Mehmet Özay
12.07.2020
Ayasofya’nın (Hagia Sofia) bir ibadethane olmaklığının
yanı sıra, bir Cami vasfını taşımak suretiyle İbrahimȋ geleneği yansıtmaktadır.
Siyasi-dini bağlamı ile Doğu Roma’nın başkenti hususuyla Constantinople’un
abidevi yapısı, şehrin 1453’de İslamlaştırılması ile İbrahimȋ geleneğin sahih
kulvarına giriş yapmıştır.
İslam’ın kutsal
müjdesi, Fatih Sultan Mehmed’e nasip olurken, bu gelişme Avrupa’da korkulan
Türk-İslam imajının yerleşmesinde kayda değer rol oynamıştır. Aslında, Avrupa’nın
korkmasına yol açan, daha söz konusu o erken dönemlerde İbrahimȋ geleneği
kaymetmiş/kaybetmeye başlamış olmasının verdiği hezeyandır. Yoksa, İbrahimȋ
geleneği takip etmesi halinde Batı dünyasının Constantinople’ın İsLambol’a
dönüşünü alçakgönüllükle karşılaması gerekirdi.
İstila değil,
fetih kavramının öne çıkmasına, hatta bizatihi bunun gerçekleşmesine sebep olan
da budur. Constantinople’ın alınmasından çok önce Osmanlı, denizcilik
kabiliyetinin henüz yeni gelişmekte olan imkânlarını da kullanarak, Rumeli’ye
ve Balkanlar’a geçişi sağlamış bir siyasi yapıydı.
‘Rum-eli’, Roma’yla
bağı kurarken, Balkanlar Ortodoks dünyasının münbit bir arka bahçesi olma
özelliği taşıyordu. Katolik merkezi Roma’ya ulaşmanın Balkanlar ile olan dar
mesafesinden ötürü Türk/İslam korkusunu duyması, belki de çok daha erken
dönemde başlamıştı.
Ortodoks dünyanın
kendine özgü coğrafi ve kültürel yapısı onu içine kapalı, görece sığ ve misyon
hareketine açık olmayan bir niteliğe büründürürken, Roma Katolikliği, içinde
yer aldığı coğrafyanın yani denizin, Akdeniz’in ve bu denizin çevrelediği
kültürel evrenin donanımıyla, Holy Sea’nın
başı olmanın getirdiği bir görev bilinciyle misyonerliğini ortaya
koyabiliyordu. Dolayısıyla, Ortodoksların Türk/İslam korkusu geliştirmesi
yerine, Roma Katolikliği’nin böylesi bir korku ile donanmış olmasında şaşılacak
bir durum bulunmuyor.
Protestan
varlığının henüz bu dönemde siyasi ve ekonomik bir güç olarak ortaya çıkmamış
olması, bu noktada Ortodoks ve Katolik mezhepleri ile çevrili siyasi yapıları
ve bunların Osmanlı ile ilişkilerini daha çok belirgin kılmaktadır. Protestan
varlığını tetikleyen unsurun, teolojik temelleri dikkate alındığında, İbrahimȋ
gelenekten uzaklaşan bir Roma Katolikliği yerine, yeniden inşacı bir modelin
teo-siyasi alanda güncellenmesi anlamına gelmektedir.
Bugün, Batı’nın Ayasofya’nın
ya da daha doğrusu Cami-i Kebir’in
asli unsuruna rûcu etmesinin doğurduğu infial, bir kez daha bu coğrafi/kültürel
yapının mensubu olduğu varsayılan dini/msi yapısı içerisinde İbrahimȋ özelliğini
yitirdiğinin yeni-son bir göstergesinden başka bir şey değildir.
Ayasofya’nın Cami-i
Kebir’e rücu etmesine içeriden ve Batı’dan gelen olumsuz tepkilerin yukarıda
dile getirilen bağlamlarla ilişkisiz olduğu söylenemez. İbrahimȋ gelenekten
kopan ve bunun somut, toplumsal, bireysel alandaki göstergesi olarak kendini
Avrupa siyasal/kültürel yapısında sekülerizm ve laisizm olarak ortaya koyan
yaklaşımın Ayasofya’yı hangi bağlamda savunuyor olduğu oldukça sorunludur.
