11 Temmuz 2020 Cumartesi

Ayasofya’dan Cami-i Kebir’e: İbrahimȋ Gelenek, Avrupa’nın korkusu, Müslümanın gururu / From Hagia Sophia to Cami-ȋ Kebir: İbrahimȋ Tradition, fear of Europe, pride of Muslim


Mehmet Özay                                                                                                                        12.07.2020

Ayasofya’nın (Hagia Sofia) bir ibadethane olmaklığının yanı sıra, bir Cami vasfını taşımak suretiyle İbrahimȋ geleneği yansıtmaktadır. Siyasi-dini bağlamı ile Doğu Roma’nın başkenti hususuyla Constantinople’un abidevi yapısı, şehrin 1453’de İslamlaştırılması ile İbrahimȋ geleneğin sahih kulvarına giriş yapmıştır.

İslam’ın kutsal müjdesi, Fatih Sultan Mehmed’e nasip olurken, bu gelişme Avrupa’da korkulan Türk-İslam imajının yerleşmesinde kayda değer rol oynamıştır. Aslında, Avrupa’nın korkmasına yol açan, daha söz konusu o erken dönemlerde İbrahimȋ geleneği kaymetmiş/kaybetmeye başlamış olmasının verdiği hezeyandır. Yoksa, İbrahimȋ geleneği takip etmesi halinde Batı dünyasının Constantinople’ın İsLambol’a dönüşünü alçakgönüllükle karşılaması gerekirdi.

İstila değil, fetih kavramının öne çıkmasına, hatta bizatihi bunun gerçekleşmesine sebep olan da budur. Constantinople’ın alınmasından çok önce Osmanlı, denizcilik kabiliyetinin henüz yeni gelişmekte olan imkânlarını da kullanarak, Rumeli’ye ve Balkanlar’a geçişi sağlamış bir siyasi yapıydı.

‘Rum-eli’, Roma’yla bağı kurarken, Balkanlar Ortodoks dünyasının münbit bir arka bahçesi olma özelliği taşıyordu. Katolik merkezi Roma’ya ulaşmanın Balkanlar ile olan dar mesafesinden ötürü Türk/İslam korkusunu duyması, belki de çok daha erken dönemde başlamıştı.

Ortodoks dünyanın kendine özgü coğrafi ve kültürel yapısı onu içine kapalı, görece sığ ve misyon hareketine açık olmayan bir niteliğe büründürürken, Roma Katolikliği, içinde yer aldığı coğrafyanın yani denizin, Akdeniz’in ve bu denizin çevrelediği kültürel evrenin donanımıyla, Holy Sea’nın başı olmanın getirdiği bir görev bilinciyle misyonerliğini ortaya koyabiliyordu. Dolayısıyla, Ortodoksların Türk/İslam korkusu geliştirmesi yerine, Roma Katolikliği’nin böylesi bir korku ile donanmış olmasında şaşılacak bir durum bulunmuyor.

Protestan varlığının henüz bu dönemde siyasi ve ekonomik bir güç olarak ortaya çıkmamış olması, bu noktada Ortodoks ve Katolik mezhepleri ile çevrili siyasi yapıları ve bunların Osmanlı ile ilişkilerini daha çok belirgin kılmaktadır. Protestan varlığını tetikleyen unsurun, teolojik temelleri dikkate alındığında, İbrahimȋ gelenekten uzaklaşan bir Roma Katolikliği yerine, yeniden inşacı bir modelin teo-siyasi alanda güncellenmesi anlamına gelmektedir.

Bugün, Batı’nın Ayasofya’nın ya da daha doğrusu Cami-i Kebir’in asli unsuruna rûcu etmesinin doğurduğu infial, bir kez daha bu coğrafi/kültürel yapının mensubu olduğu varsayılan dini/msi yapısı içerisinde İbrahimȋ özelliğini yitirdiğinin yeni-son bir göstergesinden başka bir şey değildir.

Ayasofya’nın Cami-i Kebir’e rücu etmesine içeriden ve Batı’dan gelen olumsuz tepkilerin yukarıda dile getirilen bağlamlarla ilişkisiz olduğu söylenemez. İbrahimȋ gelenekten kopan ve bunun somut, toplumsal, bireysel alandaki göstergesi olarak kendini Avrupa siyasal/kültürel yapısında sekülerizm ve laisizm olarak ortaya koyan yaklaşımın Ayasofya’yı hangi bağlamda savunuyor olduğu oldukça sorunludur.

Dinle ilişkisi ve bağını öncelikle var olduğu Hıristiyanlık ekseninden kayma/çıkma/bozulma anlamında sekülerizm/laisizm ile ötelemiş olan, bunun yanı sıra, genel itibarıyla vahyi bağlamla ilişkisini kaybetmiş ve bu anlamda İbrahimȋ özelliklerinden kopmuş olan bireylerin ve toplumsal yapıların Ayasofya üzerinde söyleyebilecekleri tek bir şey vardır. O da estetize, kültürel bir obje olmaklığıdır. Yani, Ayasofya’ya bakışları, asli niteliklerini kaybetmiş bir anlayışın ifadesinden öte bir anlam taşımamaktadır.

Bu yapının, kültürel objeliği olgusunu, daha 1934 yılında ‘müze’ye dönüştürülürken, Ortodoks dünyanın göbeğinde Sofya’da yayınlanan Medeniyet Gazetesi’nde yayınlanan haberden okumak mümkün.

“Ayasofya Camii Müze Oldu” başlıklı kısa haber, bugünle bağlantılı bir hususa dikkat çekiyor: “İstanbul’da meşhur Ayasofya Cami-ȋ şerifi, artık tamamıyla cami olarak kapanmış ve içindeki sıvaları da kazınarak kilise olduğu zamandaki suretle nakışlar meydana çıkarılmıştır. Şimdi Ayasofya cami değil, Bizans sanatını teşhir eden bir müzehanedir.”[1]

Müzelik olmak, nakışlarının meydana çıkartılması, Bizans sanatı... ifadeleri herhangi bir dine ait mabede değil, aksine kültürel bir objeye dönüştürülmüş eski bir mabede gönderme yapmaktadır. Mabedlik özelliğini kaybetmişlik, bu yapıya giydirilmiş bir kılıftır.

Cami-ȋ şerif olduğu belirtilen yapının, 15. yüzyılda Müslümanlar vasıtasıyla İslamlaşması yani, İbrahimȋ geleneğe rücûsunun ortadan kaldırıldığı 1934 yılı sıradan bir yıl olmamakla dikkat çekmektedir.

Bu dönem sekülerizmin, ya da Türkiye siyasal yapılaşmasındaki tam ve doğru ifadesiyle laisizmin kendini her alanda sergileme imkânı bulduğu ve bunu Cami-ȋ Kebir üzerinden sembolize ederek güçlendiren bir yapılaşmadır.

Ayasofya’dan Cami-ȋ Kebir’e doğru yaşanan dönüşümün, “evrensel kültürel miras” bağlamına taşınması ve değerlendirilmesi, söz konusu çevrelerin nitelikleri çerçevesinde ele alındığında şaşılacak bir husus bulunmuyor. Ortada bir kopuş (distortion) varsa, o kopuşu sahte kültürel evrensellik üzerinden değil, İbrahimȋ gelenek üzerinden ortaya koymak gerekiyor.

Bugün, Ayasofya’nın Cami-ȋ Kebir olmasının ülke içinde ve özellikle, Batı’da/sözde Hıristiyan dünyasında anlamama gayretinde olanların çabası, İbrahimȋ geleneğin kaybedilmesinden neşet eden bir durumla izah edilebilir ancak.

Gerçekleşen bu dönüşüm üzerinden İbrahimȋ gelenekle olan asli unsurlarını yitirmiş Hıristiyanlık ve/ya kültürel miras savunucularının yapması gereken neyi nerede kaybettileri konusunu gözden geçirmeleridir.

Elbette bunun ne kadar zor bir iş olduğuna şüphe yok. Kaybedilen İbrahimȋ geleneği yeniden yakalamak için gayret sarf etmek hiç kuşku yok ki, ancak evrensel insanlık değerlerine ulaşılarak elde edilebilecek bir hususiyettir.



[1]“Ayasofya Camii Müze Oldu”, Medeniyet, 27 Kanun-i Evvel 1934/20 Ramazan El-mubarak 1353, Sayı 42, Sene 2, s. 3.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder