Mehmet Özay 06.07.2020
![]() |
foto: thediplomat.com |
5 Temmuz 2009 tarihinde Çin Halk Cumhuriyeti’nde
yaşanan ve tarihe Urumçi Katliamı olarak geçen hadisenin üzerinden on yılı
aşkın bir süre geçti.
2009 yılı Haziran ayı sonlarında Uygur kökenli bazı
kişilerin Çinliler tarafından öldürülmesini protesto ve hak arama amacıyla başlayan
gösteriler 5 Temmuz’da Çin güvenlik güçlerinin saldırıları sonucu yüzlerce
Uygurun hayatını kaybetmesiyle sonuçlandı.
Bu süre zarfında, katliamla ilgili eleştiriler karşısında
Çin hükümeti geri adım atmĞTa ve/ya bölgedeki Müslüman Türk unsurlarına karşı
haklarını iade etme yönünde bir çaba içine girmiş değil.
Aksine o günden bu yana, Çin yönetiminin Doğu
Türkistan politikasını siyasal baskı ve etnik temizlik odağına taşıma konusunda
süreklilik arz eden bir yaklaşım sergilediğine tanık olunmaktadır. Çin bu
yöndeki politikalarına meşruiyet kazandırmak amacıyla üç belâ diye tanımladığı ‘terörizm,
ayrılıkçılık, dini fundamentalizm’ olgularının tümü ile Doğu Türkistan halkını
yargılamaktadır.
Bununla birlikte, Çin yönetiminin açıklık, şeffaflık,
insan hakları, otonom bölge yasası vb. gibi ulusal ve uluslararası standartlara
karşılık gelecek bir yapılanmasının olmaması, bugüne kadar Uygur bölgesindeki
politikaları şüpheli ve sorunlu hale getirmektedir.
Topyekün
insanlık sorunu
Doğu Türkistan, bir başka adlandırmayla Sincan Uygur
Özerk Bölgesi sorunu, Çin Halk Cumhuriyeti’nin bir sorunu olmanın ötesinde
bölgesel ve uluslararası bir nitelik taşımaktadır. Bu sorun, günümüz
koşullarında temeli itibarıyla insan hakları bağlamında ele alınsa da, bu durum
sorunun çözümü konusunda yeter bir sebep olup olmadığı tartışmalıdır.
Çin merkezi yönetiminin 2017 yılından bu yana Doğu
Türkistan halkına yönelik uygulamakta olduğu toplama kampları bir sorun olarak uluslararası
arenaya taşınmakla birlikte, bugüne kadar sorunun çözümü konusunda olumlu bir
adım atılabilmiş değil.
Bununla birlikte, Çin’de Doğu Türkistanlıların maruz
kaldıkları şiddet ve etnik temizlik karşısında ABD Kongresi geçtiğimiz Mayıs
ayı sonlarında Çin yönetiminin söz konusu politikalarını dini özgürlükler
noktasında değerlendirerek Uygun İnsan Hakları Politikası Yasası adıyla bir yasayı
kabul etmesi olumlu bir gelişme olarak değerlendirmek mümkünse de, Doğu
Türkistanlıların maruz kaldıkları bu şartların gelişiminde ABD’nin şu veya bu
şekilde rolü olduğunu da unutmamak gerekir.
Özellikle, 9/11, 2001 gelişmeleri sonrasında dünyanın
farklı bölgelerinde olduğu gibi, Çin hükümeti de ABD ile aynı safta yer alarak temelleri
belirlenmemiş, muğlak bir terörizmle mücadele olgusunu gündeme taşımıştır. Bu
sürecin bir ifadesi olarak Çin yönetimi, tıpkı diğer bazı ülkeler gibi kendi
ulusal ve siyasal çıkarları çerçevesinde bölgelerindeki Müslüman toplumları
terörle mücadele çerçevesinde şiddet içerikli politikalarının nesnesi haline
getirmişlerdir.
Son çeyrek asrı aşkın süreye bakıldığında yüzyılın hemen
başındaki bu gelişmeyi ikinci baskı dönemi olarak adlandırmak mümkün. Bu durum,
1990’larda Sovyeler Birliği’nin çözülmesiyle başlayan süreçte, Doğu Türkistan’ın
tıpkı diğer Orta Asya Türk Cumhuriyetlerine benzer bir yapı kazanabileceği
endişesiyle Pekin yönetiminin siyasi ve askeri kontrolünü artırmasının bir
başka aşamasına tekabül ediyor.
Şi Çinping’le yükselen Çin!
Doğu Türkistan halkının maruz kaldığı şiddet ve etnik
temizlik uygulamalarını, 2013 yılında devlet başkanlığı koltuğuna oturan ve Mao
Zedong’dan sonraki Çin milliyetçisi niteliği ile öne çıkan Şi Çinping’in çeşitli
politikaları çerçevesinde değerlendirmek mümkün. Şi Çinping’in, yeniden ve
güçlü Çin ideali olarak adlandırılabilecek olan siyasi vizyonu, Çin’in
yükleşini rasyonel temeller üzerinde oluşturmaktan uzak bir görünüm
sergilemektedir.
Bu noktada, Çin’in küresel bir aktör olarak, sonun
başlangıcı şeklinde değerlendirilebilecek şekilde, 2001 yılında Dünya Ticaret
Örgütü’ne üyeliğinden bu yana sergilediği ekonomik modernleşme süreci, buna
paralel yürüyen bir demokratikleşmeyi getirebilmiş değildir.