Dinle ilişkisi ve
bağını öncelikle var olduğu Hıristiyanlık ekseninden kayma/çıkma/bozulma
anlamında sekülerizm/laisizm ile ötelemiş olan, bunun yanı sıra, genel
itibarıyla vahyi bağlamla ilişkisini kaybetmiş ve bu anlamda İbrahimȋ özelliklerinden
kopmuş olan bireylerin ve toplumsal yapıların Ayasofya üzerinde söyleyebilecekleri
tek bir şey vardır. O da estetize, kültürel bir obje olmaklığıdır. Yani,
Ayasofya’ya bakışları, asli niteliklerini kaybetmiş bir anlayışın ifadesinden
öte bir anlam taşımamaktadır.
Bu yapının,
kültürel objeliği olgusunu, daha 1934 yılında ‘müze’ye dönüştürülürken,
Ortodoks dünyanın göbeğinde Sofya’da yayınlanan Medeniyet Gazetesi’nde yayınlanan haberden okumak mümkün.
“Ayasofya Camii Müze
Oldu” başlıklı kısa haber, bugünle bağlantılı bir hususa dikkat çekiyor: “İstanbul’da
meşhur Ayasofya Cami-ȋ şerifi, artık tamamıyla cami olarak kapanmış ve içindeki
sıvaları da kazınarak kilise olduğu zamandaki suretle nakışlar meydana
çıkarılmıştır. Şimdi Ayasofya cami değil, Bizans sanatını teşhir eden bir
müzehanedir.”[1]
Müzelik olmak,
nakışlarının meydana çıkartılması, Bizans sanatı... ifadeleri herhangi bir dine
ait mabede değil, aksine kültürel bir objeye dönüştürülmüş eski bir mabede gönderme
yapmaktadır. Mabedlik özelliğini kaybetmişlik, bu yapıya giydirilmiş bir
kılıftır.
Cami-ȋ şerif
olduğu belirtilen yapının, 15. yüzyılda Müslümanlar vasıtasıyla İslamlaşması
yani, İbrahimȋ geleneğe rücûsunun ortadan kaldırıldığı 1934 yılı sıradan bir
yıl olmamakla dikkat çekmektedir.
Bu dönem
sekülerizmin, ya da Türkiye siyasal yapılaşmasındaki tam ve doğru ifadesiyle
laisizmin kendini her alanda sergileme imkânı bulduğu ve bunu Cami-ȋ Kebir
üzerinden sembolize ederek güçlendiren bir yapılaşmadır.
Ayasofya’dan Cami-ȋ
Kebir’e doğru yaşanan dönüşümün, “evrensel kültürel miras” bağlamına taşınması
ve değerlendirilmesi, söz konusu çevrelerin nitelikleri çerçevesinde ele
alındığında şaşılacak bir husus bulunmuyor. Ortada bir kopuş (distortion) varsa, o kopuşu sahte kültürel
evrensellik üzerinden değil, İbrahimȋ gelenek üzerinden ortaya koymak gerekiyor.
Bugün, Ayasofya’nın
Cami-ȋ Kebir olmasının ülke içinde ve özellikle, Batı’da/sözde Hıristiyan dünyasında
anlamama gayretinde olanların çabası, İbrahimȋ geleneğin kaybedilmesinden neşet
eden bir durumla izah edilebilir ancak.
Gerçekleşen bu
dönüşüm üzerinden İbrahimȋ gelenekle olan asli unsurlarını yitirmiş
Hıristiyanlık ve/ya kültürel miras savunucularının yapması gereken neyi nerede
kaybettileri konusunu gözden geçirmeleridir.
Elbette bunun ne
kadar zor bir iş olduğuna şüphe yok. Kaybedilen İbrahimȋ geleneği yeniden
yakalamak için gayret sarf etmek hiç kuşku yok ki, ancak evrensel insanlık
değerlerine ulaşılarak elde edilebilecek bir hususiyettir.
[1]“Ayasofya Camii Müze
Oldu”, Medeniyet, 27 Kanun-i Evvel 1934/20
Ramazan El-mubarak 1353, Sayı 42, Sene 2, s. 3.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder