 Malezya Kalkınma Fonu (1MDB) yolsuzluklarına karışmış olan üst düzey yöneticilerin benzer davalarda yargılanıyor oluşu.

İkincisi ise, UMNO’nun, tüm sembolik yapılaşmasına karşın ülkenin kurucu unsurlarından olan sultanlık makamıyla (monarchy) yakın ilişkisi. Aynı siyasi hedefler ve/ya çıkarlar etrafında buluştuğu söylenebilecek bu yapıya karşı açık bir tavır almanın UMNO içinde mümkün olmadığı aşikâr.

Bu durum, tam da 24 Şubat 2020 sivil darbesinde ve ardından 1 Mart 2020’de federal sultan tarafından Muhyiddin Yasin’in başbakan olarak atanmasında UMNO’nun oynadığı gayet önemli rolün bugün çok daha iyi anlaşılmasını sağlıyor.

UMNO, o dönem halkın meşru oylarıyla seçilmiş olan reformcu Umut Koalisyonu hükümetinin devrilmesinin ardından kurulacak hükümette önemli rol alacağı beklentisinin gerçekleşmediğini fark etmesiyle hedefine Muhyiddin Yasin’i koydu.

Ancak bugüne kadar yaşanan süreçte, ne Enver İbrahim’in geçtiğimiz Eylül ayı sonlarında “mecliste çoğunluğu sağladım” açıklamasını yapmasına yol açacak şekilde verdiği desteğin arkasında durdu, ne var olan siyasi gücünü Aralık ayındaki bütçe görüşmelerinde Muhyiddin Yasin’e karşı kullanabildi.

Bugünkü şartlarda UMNO’ya mensup iki milletvekilinin, PN iktidarına ve bu iktidarın başbakanı Muhyiddin Yasin’e desteğini çekmesi bile, gizli açık federal sultanla var olan ilişkiler ağını bozmayacak bir adım olmanın ötesinde bir anlam ifade etmiyor.

Muhalefet kanadında bunlar olup biterken, acaba gayri-meşru iktidarın başbakanı Muhyiddin Yasin ne tür politikalar peşinde?

Artık mecliste azınlık iktidarını bile sahip olmayan başbakanın en önemli rakibi konumundaki ve iç çatışmalarla çalkalanan UMNO’dan, mümkün olduğunca kendisiyle ittifak yapabilecek bir yapının ortaya çıkmasını sağlama yönünde çaba sarf etmek olacaktır.  

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/01/14/malezyada-demokrasinin-sesi-cikiyor-mu-is-there-a-voice-of-democracy-in-malaysia/

12 Ocak 2021 Salı

Malezya’da nihayet olağanüstü hâl kararı / Finally the State of Emergency in Malaysia

Mehmet Özay                                                                                                                          12.01.2021

Malezya’da kovid-19’la mücadele amacıyla uzun süredir konuşulan olağan üstü hâl bugün ilân edildi.

Geçen yıl gerçekleştirilen sivil darbenin mimarlarından başbakan Muhyiddin Yasin, federal sultan Abdullah Ri'ayatuddin ile görüşmesinin ardından, sekiz ay süreyle ülkede olağanüstü hâl kararı alındı.

Bu kararın ardından ilk önemli gelişme Çarşamba gününden itibaren yürürlüğe girecek olan, beş eyalet yani, Cohor, Malaka, Selangor, Penang ve Sabah ile federal bölgeler Kuala Lumpur, Putrajaya ve Labuan Adası’nda toplumsal yaşama getirilen kısıtlamalar oldu.

Bu kararın alınmasında ise, tıpkı diğer bölge ülkelerinde olduğu gibi kovid-19 vakasında giderek görülen artış olması gösteriliyor. Bununla birlikte, söz konusu kararın, sadece kovid-19’la açıklanmayacak ve/ya bununla sınırlı olmayan siyasi sonuçları olduğuna da dikkat çekmek gerekiyor.  

ASEAN’dan açıklama

Bu çerçevede, Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (Association of Southeast Asian Nations-ASEAN) İnsan Hakları Grubu Parlamenterleri’nce bu gelişmeyle ilgili bir açıklama yapıldı.

“2020 yılı Mart ayında gizli görüşmelerin ardından Muhyiddin Yasin’in iktidara gelmesinden bu yana Malezya’nın karşı karşıya kaldığı siyasi istikrarsızlık dikkate alındığında, federal parlamentonun faaliyetlerini durdurması anlamına geline söz konusu olağanüstü hâl kararının, PN hükümetinin parlamento denetiminden muaf olması nedeniyle endişeleri artırdığı” şeklindeki açıklama, Malezya’daki gelişmenin bölge ülkelerince yakından izlendiğini ortaya koyduğu gibi, gelişmelerden duyulan gayet önemli kaygıdan da söz etmek gerekir.

Milletvekillerinden geciken karar!

Olağanüstü hâl kararının ardından, yaşanan bir başka önemli ise, iç politikada mevcut PN iktidarının sonu anlamına geliyor. İktidardaki Ulusal İttifak (Perikatan Nasional-PN) hükümetinin büyük ortağı Birleşik Malay Ulusal Organizasyonu’na (United Malay National Organization-UMNO) mensup üç milletvekilinin hükümete verdiği desteği çekmesiyle PN federal meclisteki zaten azınlık hükümeti yapısını da yitirmiş oldu.

Normal şartlarda hükümetin düşmesi anlamına gelen bu karar, olağanüstü hâlin kararı nedeniyle herhangi bir hükmü bulunmazken, aşağıda değinileceği üzere iktidar ortakları arasındaki anlaşmazlığın geldiği noktayı göstermesi açısından gayet önemli.

Geçen yıl, 24 Şubat’ta yaşanan gelişmelerin neden olduğu sivil darbe sonrasında, başbakan olarak atanan Muhyiddin Yasin ve onun kurduğu Ulusal İttifak (Perikatan Nasional-PN) hükümetinin bugüne kadar federal meclisten güven oyu almadan iktidarda kalması siyasi meşruiyet sorununun devam etmesi anlamına geliyor.

Seçimsiz 8 ay ve koalisyon sorunu

Söz konusu bu meşruiyetin bir an önce ortadan kaldırılmasının ve normal siyasal yaşama dönmenin en belirgin şartı olan erken genel seçimlerin, bu şartlarda önümüzdeki Ağustos ayının başına kadar gündeme getirilemeyecek olmasıdır.

Alınan bu kararın ardından başbakan Muhyiddin Yasin’in olağanüstü yetkilere sahip olması siyasi karar mekanizmalarının ne şekilde kullanılacağına dair endişeleri gündeme getirirken, geniş toplum kesimleri nezdinde ise hükümete yönelik güvensizliğin artışı anlamına geliyor. 

Muhyiddin Yasin, parlamentodaki siyasi partilerde ve geniş kamuoyunda ortaya çıkan bu endişeyi gidermeye yönelik olarak, “sivil hükümet işlevini sürdürmeye devam edecek” açıklamasında bulundu.

1 Mart 2020 tarihinden itibaren başbakanlık koltuğunda oturan Muhyiddin Yasin’in kurduğu PN hükümeti çok parçalı koalisyon yapısıyla dikkat çekiyor.

Çıkarlar üzerine kurulu ittifaklar

Bununla birlikte, söz konusu koalisyonun zor bir dönemden geçmekte olan ülkede, siyasi partilerin ortak bir siyasi ve toplumsal reform çerçevesinde oluşturdukları bir konsensüsten bahsetmek mümkün değil.

24 Şubat’ta sivil darbeye maruz kalan Umut Koalisyonu hükümetinin ülke siyasal yaşamına yeni bir form kazandırma çabasındaki reformcu politikalarının önüne geçilmesi ve bu çerçevede, özellikle Çin etnik partisi olarak bilinen ‘Demokratik Eylem Partisi’nin (Democratic Action Party-DAP) siyasi ağırlığı neden gösterilerek, ülke yönetiminde Malay koalisyonunun olması argümanına dayanıyor.

Darbeden bu yana ortaya konulan gelişmelere bakıldığında, Birleşik Malay Ulusal Organizasyonu (United Malay National Organization-UMNO), Malezya İslam Partisi (Parti Islam SeMalaysia-PAS) ve Yerli Birlik Partisi’nin (Parti Pribumi Bersatu Malaysia-Bersatu) oluşturduğu söz konusu ittifak yapısının kayda değer politikalar ürettiğini söylemek mümkün değil.

İttifakın büyük ortağı konumundaki UMNO ile Bersatu lideri ve başbakan Muhyiddin Yasin arasında yaşanan çekişme, özellikle kabinede UMNO’nun önemli bakanlıklar alamamasına dayanıyor.

Sözde Çin karşıtlığı ve bunun karşısında Malay birliği/ittifakı söyleminin hakim edilmeye çalışıldığı bu süreçte biraraya gelen yukarıda zikredilen partilerin, 2009 yılından bu yana özellikle başta 1 Malezya Kalkınma Fonu (1MDB) olmak üzere çeşitli yolsuzluklarda birleşmeleri 24 Şubat sivil darbesinin arkasındaki gerçek nedene işaret ediyor.  

Bu durum, ülke siyasetinde bir kangren olarak telâkki edilen, tipik particilik ve siyaset pastasından mümkün olduğunca çok pay alma yarışı anlamı taşıyor.

Kovid-19 gerçekliği ve siyasi beceriksizlik

Son dönemde Güneydoğu Asya’da kovid-19 vaka sayısında görülen artış Malezya’da da etkisi ortaya koyuyor. Son bir haftalık gösterelerde günlük vaka sayısı 2000’i (iki bin) aşarken, birkaç gün önce vaka sayısı 2433’e ulaştı.

Öte yandan, komşu ülkelerde vaka sayılarındaki artışa rağmen, olağanüstü hâl ilânına giden ülke olmaması, Malezya’da durumun farklı yorumlanmasına sebep olan bir başka nedeni teşkil ediyor. Malezya’da kovid-19 nedeniyle bugüne kadar ölümlü vaka sayısı 555’i bulurken, bu artışın Kasım ayı başlarından itibaren ilk on aydaki rakamın iki katına çıkması dikkat çekiyor.

Ülkede, kovid-19’un giderek artış göstermesinde özellikle 26 Eylül’de Sabah Eyaleti’nde yapılan yerel seçimlerde gerekli tedbirlerin alınmaması önemli rol oynadı. Bu durum bile, Muhyiddin Yasin hükümetinin yerel seçimler sürecinde kovid-19 tedbirlerini alamadığı şeklinde yorumlara neden oldu.

Bugün gelinen noktada, başbakan Muhyiddin Yasin arzu ettiği olağanüstü hâl kararını federal sultandan aldı.

Pazartesi akşamı federal sultan tarafından kabul edilen ve Salı günü ilân edilen olağanüst hâl uygulamasında ilk olarak sınırlarda güvenlik kontrolünün artılılacağı ve ordunun polis güçlerine yardımcı olacağı belirtiliyor.

İktidardaki PN hükümeti geçtiğimiz Ekim ayı içinde de kovid-19 neden gösterilerek federal sultanlık makamına başvurmuş, ancak sultanlar konseyi toplantısında olumsuz karar çıkması nedeniyle olumlu sonuç alınamamıştı. Bu çerçevede, 25 Ekim günü yapılan açıklamada, sultanlar konseyinin “ülke genelinde veya bir bölümünde olağanüstü hâl ilânına gerek olmadığı” yolunda açıklaması belirleyici olmuştu.

O tarihlerde sultanlar konseyinin olağanüstü hale gerek olmadığı yolundaki söylemlerinin ardında kovid-19 gerçeğinin böylesine önemli bir siyasi karar alınmasına gerektirecek boyutta olmaması kadar, hiç kuşku yok ki, konseyde kamuoyunun nabzını tutan bazı etkili sultanların etkili olduğunu söylemek mümkün.

Olağanüstü hâl kararının ardından, önümüzdeki sekiz ay gibi uzun süre iktidarda kalmayı garantilemiş olan Muhyiddin Yasin’in en önemli hedefi, koalisyon ortakları arasındaki derin anlaşmazlığı ortadan kaldıracak formül arayışı ve akabinde bir erken seçim kararı almak olacaktır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/01/12/malezyada-nihayet-olaganustu-hal-karari-finally-the-state-of-emergency-in-malaysia/