Aksine, Doğu Türkistan bölgesindeki kalkınmanın sebebi,
bu coğrafyanın sahip olduğu atıl doğal kaynakların aktif hale getirilmesi ve bu
işletmelerin Pekin merkezli Çin şirketlerine devri ile birlikte bölgeye yeni iç
göçlerin yaşanmasına neden oluyor.
Bu gelişme, Doğu Türkistanlıların hem ekonomik hem de
demografik açıdan gerilemelerine neden olmasıyla dikkat çekiyor. Kaldı ki, Pekin
yönetiminin ortaya koyduğu üzere, Doğu Türkistan bölgesine yapıldığı belirtilen
alt yapı çalışmalarının dini, kültürel değerleri yok etme hedefini kamüfle
etmeye matuf bir yapısı olduğu ortadadır.
Aksine, Çin ekonomik kalkınmışlığının doğurduğu baskı
ve güç depreşmesi ile askeri alanda kendine yeni alanlar açma ve Doğu ve Güney
Çin Denizleri üzerinden bölgesel güvenlik ve barış süreçlerini tehdit eder hale
gelmiştir. Ayrıca, Hong Kong Özerk Bölgesi’nde uygulanmak üzere geçen hafta kabul
edilen ulusal güvenlik yasası, Çin’e bağlı özerk bölgeler üzerinde ne türden
icraatlar peşinde olduğunun son ifadesi olarak dikkat çekmektedir.
Şi Çinping yönetiminin, Doğu Türkistan Müslümanlarına yönelik
politikaları bu kitlenin dini inançlarını psikolojik hastalık olarak
değerlendirmesi, farklı ülkelerde Müslümanlarla ilgili ortaya konulan politikaların
ulaşabileceği hangi noktalara ulaşabileceğini göstermesi açısından önemli.
Sincan bölgesinde Çin kökenli olmayan ve toplam
nüfusun yüzde altmışına tekabül eden, yaklaşık on milyonluk Müslüman nüfusu,
azınlık Çinli yöneticilerin eline teslim edilmesi, Çinli nüfusun Sincan’a
yerleştirilerek demografik yapının doğal olmayan yollardan yapılaştırılması,
köle işçiliğin post-modern uygulamalarına konu olacak zorunlu işçilik vb.
süreçler Çin’in bugün ulaştığı dünyanın ikinci büyük ‘devi’ olması ile çelişen
özelliklerdir. Özellikle bu durum, 20. yüzyıl ortalarından başlayarak bugüne
kadar başka bölgelerden
Düne kadar, sadece Sincan bölgesindeki Müslüman Türk
unsurlarına yönelik baskı ve şiddet bugün artık Çin’deki diğer Müslüman
unsurlara yönelik olarak da şu veya bu şekilde uygulanma noktasına geldiği
görülmektedir.
20. yüzyıl ortalarından itibaren dönemin Çin
hükümetlerinin, Tibet, Doğu Türkistan ve Keşmir’in Ladakh bölgesinde gibi siyaseten
ve askeri anlamda zayıf bölgeleri egemenliği altına almasından bu güne kadar
geçen süreye bakıldığında, Çin yönetimi bölge toplumlarına huzur ve refah
sağlamaktan uzak bir yönetim anlayışı ile hareket etmektedir.
Asya-Pasifik bölgesindeki diğer benzeri çatışma
bölgelerinde olduğu gibi, Doğu Türkistan sorunu 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl
başlarındaki sömürgecilik süreçleri, bunların sona ermesi ve yeni güçlerin
ortaya çıkması gibi oldukça komplike bağlamların bir sonucu olarak günümüze
ulaşmıştır.
Doğu Türkistan’da Çin egemenliğinin tesis edildiği
1940’lı yıllardan 1949 komünist devrimine, 1976 yılından itibaren tedrici
olarak dünyaya açılma politikalarından 1997 Hong Kong özerk yönetiminin Çin’e
geçmesine, Çin’in 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne kabülünden 2013 yılında
Şi Cinping’in devlet başkanlığına kadar farklı süreçler bölgedeki Türk-Müslüman
unsurlara yönelik politikalarda olumlu politikaların gelişmesine yol
açmamıştır.
Çin yönetimi, sömürge döneminden başlayarak bugünlere
kadar ulaşan sorunları ulusal güvenlik söylemi ile aşması mümkün
gözükmemektedir. Yeni bir küresel güç olarak ortaya çıkan Çin’in ekonomik
varsıllığının, ülke sınırlarında yaşayan toplumların hak ettikleri şekilde barış
ve güvenliklerini sağlayacak şekilde yeniden yapılandırılmamasına ihtiyaç
vardır. Çin’in bu iç dengeyi bulma yönünde her türlü başarısızlığı, gerek
ulusal greekse uluslararası arenada yeni sorunlarla karşı karşıya kalmasına neden
olacaktır.
Bu noktada, bölge halklarına düşen ise, Doğu
Türkistanlılar bağlamında değil, temel talepleri ortak olduğu gözlemlenen başta
Tibet, Hong Kong ve Tayvan olmak üzere ülke genelinde değişimi isteyen tüm çevrelerle
birlikte süreçlerin yeniden değerlendirilmesidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder